Bir insan ölürken başka herkesin yaşıyor olması, hayatın devam ettiğinin bilinmesi, sıcak nefesin soğuk sona teslim edilmesi, ruhun teslimiyeti anında hiç hoşa giden bir duygu değildi. Rehavete sokuyordu ruhu daralmışlığında.
Ölüm neden soğuktu böyle; sıcacık nefesleri sonlandırıyordu. Fakat ameli iyi olana, hakkıyla Hak adına hayır yayana ölüm, cefalı dünyadan kurtulup sefaya kavuşmak demekti. Bunu bilenler için ölüm, soğuk gelmezdi. Alim’in yaşamı, dünyaya serpilmiş bilcümle hayatta hep töhmet altında kalarak geçti sanılsa da; Alim hep koşarak hep kaçarak yaşamışsa da, onu sevenleri biliyorlardı; Alim’in Allah’ın mağfiretine mazhar olacağını… Zira Alim canlılığı boyunca, Rabbine naz niyaz etmekten bir an bile geri durmamıştı. Alim, asıl doğru olan dünyanın, ölümden sonraki hayatta var olduğunu çok iyi biliyordu. Bu gerekçeden olacak o, soğuk ölüme umursamaz gibi, gülümseyerek cevap vermek istedi. Ancak Rabbine günahkar bir kul olarak ulaşıyor olmanın utancıyla, ölümle birlikte yüzündeki gülümseme isteğini de dondurdu. Alim Efe bu yüzden ölüme de, gülümseyemeden gitti. Arkasında kalanları yasa boğarak… Gözlerini yaşa koyarak…
Dünya üzerinde ölümün kapısını çalmadığı kimseler, yarınlardan bihaber yaşıyorlardı. Oysa dünyada ki görünen hayat “Sen yedin güllaç, ben yedim bulamaç. Sabah kalktık, sen aç ben aç.” Esasındaydı. Oysa ahrete göçmüşlükte, yani öteki gerçek olan dünyanın sofrasında, bütün insanlar aç ve muhtaçtı. Allah’ın merhametinden medetle doymayı arzulayacaktı. Zira orada yenilecek olan güllaç değil, günahın karşılığı ateşti.
***
Sarı Dere Umman Denizi gibi büyüktü… Koca dağın yamacına sırtını verdi; Sarı Dere’nin karşı yamacında, kendisine bakan tarafında düşmanını gördü… Hedef tahtası gibiydi…
Hayta, martini kucağına aldı, mekanizmayı küçük topundan tutup önce ileri, sonra geri çekip mermiyi namlunun haznesine sürdü ve kendini beklemeye aldı. İkilem içerisindeydi:
“Vurayım mı, vurmayayım mı?”
“Ateş edeyim mi, etmeyeyim mi?”
“Ben orada, o da burada olsa, o bana mutlaka ateş eder, beni vururdu. Bu adam buradan kaybolmadan düşünüp kararımı vermeliyim.”
Hayta gözü pek biriydi. Martini’yi (Mavzerin değişiği bir silah) yanından hiç eksik etmezdi. Silah Hayta’nın en büyük dostu, en güvendiği yardımcısıydı. Yardımcısı da ne, her şeyiydi…
Haksızlıklara tahammülü olmadığından, bazı çevrelerce sevilmez, aleyhine söylentiler düzülür, düşmanı bir iken bin tane yapılırdı. Bunun için dostu az, düşmanı çoktu. Dost görünenlerde, Hayta’nın düşmanıydılar esasen. Çünkü yüzüne konuşurlarken dost görünüyorlar, arkasından yapmadıklarını bırakmıyorlardı.
Sarı Dere’nin karşı yamacında, Kızıl tepenin böğründe nişangâhına aldığı kişi, dost görünenlerin kendine düşman ettikleri; suçsuz, gariban ve fakirin biriydi. Ne var ki, mütegallibeler hiçte boş durmuyor, Hayta için sürekli düşman üretiyorlardı. Böyle böyle Hayta’nın bir yığın hasmı olmuştu. Kime kurşun değdireceğini bilmez hâllerdeydi.
