“Küçükken babam bir konuşmada bana ‘Sonuna kadar görevimi yapacağım’ dedirtmişti. Bu söz, içime işlemiş. Okulda başladım. Üniversitede görevler yaptım. Ondan sonra siyasete çağırdılar, gittim. Bir yerde görev yaparsanız, başka bir görev veriyorlar. Ben de hep bana verilen görevleri yaptım.
Uğraştığım işlerin hiçbirinde büyük bir şey yapmadım; ama hepsinde azar azar bir şeyler yaptım. Öyle olunca insan birçok yerde iz bırakıyor, ama hiçbirinde çok büyük bir şey yapmamış oluyor.
Pişman olduğum bir şey yok, ama hayatım baştan yazılsa sadece bilimle ve yazmakla uğraşırdım.”
Erdal İnönü’nün “son söyleşi”si…
Tarihin kucağında büyümüş ve kucağında tarih büyütmüş bir filozof, yürüdüğü uzun yolu, yolun sonunda bütün içtenliği ve bilgeliğiyle anlatıyor.
Önsöz
Bu kitabın 395. sayfasında bir fotoğraf var.
1983 yılında Erdal İnönü’nün Turgut Özal’la buluşmasında çekilmiş. Fotoğrafta görüşmeyi ayakta izleyip not alırken görünen gazetecilerden biri de (bıyıklı olan) benim.
O günden sonra Erdal İnönü’yü her daim saygı ve hayranlıkla izledim.
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu birikim, olgunluk ve bilgeliğe sahip olduğunu düşündüm hep…
Onu zihnimde cumhurbaşkanlığına yakıştırdım.
O ilk fotoğraftan neredeyse çeyrek asır sonra yeniden buluşmak kısmet oldu.
Bu kez o, bir emekli siyasetçiydi, ben onun anılarım kaleme almak üzere kolları sıvamış bir yazar…
Benim gibi bir tarih meraklısı ve babasının belgeselini de yapmış bir belgeselci için essiz bir fırsattı.
O dönem, en yakın arkadaşlarından Feza Gürsey’in adını taşıyan enstitüde yeni kitabı üzerinde çalışıyordu:
Cumhuriyet döneminde temel bilimler alanında yapılan araştırmaların bibliyografyası… bir vefa belgesi…
ilk buluşmamız, bir sevgililer günüydü. Sonra her hafta Çarşamba sabahları düzenli olarak buluştuk.
Ben Salı günleri televizyonda bir tartışma programı yönetiyordum. Ertesi sabah kalkıp onunla söyleşiye gidiyordum.
Sohbete, geceki tartışmanın bir yorumuyla başlıyorduk.
Sonra onun uzun hayat yolunda adım adım yürüyorduk.
Teybe kaydettiğimiz görüşmeyi, NTVden kameraman arkadaşım Oktay Taşkın da görüntülüyordu.
Erdal Bey, kitapta okuyacağınız gibi babadan miras bir disiplinle her seferinde tam vaktinde geliyor, kimi zaman yanında, konuşacağımız döneme ait notlarını, belgelerini, dosyalarını da getiriyor ve bütün sorularıma büyük samimiyetle cevap veriyordu.
O, neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt yaşamım anlattıkça, biz birinci elden bir tarih dersi dinlemiş gibi hissediyorduk kendimizi…
Böyle bir tanık bulunca, sohbet kaçınılmaz olarak babasına ve İnönü döneminin merak konusu olaylarına uzandı.
Yani onun hayalı boyunca hep karşılaştığı şey, kaçınılmaz olarak son söyleşisinde de başına geldi:
Kendi ismi, babasınınkiyle bir arada anıldı.
Ama bu, kitabın bir tarih tanıklığına dönüşmesini sağladı;
İnönü adının, hem tanığı, hem kahramanı olduğu bir tarih…
Dokuz hafta süren bu söyleşi maratonu boyunca Erdal Bey’den en çok aklımda yer eden özellikleri sıralayayım:
İlki kibarlık…
Karşısındakinin mevkii, yaşı, unvanı ne olursa olsun herkese eşit ve bonkörce dağılan, samimi bir kibarlık…
İkincisi sadelik…
Oturduğu odadan bindiği arabaya, giydiği kıyafetten seçtiği sözcüklere değin uzanan, hayranlık uyandıran bir sadelik…
Üçüncüsü tevazu…
Dünya literatürüne girmiş akademik çalışması için bile, “Aslında yeni bir şey değildi” diyecek kadar özgüven yüklü bir tevazu…
Artı güler yüz, çalışkanlık ve nüktedanlık…
Kamuoyunun yakından bildiği bu özelliklere ilaveten, söyleşinin sonlarına doğru onun dünyaya, inanç sistemine, ölüme dair fikirleriyle tanışıp filozof yanını da keşfedeceksiniz.
