Alafrangalığın Tarihi, alışılmış türden bir tarih kitabı değil. Osmanlıdan Cumhuriyete dönüşüm sürecinde ve elbette Cumhuriyetten sonra, alafrangalık, doğrudan doğruya modernleşmenin zihnî arka planını yeniden inşa etme bağlamında bir kavram tarihi olarak ele alınmaktadır. Hilmi Yavuza göre alafrangalık kavramının tarihi; modernleşme, Oryantalizm, rasyonalite (ve dolayısıyla, Aydınlanma) kavramlarının alımlanış biçimleri ile üstbelirlenmiş bir tarihtir. Osmanlı-Türk alafrangalığının, bu üç temelkoyucu kavramın karşılıklı ilişkilerinin belirlediği bir problematik olarak okunması gerekir. Bu doğrultuda alafrangalık, Oryantalizm olarak alımlanıp temellük edilmiş Batı modernizminin, rasyonel ve Aydınlanmacı bir dönüşüm olduğunu zannetmekten ibaret yanlış bir bilinçlenmedir.
İÇİNDEKİLER
Sunuş 7
Aydınlanmanın Tarihi 9
Aydınlanma Nedir? 11
Aydınlanma, Batı-Dışı Kültür ve Özne 16
Aydınlanma, Edebiyat ve Irkçılık 19
Irkçılık, Ulusçuluk, Kafatasçılık 22
Aydınlanma’nın Bir Sonucudur 29
Rasyonalite Krizler 33
Rasyonalite 35
Rasyonalite, Mantık ve Gündelik Hayat 38
Hakikat, Rasyonelleşme, Farklılaşma 41
Dünyanın Büyüsü 44
Akıl Geleneğinin İflası 47
Rasyonalite ve Din 50
Bürokrasi: Tutucu mu, Devrimci mi?57
Kemalizm ve Pozitivizm 60
Türk Modernleşmesi 63
Modernleşmenin Semiyolojisi 65
Modernlik ve Gelenek 72
Geleneğin İcadı 81
Çağdaşlaşma ve Eurotarih 85
Modernleşme ya da 97
Farklılık ve Modernlik 101
Sivil Toplum 104
Osmanlı-Türk Geleneğinde Sivil Toplum 107
Sivil Toplum ve Şerif Mardin 112
Modernleşme ve Romantizm 116
Modernleşme ve Bilim 119
Modernlik, Bir Aydınlanma Projesi midir? 122
Davut Bey ve Turgut Bey 127
Özel Hayatın Yok Oluşu 132
Küreselleşme, Özerklik ve Yerel Kültür 138
Köylülük Üzerine 147
Köylü Modernleşmesi 149
Köy Romanı 152
Recep İvedik, Muro ve Puntilla Ağa 156
Oryantalizmin Semiyolojisi 159
Oryantalizm ve Hıristiyanlık 161
Oryantalizm ve Antropoloji 164
Nişantaşı’ndaki İspanyol, Ümraniye’deki 168
Kızılderili İnsan-hayvanlar 171
Batılılaşma Değil, Oryantalistleşme 174
Oryantalistleşme 177
ATÜT ve Oryantalizm 182
Filistin Soykırımı ve Neo-Oryantalizm 186
Zaman ve Oryantalizm 193
Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı 197
Avrupa Birliği 205
Avrupa ve Akıl 207
Avrupalı Olmak mı, Birey Olmak mı? 210
Avrupa Birliği bir Medeniyet Projesidir 213
Kimlik ve Hakikat 218
Oryantalizm ve Avrupa Birliği 221
Oksidantalizm Üzerine Notlar 225
Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Üss-i İnkılab’ı, 230
Avrupa Birliği ve Modernleşme
Sunuş
Alafrangalığın Tarihi, alışılmış türden bir tarih kitabı değil: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e dönüşüm sürecinde -ve elbette Cumhuriyet’ten sonra- alafrangalık, bir tür (mesela, Recaizade’nin Araba Sevdası‘ndaki Bihruz Bey tipinde görüldüğü gibi) züppelik olarak değil, doğrudan doğruya modernleşmenin zihnî arkaplanmı yeniden inşa etme bağlamında bir ‘kavram tarihi’ olarak ele alınmaktadır. Bu kitabın yazarına göre/alafrangalık’ kavramının tarihi modernleşme, Oryantalizm, rasyonalite (ve dolayısıyla, Aydınlanma) kavramlarının alımlanış biçimleri ile üst-belirlenmiş (overdetermined) bir tarihtir ve Osmanlı-Türk alafrangalığının, bu üç temelkoyucu kavramın karşılıklı ilişkilerinin belirlediği bir problematik olarak okunması gerekir. Kitabımızın tezi, kısaca şudur: Alafrangalık, Oryantalizm olarak alımlanıp temellük edilmiş olan (Batı) modernizmin(in), rasyonel ve Aydmlanmacı bir dönüşüm olduğunu zannetmekten ibaret bir’yanlış bilinçlenme’dir…
Bu tezi kanıtlayabildim mi? Bilmem; – ama, her zaman söylediğim gibi, gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
Ayaspaşa, 5 Eylül 2009 Hilmi Yavuz
Aydınlanma Nedir?