Alim, Hayta’nın imrendiği kahramanıydı… Namı, ünü çok uzaklara giden Alim, aslında Dinarlıydı. Birazda eşkıyalığı vardı, denilirdi kendisi hakkında… Lakin ona çoğu insan eşkıyalığı konduramaz, bahadır olarak anarlardı.
Alim’in yarı ömrü mahpushanelerde geçmişti. Bu babayiğit insana ağıtlar yakılmış, türküler düzülmüştü:
“Dinar yolu gele gide aşındı
Alim Efe mahpushaneye taşındı” diye… Alim hapishanedeyken de, dış dünyadayken de namının gittiği her yeri tir tir titretmişti. “Alim” adını duyan herkes ürperir, yüzüne korku nöbetleri gelirdi. O, yaşadığı yıllarda adının üstüne toz kondurmayan yiğitler yiğidi, yürekli biriydi. Ta ki Dinar’da yonca altında, darağacındaki yağlı ilmeğe boynu geçinceye kadar…
Ne zamanki başı önüne düştü, bedeni nefes almaz, nefes vermez oldu; işte o vakit, ondan çekinen insanların yüzlerindeki korku azıcık kaldı. Hele hele düşmanları adamlar saldılar, Alim Efe’nin idam edilip edilmediğini öğrenmek için… İşi şansa bırakmıyorlardı.
Alim Ağa’nın yahut Alim Efe’nin idam edilişinin kesinleşmesinden sonra düşmanları davullar vurdurup halaylar çektirdiler. Bu defa idamına türküler yakıldı:
“Alim Efe düşmanlarına korku saldı
Bölük bölük jandarmaları tek başına yardı
Bir gece kurulan darağacına
Alim Efe sabaha karşı asıldı. Yok, yok… Hayta, Alim Efe gibi olmayacaktı. Eşkıyalığı da kabul etmeyecekti. Adam vursa bile hakkıyla öldürdüğünü sanacak, vicdan azabı çekmeyecekti. Bir de arkasından türküler yaktırıp, adını ebedileştirmek istemiyordu. O, Gölbaşı Dağı’nın, Sarı Dere’nin, Acı Dere’nin, Ergenli’nin, İnce Boyu’nun, Kayı Yaylası’nın Hayta’sı kalmak istiyordu. Kendisine “Katil” de dedirtmek hoşuna gitmiyordu.
12’lik mermi, namlunun haznesinde hâlâ sürülü… Tetik sanki emir bekliyor gibiydi. Sağ elinin işaret parmağı, tetiğin çember tarafından girip, geriye, kendisine doğru geldi miydi; dost görünüp de hainlik yaparak kendisine düşman yaptıkları kişiyi, tek mermiyle öldürecekti. Racon böyleydi. Hesap böyleydi.
Tek mermi kâfiydi. Çok mermi atıp, koyakları yankılandırmak, ayrıca kıt olan mermileri çabuk bitirmek demekti; bu işine gelmiyordu. Sonra öteki düşmanlara mermi kalmayabilirdi.
Çam ağaçları, samyeliyle birlikte oynaşmaya, uğuldamaya başladı. Etrafta müthiş bir gürültü vardı. Hayta, düşmanlarından değil, bu gürültüden korkuyordu… Aradan bir saat geçmesine rağmen, hedefindeki düşmana karşı hâlâ ikircim içerisindeydi. Bir türlü kesin karara varamıyordu. Aynı zamanda bir yanılgıya da düşmek istemiyordu.
Son defa martine baktı ve sağ elinin namlunun ucundan kabzanın omzuna gelen yerine kadar sıvazladı, eğilip bir de öptü… Ne olduysa oldu; martini omzuna dayadı, gezi-gözü ayarladı ve tetiğe bastı…
Düşmanlarının düşman ettiği Akça Efe, tek kurşunla olduğu yere kıvrılıp cansız yattı. Artık her şey bitmişti… Akça Efe’nin ölüsü orada bir gece kaldı. Öldürüldüğünü bilen yoktu. Gören olunca herkesin haberi olacaktı. Hayta’da -ben öldürdüm- dememişti. Jandarma, Hayta’nın bileklerine kelepçeyi bağlarken, itiraf etti: “Ben öldürdüm!” diye…