İdeoloji

Ben Fine, Alfredo Saad-Filho – Marx’ın Kapitali

TARİH VE YÖNTEM

Marx, bütün yetişkin hayatı boyunca kapitalist toplumun devrimci dönüşümü peşinde koştu. En çok yazdıklarıyla tanınmış olsa da, bu uğurda yaptıkları arasında, işçi sınıfını harekete geçirip örgütlemek de vardı — örneğin Marx 1864 ile 1876 arasında Birinci Uluslararası İşçiler Derneğinin önderlerinden birisiydi. Marx, yazılı yapıtlarında, tarihî gelişmenin genel sürecini açığa çıkarmaya, bu anlayışı tikel toplum tiplerine uygulamaya ve özgül tarihî durumların somut birer incelemesini yapmaya çalışır. Bu bölüm, Marx’ın düşünsel gelişmesi ile yönteminin ana özelliklerini kısaca gözden geçiriyor. Bu kitabın geri kalan kısmı ise, yapıtının öteki yönlerini, özellikle, başta gelen ekonomi politik yapıtı olan Kapital’in üç cildinde yer alanları daha ayrıntılı olarak tahlil ediyor.
Marx’ın Felsefesi
1818’de Almanya’da doğan Karl Marx, hukuk okuyarak erken yaşta üniversite kariyerine başladı. İlgisi çok geçmeden felsefeye yöneldi. Bu alan o sırada Hegel ile izleyicilerinin hâkimiyeti altındaydı. Bunlar idealisttiler; teorik kavramların, maddi gerçeklikten az çok bağımsız olarak geliştirilmesinin meşru olduğuna inanırlardı. Hegelcilere göre gerçeklik evrim hâlindeki bir kavramlar sisteminin ya da görece soyut olanı gittikçe somutlaşmakta olana bağlayan bir kavramlar yapısıyla “Mutlak İdea”ya doğru hareketin sonucuydu. Hegelciler, düşünsel ilerlemenin devlet, kültür ve toplumsal hayatın başka biçimlerindeki ilerleyişi açıkladığına inanıyorlardı. Bundan dolayı bilincin incelenmesi, toplumu anlamanın anahtarıydı. Tarih ise, kurumlar ile fikirlerin hegemonya için savaştığı bir dram sahnesiydi. Bitmek bilmeyen bu çatışmada her bir gelişme aşaması, kendisinin daha yüksek bir aşamaya dönüşmesinin tohumlarını taşırdı. Her bir aşama, kendinden önce gelenlere göre bir ilerleme olsa da, onlardan alınma ögeleri masseder ve dönüştürürdü. Yeni fikirlerin, eskileri yenilgiye uğratmaktan çok onların içerisindeki çatışma ya da çelişkileri çözüme ulaştırdığı bu değişme sürecine Hegel diyalektik adını veriyordu.
Hegel 1831’de öldü. Marx hâlâ genç bir üniversiteliyken, birbirinin karşısında yer alan iki Hegelci grup vardı: Genç Hegelciler (radikal) ve Eski Hegelciler (gerici). Her ikisi, Hegel’in meşru halefleri olduklarını iddia ediyordu. Eski Hegelciler, Prusya’nın mutlak monarşisi, dini ve kültürüyle, İdea’nın diyalektik ilerlemesi içinde ulaştığı muzaffer başarıyı temsil ettiğine inanıyorlardı. Buna karşılık, tehlikeli ölçüde din aleyhtarı olan Genç Hegelciler, düşünsel gelişmenin daha yolun başında olduğuna inanıyorlardı. Bu karşıtlık, iki okul arasında bir savaş için zemini hazırladı. Tarafların her biri, kendi zaferlerinin Alman toplumunun ilerlemesini müjdeleyeceğine inanıyordu. Almanya’da hayatın büyük bölümünü etkisi altına alan saçmalık, sefalet ve bozulmayı gözlemlemiş olan Marx, başlangıçta kendini Genç Hegelcilerle özdeşledi.
