Terzi ile Kamburun Öyküsü
Bunun üzerine Şehrazat şaha demiş ki:
Ey bahtıgüzel şah, işittim ki, eski zamanlarda ve geçmiş çağlar ve yüzyıllarda, Çin’in bir kentinde, halinden memnun, mutlu bir terzi yaşarmış. Bu adam eğlenmeyi ve hoşça vakit geçirmeyi severmiş ve zaman zaman karısıyla dışarı çıkıp dolaşmayı, sokakların ve bahçelerin temaşasıyla gözlerini hoş tutmayı âdet edinmiş imiş. Böylece, bir gün, bütün günü karısıyla dışarıda geçirip de akşam eve dönerlerken yollarının üzerinde, görünüşüyle tüm kederleri dağıtacak, en üzgün kişiyi bile güldürüp tüm, dert ve üzüntüleri yok edecek tuhaflıkta bir kambur görmüşler. Terzi ve eşi hemen kambura yaklaşmışlar, onun konuşmalarından öylesine keyiflenmişler ki, onu evlerine davet etmişler. Kambur da bu davete hemen olumlu yanıt vermiş; ve onlarla birlikte eve girmiş. Terzi, dükkânlar kapanmadan önce alışveriş yapmak ve misafirini bu yoldan onurlandırmak için çarşıya gitmek üzere kamburun yanından bir süre ayrılmış. Kızarmış balık, taze ekmek ve tatlı olarak da büyük bir parça helva satın aldıktan sonra eve dönüp bütün aldıklarını kamburun önüne koymuş; sonra hep birlikte yemeye oturmuşlar.
Neşe içinde yemeyi sürdürürlerken, terzinin karısı eline büyücek bir parça balık almış ve bütünüyle kamburun ağzına tıkmış, ağzından lokmayı atmaması için de eliyle ağzını kapatmış ve ona “Vallahi! Bu lokmayı bir yutuşta ve duraksamadan yutman gerek! Yoksa elimi çekmem!” demiş.
Bunu duyan kambur büyük bir gayret göstermiş, sonunda da lokmayı yutmuş. Ne yazık ki, bahtında yazılı olacak, lokmanın içinde iri bir kılçık varmış; lokmayı acele yutarken bu kılçık boğazına saplanıp kamburu o anda öldürüvermiş.
Anlatısının burasında vezirin kızı Şehrazat, sabahın yaklaşmakta olduğunu görmüş ve âdeti olduğu üzre, Şah Şehriyar’ın kendisine vermiş olduğu izni kötüye kullanmış olmamak için öyküyü daha fazla uzatmak istememiş ve susmuş.
Bunun üzerine kızkardeşi genç Dünyazat, ona “Ablacığım, konuşman ne kadar kibar, tatlı, zevkli ve temiz!” demiş. Ablası da, “Şayet asil şahımız lütfeder de bir gece daha sağ kalırsam, yarın gece öykünün devamı olarak anlatacaklarımı duyunca acaba ne yapacaksın?” demiş.
Şah Şehriyar da içinden, “Vallahi! Bu acayip öykünün sonunu öğrenmedikçe onu öldürtmeyeceğim” demiş.
Sonra Şah Şehriyar, Şehrazat’ı kollarına almış; ve ikisi, geceyi sabah oluncaya kadar birbirinin koynunda geçirmişler. Sonra da şah kalkmış ve divana gitmiş. Onu izleyerek vezir ve emirler ile mabeyinciler ve muhafızlar da salona girmişler; ve divan insanla dolmuş. Şah, adalet dağıtmış, işleri düzenlemiş ve kimilerini tayin, kimilerini de azletmekle meşgul olmuş; askıda kalan davaları görmüş; böylece bütün gün uğraş vermiş. Divan çalışmaları bitince şah, sarayına çekilmiş ve gidip Şehrazat’ı bulmuş.