‘Aydınlanma nedir?’ Immanuel Kant’ın sorusu buydu ve o Aydınlanma’nın ‘insanın ergin olmayış’ durumundan çıkması, aklın yol göstericiliğine başvurması anlamına geldiğini bildiriyordu. Aydınlanma ‘Akıl Çağı’ydı, evet ama hangi akıl?
Edgar Morin’in Amour, Poesie, Sagesse (Aşk, Şiir, Bilgelik) kitabında ‘bilgelik’ bağlamında ‘rasyonalite’ ve ‘rasyonali-zasyon’ kavramlarına getirdiği açıklamalar bu konu için önemli. Morin, bu iki kavramı birbirinden ayırarak işe başlıyor. ‘Rasyonalite’, söylemle söylemin objesi arasındaki upuygunluğu araştırır ve bu upuygunluğu doğrular. Morin örnek vermiyor; ama biz söylemle, söylemin objesi arasındaki upuygunluğun empirik bir olgu olduğunu ortaya koyabiliriz. Mesela, ‘dışarıda yağmur yağıyor’ (söylem) ile dışarıda gerçekten yağmur yağıyor olması (söylemin objesi) bir upuygunluk olmalıdır. Bu upuygunluğu da gözlemle (empirik olarak) araştırır ve doğrularız. ‘Rasyonalizasyon’ ise, belki de Freud’un tanımıyla, bir tür ‘delilik’tir: Deneysel (empirik) ya da gerçek dünyada olup bitenlerle ilişkilendirilerek değil ama kurucularının kutsallaştırılmış (sacralise) sözü ile ilişkilendirilerek doğrulamadır.
Kuşkusuz, bu iki kavramın akıl (raison) ile ilişkisi var. Morin, Aydınlanma’nın ‘akıl’ kavramını son derece belirsiz bir tarzda sunduğu kanısındadır: Bir yanda eleştirel (kritik), kuşkucu bir rasyonalite (mesela, Voltaire’in, Diderot’nun ‘akıl’ kavramı); öte yandaysa, Robespierre’in kültleştirdiği, neredeyse dogmalaştırdığı bir ‘Tanrıça Akıl’a dayalı rasyonalizasyon! İkincisine, yani Robespierre’in dile getirdiği türden ‘akıl’a ben, ‘Jakoben akıl’ diyorum. Ama ister eleştirel akıl, ister Jakoben akıl olsun, ‘aklî (rasyonel) olmayı, hiçbir zaman aklîliğin (rasyonalitenin) sınırlarını ve dünyada gizemin de payının bulunduğunu’ anlamak biçiminde yorumlamamışlardır. Morin’in dediği gibi, “Aklîlik, harikulade bir araçtır, ama insan zihnine fazla gelen şeyler de vardır. Yaşam, aklîleştirilemeyenle aklîliğin bir karışımıdır.”