Ne var ki Marx’ın Genç Hegelcilere duyduğu yakınlık, büyük ölçüde, bir maddeci olan Feuerbach’ın kendisi üzerindeki etkisinden dolayı son derece kısa ömürlü oldu. Feuerbach’ın maddeciliğinin anlamı, kendi refahına düşkün olması değildi — hatta muhalif görüşleri, ona akademik mesleğine mal olmuştu. Onun inanışına göre, insan bilincinin yaşam ve varoluşa egemen olması şöyle dursun, bilinci belirleyen, insan ihtiyaçlarıydı. Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü’nde dine karşı basit ama parlak bir kalem kavgasına girişir. İnsanların Tanrı’ya ihtiyacı vardı; çünkü din duygusal bir ihtiyacı gideriyordu. Bu ihtiyacı karşılamak için insanlar en iyi niteliklerini bir Tanrı figürüne yansıtmışlar, ona o ölçüde tapmışlardı ki Tanrı insan bilincinde bağımsız bir varoluş edinmişti. İnsanlıklarını yeniden kazanmaları için, insanların Tanrı sevgisinin yerine, birbirlerine olan sevgiyi koymaları gerekiyordu.
Bu içgörü Marx’ın zihninde hemen yer etti. Başlangıçta Feuerbach’ı, insanları toplumsal varlıklar olarak değil, verilmiş bir “insan doğası”nı gerçekleştirmeye çabalayan bireyler olarak gördüğü için eleştirdi. Ne var ki çok geçmeden Feuerbach’ın maddeciliğinin ötesine geçti. Bunu iki yoldan yaptı. Birinci olarak, Feuerbach’ın maddeci felsefesini, toplumda hüküm süren bütün egemen fikirlere, dinin ötesinde ideolojiye ve bir bütün olarak insanların toplum kavrayışına yaygınlaştırdı. İkinci olarak, Feuerbach’ın fikirlerini tarihe yaygınlaştırdı. Feuerbach’ın tahlili tamamen tarih dışıydı ve diyalektik değildi: İnsanlar, din aracılığıyla duygusal bir ihtiyacı karşılıyor, ancak bu ihtiyacın kökeni, onu karşılayan ister Tanrı olsun ister olmasın, açıklanmadan ve değişmeden kalıyordu. Marx, bu sorunun çözümünü maddi koşullarda gördü. İnsan bilinci, Marx’ın düşüncesinde kritik bir yer tutmakla birlikte ancak tarihî, toplumsal ve maddi koşullarla ilişki içinde anlaşılabilirdi. Böylece Marx, diyalektik ile tarih arasında sıkı bir ilişki kurmuş oluyordu. Bu ilişki, onun kendi yönteminin bir köşe taşı hâline gelecekti. Bilinç, esas olarak maddi koşullarca belirlenmekte, ama bunların kendileri, insanlık tarihi boyunca diyalektik bir evrim geçirmekteydi.
İster Hegel’in, onun çeşitli izleyici ve eleştiricilerinin ister Marx’ın zihninde olsun, bu açıklama onların düşüncesindeki ortak bir özelliği açığa çıkarır: Şeyler, her zaman doğrudan doğruya, oldukları gibi görünmez. Örneğin Feuerbach’a göre Tanrı’nın zihin dışında bir varoluşu yoktur; ama bir insan ihtiyacını karşılamak için, varmış gibi görünür. Kapitalizm koşullarında serbest emek piyasası sömürüyü gizler; siyasi demokrasi ise, ayrıcalıkların ve iktidarın devam ettiğini değil, eşitliği telkin eder. Gerçeklik (veya içerik ya da öz) ile onun nasıl göründüğü (ya da biçim) arasındaki bu ayrılık Marx’ın (diyalektik) düşüncesinin ana yönlerinden birisidir. Bu düşünce, soyut kavramlar (örneğin sınıf ve değer gibi) ile bunların gündelik hayatta (ücretler, fiyatlar ve kârlar aracılığıyla) gösterdiği somut ve pratik varlık arasındaki bağı kurar.
Marx’ın, esas olarak kapitalizm için önüne koyduğu ve kendi deyişiyle, bilime giden düz yol olmadığı için, son derece zahmetli olduğunu kabul ettiği görev, soyut ile somut arasındaki bağlantı ve çelişkilerin izini sürmekti. Bu görev, uygun bir yöntemin benimsenmesini, soyut kavramların seçilişinde isabetli bir başlangıç noktasını ve şeylerin nasıl olduğu ile nasıl göründüğü arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmak için, bunların tarihî ve mantıki içeriğinin özenle göz önüne serilmesini işin içine katar.