Ve Yirmi Beşinci Gece Gelince
Dünyazat, Şehrazat’a, “Ablacığım, senden rica ediyorum, bize Kambur, Terzi ve Karısı öyküsünün sonunu anlat!” demiş. Şah da aceleyle, “Anlatabilirsin!”yanıtını vermiş. O zaman Şehrazat söze başlayarak demiş ki:
Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki, terzi, kamburun böylece ölüverdiğini görünce, “Yüce ve kadir-i mutlak olan Tanrı’dan daha güçlü ve kudretli varlık yoktur! Bu zavallı adamın gelip de bizim ellerimiz arasında böylece ölüvermesi ne felaket!” demiş. Fakat karısı bunu kabul etmeyip, “Ne kadar yanılıyorsun sen!” diye haykırmış. “Şairin şu dizelerini bilmiyor musun?”
Ey ruhum! Niye saçmalığa dalıyor ve kahroluyorsun? Kedere, kaygıya değmeyecek şeylerle zihin yorup duruyorsun! Kenarında oturacağına, kendini ateşe atıyorsun! Ateşe yaklaşmanın tutuşma tehlikesi getireceğini bilmiyor musun?”
Bunu duyan kocası, ona, “Peki, öyleyse ne yapmalıyım şimdi?” diye sormuş. Kadın, “Hele ayağa kalk! İkimiz birlikte ölüyü buradan kaldıralım; onu ipek bir örtüye saralım! Hemen bu gece, ben önde, sen arkada taşıyalım! Sen yol boyunca, boyna, ‘Bu benim çocuğumdur! Şu da annesi! Çocuğa bakacak bir hekim arıyoruz! Nerede bir hekim var acaba?’ diyeceksin” diye yanıt vermiş.
Karısının bu sözlerini duyan terzi, ayağa kalkmış, kamburu kollarına almış ve karısını izleyerek evden çıkmış. Kadın da, ken-dince, “Ah zavallı yavrum! Sağ salim bir kurtulsan! Söyle neren ağrıyor? Ah, bu kör olası çiçek illeti! Bedeninin neresinde kabarcıklar var?” diyormuş; onun bu sözlerini duyan her gelip geçen, “Bunlar çocuğun anasıyla babası! Suçiçeğine tutulmuş çocuklarını taşıyorlar!” diyor ve oradan bir an önce uzaklaşmaya çalışıyormuş.
Terzi ile karısı, böylece, nerede bir hekim bulabileceklerini sora sora ilerlemişler; sonunda, tarifleri izleyerek Yahudi bir hekimin kapısına ulaşmışlar. Kapıyı çalmışlar, zenci bir kadın merdivenleri inip onlara kapıyı açmış ve kollarında bir çocuk taşıyan adamı ve ona eşlik eden kadını görmüş. Kadın ona, “Yanımızda hekimin bakması için çocuğumuzu getirdik. Şu çeyrek dinarı al ve efendine ver, ona inip çok hasta olan çocuğuma bakması için ricada bulun!” demiş.
Bunun üzerine hizmetçi yukarı çıkmış; terzinin karısı da hemen evin eşiğini aşmış ve kocasını içeri alıp ona, “Kamburun cesedini hemen şuracığa koy ve en kısa zamanda buradan uzaklaşalım!” demiş. Terzi, kamburun cesedini duvara yaslayarak merdiven basamaklarından biri üzerine yerleştirmiş ve karısı kendisini izlemekte iken oradan uzaklaşmış.
Zenci hizmetçiye gelince, efendisi Yahudi hekimin yanına girmiş ve ona, “Aşağıda, bir kadın ile bir erkeğin getirdiği bir hasta var; bana senin için çeyrek dinar vererek onu iyileştirecek bir reçete yazmanı istediler” demiş. Yahudi hekim çeyrek dinarı görünce sevinmiş ve çabucak yerinden kalkmış; ve aceleyle aşağı inerken yanına ışık almayı unutmuş. Bu yüzden merdivenden inerken kamburun cesedine çarpmış ve onu yere yuvarlamış. Birine çarpıp yere yuvarladığını anlamaktan gelen korkuyla onu hemen muayene etmiş ve ölmüş bulunduğunu görünce, buna kendisinin neden olduğunu düşünmüş. Bunu anlayınca, “Allahım! Yarabbi! Bu ne beladır? On Emrin ile beni koru!” demiş.