Demek ki Aydınlanma söylemi, yansız bir okumayla bize (Morin’in dediği gibi) ikili bir metin sunuyor: Rasyonalitenin ‘akıl’ı, yani, eleştirel, kuşkucu ve elbette yanlışlanabilirlik üzerine inşa edilmiş olan açık metin ve rasyonalizasyonun ‘akıl’ı, yani, kutsanmış ve yanlışlan-mazlık üzerine inşa edilmiş olan dogmatik, kapalı metin. Morin, Voltaire’in ‘akıl’dan anladığı ile Robespierre’in ‘akıl’dan anladığının birbirinden çok farklı oluşuna dikkati çekiyor böylece. Aydınlanma’nın bu ikili konumu, bu dialojiği üzerinde düşünmeye çağırıyor bizi…
Morin’in bu açıklamalarının Türkiye’de Aydınlanma’nın alımlanış tarzına ilişkin olarak çok önemli uyarılar taşıdığını düşünüyorum. Önemli, evet ve şundan: Türkiye’de Aydınlanmacılar, ‘akıl’ı, Voltaire’in ve Diderot’nun anladığı gibi bir rasyonalite olarak değil, neredeyse Robespierre’in anladığı gibi bir tür rasyonalizasyon olarak almışlardır. ‘Akıl’ın bir eleştirel (Morin’in deyişiyle, bir ‘rasyonalite’) olduğu göz ardı edilmiş; ‘akıl’ kutsanıp eleştiriden masun kılınarak bir dogmatik akıl (Morin’in deyişiyle, bir ‘rasyo-nalizasyon’) kertesine düşürülmüştür. Şurası kesin: Türkiye’de bugün Aydınlanma’yı savunanların (başta İlhan Selçuk), bu anlamda bir kavram kargaşasının kurbanı olduklarını düşünmek için yeterli nedenler vardır.
Oysa Edgar Morin ne diyor? Şunu: “XVIII. yüzyıl (Aydınlanma Çağı, H.Y.) için din, rahiplerin bir icadı, halkı aldatmak için bulunmuş bir hile idi. Bu yüzyıl (XVIII. yüzyıl) din’e duyulan ihtiyacın derin köklerini, özellikle de necat(salut) ihtiyacını anlayamamıştır.”
Açık zihinli bir Fransız entelektüeli ne diyor, bizim Aydınlanmacılarımız ne diyor? Men çi guyem, tamburem çi guyed! Morin, XVIII. yüzyıl (Fransız) Aydınlanma’sını, ‘din’e duyulan ihtiyacın derindeki köklerini’ anlayamamış olmakla itham ederken şunu demek istiyor: Aydınlanma söylemi, giderek, Voltaire’in, Diderot’nun öngördüğü ras-yonalite hedeflerinden sapmış; Robespierre’in ‘tanrılaştırılmış akıl’ını Aydınlanma söylemine hâkim kılmıştır. Kültleştirilmiş, kutsanmış ve tek yol gösterici tayin edilmiş olan akıl, insana kılavuzluk eden (ve elbette ‘necat’ ihtiyacına cevap veren) öteki söylemleri dışta bırakacak biçimde temellendirilmiştir. Halbuki ne Voltaire’in, ne de Diderot’nun amaçları buydu! Onlar, tıpkı Morin gibi, dinin ve ‘necat’ (salut) ihtiyacının bilincinde olan aydınlardı; keza Tanzimatçı Osmanlı aydınları da! Bugünün Robespierre’leri gibi değil! Baksanıza, ortalık küçük küçük Robespierre’ciklerden geçilmiyor!