Önemli olan şudur ki, Marx meta fetişizmini irdelerken (2. bölümde) açıklığa kavuşacağı üzere görünüşler, dinî inançlarda olduğu gibi ille düpedüz yanlış ya da aldatıcı değildir. Çünkü ne kadar istesek de, sırf kapitalizmin sömürüyü örgütleyiş biçimi olduklarını saptadık diye ücret, kâr ve fiyatları yok sayamayız. Bu örnekte görünüşler gerçekliğin kendisinin ayrılmaz birer parçasıdır; kapitalizmin, uygun bir diyalektiğin açığa çıkarmayı amaçlayacağı daha temel yönlerini hem temsil eder hem de gizlerler. Bu karmaşıklığı nasıl çözeceğiz?
Yöntem
Marx, ekonomi politik, tarih, antropoloji, güncel gelişmeler ve daha pek çok konu üzerine olan geniş kapsamlı yazılarının tersine kendi yöntemi üzerine ayrıntılı bir denemeyi hiçbir zaman kaleme almadı. Bunun nedeni, yapıtının, esas olarak kapitalizmin ve onun methiyesini yapanların eleştirisi oluşu, bu yapıtta metodolojinin önemli ama ikincil bir rol oynayışı ve genellikle başka argümanlar içerisinde saklı oluşudur. Üstelik Marx’ın yöntemi, bir dizi evrensel kural hâlinde özetlenemez; maddeci diyalektiğinin özgül uygulamaları geliştirilmedikçe sorunlar tek tek ele alınamaz. Marx’ın yönteminin uygulanmasının en iyi bilinen örneği Kapital’deki eleştirici kapitalizm incelemesidir. Marx’ın bu yapıttaki yaklaşımının kabaca beş önemli özelliği vardır. Metin boyunca, çoğu kez örtük olarak bunlara eklemeler yapacak ve bunları incelteceğiz.
Birinci olarak, toplumsal görüngüler ancak tarihî bağlamları içinde var olur ve anlaşılabilir. Her yerde ve bütün zamanlar için geçerli olduğu sanılan tarih ötesi genelleştirmeler çoğunlukla ya boş ya geçersiz ya da hem boş hem de geçersizdir. İnsan toplumları son derece esnektir. Alabildiğine değişik şekillerde örgütlenebilirler; ve ancak ayrıntılı bir tahlil, iç yapıları, çelişkileri, değişme ve sınırları üzerine geçerli içgörüler sağlayabilir. Marx, özellikle, toplumların, hangi üretim tarzına –örneğin feodalizme mi, kapitalizme mi– göre örgütlendiklerine bağlı olarak birbirinden ayrıldığını düşünüyordu. Her bir üretim tarzı sınıf ilişkilerine göre yapılanıyordu ve bunlara uygun düşen tahlil kategorileri vardı. Ücretli emekçi, her nasılsa ücret alan bir serf ya da “özgür bir köle” olmadığı gibi sermayeci de, haraç yerine kâr alan bir feodal baron değildi. Toplumlar, hangi üretim tarzına göre örgütlendiklerine bağlı olarak birbirinden ayrılırdı; bunları anlamakta kullanılan kavramlar da öyle olmak zorundaydı.
İkinci olarak, o hâlde teori, tarihî ve toplumsal sınırlarının ötesine itildiği zaman geçerliliğini yitirir. Bu, kavramların, hangi toplumları ele almak için tasarımlanmışlarsa, onlardan çıkarılması gereğinin bir vargısıdır. Örneğin Marx, kapitalizmde işçilerin, ücretleri yoluyla mülk edindiklerinden daha çok değer ürettikleri için sömürüldüklerini iddia eder (bk. 3. bölüm); bu artık değeri doğurur. Bu sonuç ve ona uygun düşen artık değer kavrayışı, yalnız kapitalist toplumlar için geçerlidir. Başka toplumlardaki sömürüye bir miktar ışık tutabilirse de bu toplumlardaki sömürü tarzları olsun toplumsal ve iktisadi değişmenin kökleri olsun yeni baştan aranıp bulunmalıdır — kapitalizm tahlili, doğru olsa bile, başka toplumların nasıl yapılanmış olduğunu anlamanın ilkelerini otomatik olarak sağlamaz.