Sonra da ölümüne neden olduğu kişinin cesedini nasıl ortadan kaldıracağını düşünürken, Harun’un, Nuh’un oğlu Yuşa’nın ve öteki İsrail peygamberlerinin adlarını anarak yakarışlarını sür-dürmüş; sonra da, “İşte şu hastaya çarpıp onu merdivenlerinin dibine kadar düşürerek ölümüne neden oldum! Şimdi bu ölüyü ne yapacağım?” diye kendi kendine söylenmiş. Cesedi alıp evin avlusunun bir köşesine kadar götürmüş; sonra da, ölüyü karısına göstererek meseleyi anlatmış. Karısı şaşınp kalmış ve “Ah! Hayır! Bu ölü burada kalamaz. Hemen onu evden çıkar! Çünkü, gün doğuncaya kadar burada kalırsa iflah olmayız. Birlikte onu evin taraçasına taşıyalım, oradan komşumuz Müslüman’ın avlusuna yuvarlayalım! Çünkü bilirsin ki komşumuz sultanın aşçısının azık sağlayıcısıdır; evi de içyağı, tereyağı, zeytinyağı, un ve zahire gibi şeyleri kemirip zarar veren fare, kedi ve köpek dolu-dur. Bu hayvanlar kuşkusuz ölüyü de yer bitirirler” demiş.
Bunun üzerine Yahudi hekim ve karısı kamburu alıp taraçaya çıkarmışlar. Oradan da yavaşça cesedi azık sağlayıcının evinin içine indirmiş, mutfağın duvarına ayaküstü yaslamışlar. Sonra da oradan ayrılıp kendi evlerine dönmüşler.
Kamburun duvara yaslanmış olarak oraya bırakılmasından birkaç dakika sonra, azık sağlayıcı, dışarıdan eve dönmüş; kapıyı açıp bir mum yakarak içeri girmiş. Bir de ne görsün? Bir âdemoğlu, mutfağın kapısının yanında ayaküstü durmakta. Bunu gören azık sağlayıcı şaşırmış ve “Bu da nesi? Allah, Allah! Şimdi anlıyorum ki benim mallarımı aşıran bir insanmış, hayvanlar falan değilmiş. Kedi ve köpeklerden dikkatle esirgediğim etleri, yağları çalan buymuş demek! Ama, önceden düşündüğüm gibi mahallenin tüm kedi ve köpeklerini öldürmenin bir yararı yok artık! Çünkü taraçadan inip hırsızlık yapan adamı buldum” diye haykırmış; ve azık sağlayıcı hemen eline büyük bir sopa alarak herifin üzerine saldırmış; sopayı kafasına olanca gücüyle indirmiş; onu yere devirmiş ve göğsünün üstüne de sopa yağdırmış. Ama adamın hiç kıpırdamadığını görünce, onun ölmüş olduğunu anlamış. O zaman kederlenmiş ve “Yüce ve Güçlü Tanrı’dan daha güçlü ve kuvvetli varlık yoktur!” demiş. Sonra da korkmuş ve “Allah, etleri de, yağları da bu belalı geceyi de kahretsin! Bu adamı öldürmüş olmam benim kötü bahtımdır!” demiş; ve “Kambur olman sana yetmiyor muydu? Kalkıp bir de hırsız olmuşsun ve gelip benim etlerimi, yağlarımı çalmaya yeltenmişsin! Ey korucuyu Tanrım! Beni kudretinin örtüsü altına alıp koru!” diye dua etmiş. Bunun üzerine, gece epey ilerlemiş olduğundan, azık sağlayıcı kamburu omuzlarına almış, evinden çıkmış ve çarşının başladığı yere kadar taşımış. Orada durarak kamburu ayakları üzerinde, köşe başındaki bir dükkânın kapısına yerleştirmiş; ve oracıkta bırakıp evine dönmüş. Kamburun oraya bırakılmasının üzerinden pek fazla bir zaman geçmiş geçmemiş, yolda bir Hristiyan