İnsan aklının yol göstericiliğiyle dünyanın gizeminin bütünüyle çözümlenemeyeceğinin anlaşılması için Avrupa’nın XIX. yüzyılını, Romantik Çağı beklemek gerekmiştir; -Isaiah Berlin’in ‘Aydınlanma’ya en açık, şiddetli ve eksiksiz bir biçimde savaş açan ilk kişi’ olarak tanımladığı Johann Georg Hamann’dan David Hume’a uzanan Romantik gelenek! Dünyanın gizemi ya da büyüsü, aklileştirilemeyen neyse, onda aranmalıdır. Hume, şeylerin varlığını kanıtlayabilmenin mümkün olmadığını, onun için de dünyayı, akılla kanıtlanabilir bir bilgi sorunu olarak değil, Berlin’in deyişiyle bir ‘inanma sorunu olarak’ ele almak gerektiğini savunmuştur. Berlin onaylamasa da Cari Becker, ‘evreni oluşturan ve aklın kavrayıp uyarınca yaşayabildiği sıkı mantıksal ilişkiler ağının gerçekten var olmadığını göstermekle’ Hume’un, ‘bütün Aydınlanma konumunu havaya uçurduğunu’ öne sürmekte haklıdır.
Aydınlanma, totaliter bir tasarıma mı dayanmaktadır? Aydınlanma, totalitarizmin meşrulaştırıcı mekanizmalarını mı üretiyor? Michel Foucault, Gözetleme ve Cezalandırma’da, Merquior’un deyişiyle ‘insanoğlunu özgürleştirmeye ilişkin soylu ideallerin altında, yeni ahlak terimleri[nin], geleneksel toplumlarda olduğundan çok daha büyük bir toplumsal denetim düzeyi sağlayacak biçimde tammla[ndığmı]’ gösterir.2 Kısaca Aydınlanma’nın özgürlük vaadi ya da ütopyası, düpedüz bir tahakküm, bir gözetleme ve cezalandırma mekanizması üretmiştir. Amaç, boyun eğdirme yoluyla uysal insanlar (homo docilis) yetiştirmektir: İtaatkâr, boyun eğmiş insanlar! Foucault, Aydınlanma’nın sözümona özgürleştirici yaklaşımının nasıl bir ‘iç karartıcı ütopya’ya dönüştüğünü şöyle anlatır: “[Aydınlanma] insanlar üzerinde iktidar uygulamanın genel bir reçetesini, […] bedenlere, düşüncelerin denetimi yoluyla boyun eğdirilmesini sunar.” İnsan yaşamı ile bedeninin en ufak ayrıntılara kadar denetlenmesi!..
Foucault cezaevlerinin, bu bağlamda en çarpıcı uygulama alanı olduğu kanısındadır: Karanlık zindanların yerini, yirmi dört saat aydınlatılan cezaevi hücreleri almıştır. Cezaevleri, ‘toptan ve kesintisiz gözetime dayalı düzen yerleri’ haline gelir. Aydınlanma’nın simgesi, Bentham’ın bir cihannüma gibi 360 derecelik gözetleme sağlayan ‘Panoptikon’udur artık… Amaç, disiplinli bir toplumdur.
Mükemmel bir toplum inşa etme, Aydınlanmacıların haya
li idi. Ama Foucault, Aydınlanma çağında ‘askerî bir toplum hayali’nin de söz konusu olduğunu bildirir bize. Bu hayalin temel kaynağı, Foucault’ya göre, doğal durum değil, bir makinenin titizlikle kurulmuş çark dişlileri meta-foruyla dile getirilmiş olan disiplin durumudur. ‘Askerî toplum hayali’nin temelinde, Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi değil, ‘sürekli baskılar’ yatmaktadır.
Özetle Aydınlanma, uysal bir tebaadan oluşan disiplinli bir toplum inşa etme idealiyle sonuçlanır. Belki de, Aydınlanma’nın gerçek ‘akıl’ı Voltaire ya da Diderot’nunki değil de Robespierre’in ‘Jakoben akıl’ıdır. Çünkü Foucault’nun deyişiyle ‘askerî bir toplum hayali’, ancak aklın dogmalaştırıldığı ve tastamam bu nedenle, yani dogmalaştırıldığı için, o dogmaları dayatan gözetleyici, cezalandırıcı, baskıcı ve disipline edici bir projeyle mümkün olabilir. Bunun da adı, düpedüz, evet düpedüz, totalitarizmdir!
Yanlış değil: Aydınlanma’nın Jakoben bir totalitarizm ürettiği çok görülmüştür…