12 Eylül siyaseti, işte böyle bir insanı veto etti.
Siyasetin bugünkü kısırlığından yakınırken, unutmamamız gereken bir ayrıntı bu…
“Çarşamba buluşmaları “nın sonuncusunu 5 Haziran 2007 günü yaptık.
O gün salıydı aslında…
Ama ertesi gün, yani 6 Haziran Çarşamba onun yaş günüydü.
Sona yaklaşmıştık. Ertesi hafta onuncu ve sonuncu buluşma için sözleştik.
Ama buluşamadık.
Rahatsızdı.
Tedavi oluyordu.
Biraz ara verdik; ben o süre içinde söyleşiyi toparlayıp eksikleri belirleyecektim. Sonra bir gün buluşup tamamlayacak ve tümü üzerinden yeniden geçecektik.
O buluşma hiç gerçekleşemedi.
Erdal Bey’in hastalığı ilerledi. Amerika’ya tedaviye gitti. İyileşip dönmesini ümitle bekledik.
Tedavi uzayınca kız kardeşi Özden Toker biraz da ona meşgale ve moral olur umuduyla kitabın taslaklarım Amerika’ya götürdü.
iki kardeş, uzun bir aradan sonra, uzak bir coğrafyada birlikle geçirdikleri bir ömrün tutanaklarını diz dize okudular.
Daha doğrusu Özden Toker, abisi Erdal’ın kulağına okudu.
Erdal Bey, küçük düzeltmeler yaptı.
Eksikleri dönüşte tamamlayacaktık,
O da olmadı.
Erdal Bey’i, kitabını göremeden kaybettik.
Sonrası benim için zordu.
Büyük bir emanetle başbaşa kalmıştım.
Üstelik eksikleri vardı.
Kitabı, hemen vefatının ardından çıkarmak istemedim.
Demlenmesini bekledim.
O süreçte eksik kalan kimi yerleri, hatırlayamadığı olay ya da tarihleri daha önce yazdığı anılarından, aldığı notlardan, yaptığı açıklamalardan tamamladım.
Hafızanın yanıltma ihtimaline karşı, onun yol arkadaşlarından yardım rica ettim.
Önce kardeşi Özden Toker, sonra eşi Sevinç İnönü, siyasetteki yoldaşı Yiğit Gül öksüz ve onu adım adım izlemiş gazeteci arkadaşım Vedat Çuhadar kitabı titizlikle okuyarak büyük katkı yaptılar. Hepsine teşekkür borçluyum.
Nazarı Gezer, İmge Kitabevi’yle birlikte kitabın ölüm yıldönümüne yetişmesi için canla başta çalıştı.
İnönü Vakfı, İnönü ailesi ve Milliyet’in usta foto muhabiri Mustafa İşlemi arşivlerini açtı.
Ve fotoğraf sanatçısı dostum Murat C. Özcan, Erdal Bey’in çalıştığı Feza Gürsey Enstitüsü’nün önündeki korulukta, kitabın kapağında gördüğünüz fotoğrafı çekerek. “Anka kuşu’nun uzun yolculuğunu mükemmelen görselleştireli.
Anka Kuşu, onun hayatta yazdığı tek şiirin kahramanıydı.
Çoğu yaşıtının aksine o, şiirini bir sevgiliye değil, uğruna ömrünü adayacağı fiziğe yazmışa.
Tabii yazdığı şiirdeki efsanevi kuşun, bir gün kendisini anlatan bir kitaba başlık olacağını düşünemeden…
Titiz biriydi Erdal Bey,
“Bir kitaba baktığım zaman oradaki eksiği hemen görürüm” derdi.
Ne yazık ki, kendi kitabındaki eksiği göremeyecek.
Ama bu “son söyleşi”de ani attıklarıyla herkes onun, bilim ve siyaset dünyası için ne büyük bir değer olduğunu görecek.
Onun manevi mirasını geç de olsa sizlere ulaştırabilmenin gurur ve heyecanıyla…
Can Dündar Ekim 2009
…