belirmiş. Bu kimse, sultanın simsarı imiş. Sarhoşluğu ona garip işler yaptırıyormuş; kendi kendine, “Yürü! Mesih’e ulaşmak üzeresin!” diyor; zigzaglar çizerek, sendeleyerek yürüyormuş; böylece fark etmeden kamburun bulunduğu tarafa yönelmiş; durup işeme pozisyonu almış. Ama birdenbire duvara yaslanmış olan kamburu görmüş. Hareket etmeden, öylece orada duran adamı görünce, bunun akşamın ilk saatlerinde sarığını çalmış olan hırsız olduğunu sanmış; çünkü Hristiyan simsar, gerçekten, başı açık geziyormuş. Bunun üzerine Hristiyan, adama çullanmış ve gırtlağına müthiş bir yumruk aşketmiş ve adamı yere devirmiş. Sonra çarşı bekçilerine seslenerek bağırıp çağırmış. Sarhoşluğun verdiği coşkuyla tekmeleyip yumruklayarak kamburun üzerine çökmüş; ve de iki eliyle boğazını sıkmaya başlamış. O sırada çarşının bekçisi çıkagelmiş ve Hristiyan’ın bir Müslüman’ı yere yıktığını, dövdüğünü ve ümüğünü sıktığını görmüş. Bekçi, “Bırak bu adamı, ayağa kalk!” diye haykırmış. Hristiyan da ayağa kalkmış.
Bunun üzerine çarşı bekçisi, yere uzanmış olan kambur Müslüman’a yaklaşmış, onu muayene etmiş ve öldüğünü anlamış. Bunun üzerine, “Aman yarabbi! Bir Hristiyan’ın bir Müslüman’a dokunma cesareti göstermesi ve onu öldürmesi revayı hak mıdır?” diye haykırmış. Sonra da Hristiyan’ı yakalayıp ellerini ardına bağlamış ve onu hükümet konağına götürmüş. Hristiyan sızlanıp, “Ey Mesih, ey Bakire Meryem! Ben bu adamı nasıl öldürebilirim! Ve bir yumrukta nasıl böylesine oluverir! Ayıldın artık, otur düşün bakalım!” diye kahırlanmış.
Vilayet konağına gelinince, Hristiyan ile kamburun cesedi, ertesi sabah vali uyanasıya kadar, bütün gece hapsedilmiş. Hristiyan, çarşı bekçisinin olayları bildiren raporunu inkâr etmemiş. Vali de, bir Müslüman’ı öldürmüş bulunan bu Hristiyan’ı mahkûm etmek zorunda kalmış. Tellallar çıkartmış, saray simsarının idama mahkûm edildiğini, cellat tarafından boynunun vurulacağını kent halkına duyurmuş. Sonra darağacını hazırlatmış ve mahkûmun asılmaya götürülmesi emrini vermiş. Cellat gelip urganı hazırlamış, boğaza geçecek düğümü ayarlamış, mahkûmun boynuna geçirmiş; tam ipi çekmek üzere imiş ki, sultanın mutfağının azık sağlayıcısı toplanan halkı yararak darağacının altında duran Hristiyan’a kadar ulaşmış ve cellada, “Dur, onu asma! Bu adamı öldüren benim!” diye haykırmış. Bunun üzerine vali, “Peki, neden öldürdün bu adamı?” diye sormuş. O da, “Şundan dolayı: O gece evime dönünce, taraçadan inerek evime giren ve saray mutfağı için aldığım erzağı çalanın bu kimse olduğunu anladım; ve bir sopayla kafasına ve göğsüne vurdum; sonra da düşüp öldüğünü farkettim. Bunun üzerine onu omuzlayıp çarşıya geldim ve falan yerdeki falan sokaktaki bir dükkânın duvarına dikine dayadım! Bahtsız bir adamım ben! Nerdeyse susarak, başkasının idamına da neden olacaktım. Asılması gereken kimse benim!” demiş.
Vali, azık sağlayıcının bu sözlerini işitince, Hristiyan simsarı bıraktırmış ve cellada, “Suçunu kendi ağzıyla itiraf eden bu adamı hemen as!” diye emir vermiş.
Bunun üzerine cellat, daha önce simsarın boynuna taktığı urganı almış, bu kez, darağacının altına götürdüğü azık sağlayıcının boynuna geçirmiş; tam adamı havada sallandıracağı sırada, halkı yararak ortaya çıkan Yahudi hekim, cellada, “Bekle! Sakın onu asma! Adamı öldüren benim!” diye haykırmış. Sonra da durumu şöyle açıklamış: “Aslında, bilin ki, bu Müslüman, tedavi niyetiyle bana başvurdu. Onu görmek için merdivenden inerken, gecenin karanlığında ona çarptım ve merdivenden devirdim; baktım ki ölmüş. Bundan dolayı azık sağlayıcıyı değil, sorumlu olan beni asın!” demiş.
Bunun üzerine vali, Yahudi hekimin öldürülmesini emretmiş. Cellat da azık sağlayıcının boynundan aldığı ilmiği Yahudi hekimin boynuna geçirmiş; onu asmaya niyetlenmişken; halkı yararak terzi ortaya çıkmış ve cellada, “Dur! Onu öldüren benim!” diye haykırmış; sonra da öyküsünü şöyle anlatmış: “Dün bütün günü gezerek geçirdim. Akşama doğru da eve döndüm. Yolda, ölüsünü gördüğünüz bu kambura rastladım; sarhoştu, neşeliydi; elindeki zilli tefle coşkulu, eğlendirici şarkılar söylüyordu; durdum, onu izledim, çok keyiflenip onu evime davet ettim. Sofraya oturduğumuzda, birçok yiyecek arasında sofrada bulunan balık ile ekmeği bir lokma halinde karım kendisine yedirmek üzere kamburun ağzına tıktı; bu lokma kamburu boğdu ve hemen öldü. Bunun üzerine ben ve karım, onu alıp Yahudi hekimin evine götürdük. Merdivenden bir zenci kadın inip bize kapıyı açtı; ona, ‘Git, efendine bir kadın ile bir erkeğin hasta getirdiklerini ve beklediklerini söyle! Gelsin de bir reçete yazsın!’ dedik. Sonra hizmetçiye efendisine sunmak üzere çeyrek dinar verdik. Aceleyle merdivenleri çıkıp uzaklaşınca, ben ve karım, kamburu merdivenin bir yerinde duvara dayayarak oradan derhal uzaklaştık. Bu sırada Yahudi hekim hastayı görmek için merdivenden inmiş olacak. Demek ki kambura çarparak merdivenden yuvarlanmasına neden olmuş; ve de Yahudi hekim kamburu öldürenin kendisi olduğunu sanmış!” demiş.
Bu anda terzi Yahudi hekime dönerek ona, “Söylediklerim doğru değil mi?” diye sormuş. O da, “Evet, doğrusu budur!” demiş. Bunun üzerine terzi, valiye dönüp, “Bu durumda Yahudi’yi bırakıp beni asın!” demiş.
Vali, bu sözleri duyunca çok şaşırmış ve “Kamburun bu öyküsü salnamelere ve kitaplara geçmeye lâyıktır” demiş; sonra da cellada Yahudiyi bırakıp suçunu açıklayan terziyi asması emrini vermiş. Bunun üzerine cellat terziyi alıp darağacının altına götürmüş, urganı boynuna geçirmiş ve “Bu kez, inşallah sonuncusudur. Artık adam değiştirip durmayacağım” diye düşünmüş; ve urganı kavramış.
İşte tüm bunlar olup bitmiş.
Kambura gelince, anlaşılan sultanın soytarısı imiş, sultan onu yanından bir an bile ayırmazmış. Ama kambur, o gece, kafayı çektikten sonra, bir ara saraydan kaçmış ve bütün gece ortadan yok olmuş. Ertesi gün de, haber bekleyen sultana, adamları gelip, “Efendim! Vali kamburun öldüğünü ve katilin asılmak üzere olduğunu bildirdi. Gerçekte, vali, onun ölümüne neden olanı astıracağı sırada, bir ikinci adam; sonra da bir üçüncü adam ilerleyip asıl suçlunun kendileri olduğunu iddia etmişler. Ve her biri valiye suçluluklarının nedenlerini anlatmışlar” demişler.
Sultan bu sözleri işitince, daha fazlasını da işitmek istemiş; bağırarak bir mabeyinciyi çağırmış ve ona, “Hemen git, valinin yanına koş! Ve ona tüm ilgilileri huzuruma getirmesini söyle!” demiş. Mabeyinci de koşup siyaset meydanına ulaşmış; tam o sırada cellat terziyi asmak üzere imiş. Mabeyinci, “Dur!” diye haykırmış. Sonra valiye kamburun öyküsünün sultana anlatıldığını, sultanın da terzinin, Yahudi hekimin, azık sağlayıcının ve Hristiyan simsarın, kamburun cesediyle birlikte huzuruna getirilmesini emrettiğini, hep birlikte saraya gidileceğini bildirmiş.
Vali, sultanın huzuruna çıkıp önünde yeri öpünce, tüm ayrıntılarıyla kamburun öyküsünü başından sonuna kadar anlatmış. Ama onu burada yeniden anlatmak gerçekten yararsız!
Sultan, bu öyküyü işitince, çok şaşırmış ve büyük bir neşeye kapılmış. Sonra da saray katiplerine bu öyküyü altın suyuyla kaleme almalarını emretmiş; ve de maiyetindekilere, “Siz hiç şu kamburunkine benzer bir öykü duydunuz mu?” diye sormuş.
Bunun üzerine saray simsarı Hristiyan ilerleyip sultanın önünde yeri öpmüş ve, “Ey yüzyılların eşini görmediği, zamanın şahı! Ben, kamburla olan serüvenimizden daha şaşırtıcı bir öykü biliyorum; izin verirseniz anlatayım! Bu öykü, kamburunkinden çok daha ilginç, çok daha garip ve hoştur” demiş.
Sultan da, ona, “Peki, anlat bakalım! Dağarcığında ne olduğunu görelim!” demiş. Bunun üzerine saray simsarı şu öyküyü anlatmış:
Hristiyan Simsarın Öyküsü
Bil ki, ey zamanın şahı! Ben bu ülkeye sadece ticari bir iş için geldim. Ben, bahtın senin ülkene yönelttiği bir yabancıyım. Aslında, Kahire kentinde doğdum. Oradaki Kıptiler’den biriyim. Yine aynı şekilde, Kahire’de tıpkı benden önce simsarlık yapan babam gibi yetiştirildim.
Babam öldüğü sırada, ancak delikanlılık yaşına ulaşmıştım; onun yerine simsarlığa başladım; biz Kıptiler’e has olan bu meslekte her türlü olanağı bulacağımı düşünüyordum.
Günün birinde tahıl tacirlerinin bulunduğu hanın kapısında otururken, süslü elbiselere bürünmüş, kırmızı eğeri son derece gözalıcı bir eşeğe binmiş, rastlanılabilecek en yakışıklı gencin geçmekte olduğunu gördüm. Bu genç adam da beni görünce selâm verdi; ben de hemen ayağa kalkarak ona saygı gösterdim. Bunun üzerine cebinden, içinde örnek kabilinden bir miktar susam bulunan bir mendil çıkardı ve bana, “Bu tür susamın ardebinin{1} burada ne kadar ettiğini bana söyler misin?” diye sordu. Ona, “Yüz dirhem eder” dedim. “Öyleyse, yanına tahıl ölçen kimseleri al ve Bab-ün-Nasr mahallesindeki El-Guali hanına gel! Orada beni bulursun!” diye yanıt verdi. Sonra susam örneklerini içeren mendili bana bırakarak yanımdan uzaklaştı.
Bunun üzerine değerini yüz dirhem olarak tahmin ettiğim elimdeki örneği göstererek, tahıl alıcısı tacirleri dolaştım. Tacirler her bir ardep için yüz on dirhem verdiler. Havadan peşinen on dirhem kazançlı çıkacağım için bundan çok memnun oldum. Yanıma dört tartıcı alarak hemen beni bekleyen genç adamı bulmaya gittim. Beni görünce yanıma geldi ve beni tahılın bulunduğu depoya götürdü; ölçücüler çuvalları boşaltıp tarttılar; elli ardep geldi. Genç adam bunun üzerine bana, “Senin ardep başına yüzde on bir simsarlık ücretin olmalı! Ama ben sana paranın tümünü bırakacağım; ve sen, yeniden seni görüp onu senden geri alıncaya kadar benim için dikkatle saklayacaksın! Malın bedeli olan beş bin dirhemden kendin için beş yüzünü ayır! Bana dört bin beş yüz dirhem kalacak. İşlerini bitirdikten sonra sana gelir ve paramı alırım” dedi. Kendisine, “İstediğiniz gibi olsun!” dedim ve ellerini öperek oradan ayrıldım.
Gerçekten, o gün, simsarlıktan bin dirhem para kazandım: Mısırlı simsarların almayı âdet edindikleri yüzde 20 komisyon ücreti olarak beş yüzünü satıcıdan, beş yüzünü de alıcıdan alarak…
Genç adama gelince, bir ay ortadan yok olduktan sonra beni görmeye geldi ve “Dirhemler nerede?” diye sordu. Ben de, hemen, “Emrine amade, şu torbanın içinde hazır duruyorlar” diye yanıt verdim. Ancak bana, “Onları, yeniden gelip alıncaya kadar, bir süre daha yanında sakla!” dedi. Uzaklaşıp yeniden bir ay daha ortalarda görülmedi. Dönüp geldiğinde, “Dirhemler nerede?” diyerek yeniden sordu. Hemen ayağa kalkıp kendisini selamladım ve “İşte burada, emrini bekliyor” dedim. Sonra da, “Evime gelip bir lokma yemeğimi paylaşarak bana onur verir misin?” diye sordum. Önerimi kabul etmedi ve bana, “Paraya gelince! Senden onu, çok sıkışık birkaç işimi görüp dönünce almak üzere bir süre daha saklamanı rica edeceğim!” dedi. Sonra da uzaklaştı. Ben de, ona ait olan parayı dikkatle sakladım ve dönüp gelmesini bekledim. Bir ay sonra geri geldi ve bana, “Bu akşam parayı almak üzere buraya geleceğim” dedi. Bunun üzerine parayı ona sunmak için hazır tuttum; ama o gece ve ondan sonraki günlerde onu beklediğim halde bir ay daha ortalıkta görülmedi. Kendi kendime, “Bu genç adam insana güven duyuyor. Ömrüm boyunca hanlarda, çarşılarda simsarlık ederim; böylesini görmemiştim” dedim. Sonunda yeniden çıkıp geldi: eşeğine binmiş, süslü giysileri içinde. Yüzü ayın on dördü gibi parlak ve hamamdan çıkmışçasına temiz olarak. Yanakları pembe ve alnı çiçek gibi pürüzsüz, ağzının bir köşesinde siyah bir amber damlası gibi duran beniyle tıpkı şairin dediği gibiydi:
Ay dolunayken ve gökteki turunu yaparken güneşle buluşunca, ikisi de parlaklık ve güzelliklerine bürünmüştür. İki âşık da tıpkı böyledir.
Onları seyredenler de, hayranlık duymaktan ve onları takdir etmekten ve de mutluluk dilemekten öte bir şey yapamazlar.