Üçüncü olarak, Marx’ın tahlilinin iç yapısı, teori ile tarih arasındaki ilişki üstüne kuruludur. Hegelci idealizmin tersine, Marx’ın yönteminin merkezinde kavramsal türetmeler yer almaz. Ona göre salt kavramsal muhakeme sınırlıydı; çünkü tahlilcinin kafasında evrilen ilişkilerin, neden dolayı gerçek dünyada da geçerli olmak zorunda olduğunu açıklamak olanaksızdı. Daha genel olarak idealizmin yanılgısının kaynağında şu yatar: düşünen kafanın dışında, yalnız tarihî ve maddi olarak var olduğu hâlde gerçekliği, esas olarak kavramsal ilerleme yoluyla açıklamaya çalışmak. Marx, şaka yollu, Genç Hegelcilerin, yer çekimi yasalarına inanmaktan bir kurtulabilseler, bu yasaları lağvedebileceklerini belirtir! Oysa Marx, gerçekliği toplumsal yapı ile eğilimler ve karşı eğilimlerin (bunlar diyalektik olarak türetilebilir) yanı sıra, önceden kestirilemez olumsallıkların (bunlar o yoldan türetilemez) şekillendirdiğinin farkındadır. Bunlar arasındaki etkileşimlerin sonuçları, önceden belirlenemez. Sonuç olarak, maddeci diyalektik, hem geçmişi hem şimdiki zamanı anlamaya yardımcı olabilirse de, geleceği önceden haber vermek olanaksızdır (Marx’ın kâr oranının azalma eğilimi ve karşı eğilimler yasası tahlili bu yaklaşımın çarpıcı bir örneğidir, bk. 9. bölüm). Marx’ın tarihî tahlilin yerinin inceleme yönteminin içerisi (tarih ile mantık birbirinden ayrılamaz) olduğunu kabul edişi, deneyciliğe verilmiş bir ödün değildir; ele avuca sığmaz bir gerçekliğin, bir kavramlar sistemince belirlenmek şöyle dursun, ona indirgenemeyeceğinin tanınmasıdır, o kadar.
Dördüncü olarak, maddeci diyalektik, somut ya da daha karmaşık ve özgül sonuçların açıklanması için gerekli olan kilit kavramları, yapıları, ilişkileri ve tahlil düzeylerini belirler. Marx, Kapital’de maddeci diyalektiği, kapitalizmin temel özelliklerini ve bunların çelişkilerini saptamakta, bu üretim tarzının yapısını ve dinamiğini açıklamakta ve tarihî değişmenin potansiyel kaynaklarının nerelerde olduğunu bulmakta kullanır. Marx’ın incelemesi, kapitalizmin gerçekliklerini düşüncede yeniden inşa etmeye yarayan daha karmaşık ve somut kavramları sistemli olarak ortaya çıkarır. Bu kavramlar, kapitalizmin tarihî gelişmesini açıklamaya ve kritik zayıf noktalarına işaret etmeye yardımcı olur. Bunu yaparken, başka başka soyutlama düzeylerinde yer alan kavramlar, Marx’ın tahlilinde her zaman bir arada yaşar. Teorik ilerleme, yeni kavramlara geçilmesini, var olan kavramların daha büyük somutluk ve karmaşıklık düzeylerinde inceltilip yeniden üretilmesini ve gerçekliğin daha zengin ve daha belirli bir açıklamasını sunmak için tarihî kanıtların ortaya konmasını içerir.
Beşinci olarak, Marx’ın yöntemi tarihî değişmeye odaklanır. Marx’ın Komünist Manifesto, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya ön söz ve Grundrisse’ye girişte üretim yapıları, toplumsal ilişkiler ve tarihî değişme arasındaki ilişkiler konusundaki açıklamasını özetlemiş olduğu iyi bilinir. Marx’ın görüşleri, çok zaman mekanik bir şekilde, teknolojinin sözde tek-doğrusal gelişmesi sorunsuzca tarihî değişmeye yol gösteriyormuş gibi yorumlanmıştır — öyle olsaydı üretimin gelişmesi toplumsal değişmeyi belirlemiş olurdu. Bu Marx yorumu geçersizdir. Teknoloji, toplum ve tarih (ve başka etkenler) arasında karşılıklı bir belirlenim ilişkisi vardır; ama bu belirlenim, toplumsal örgütleniş tarzının değişmez etkisi altında yer alır. Örneğin kapitalizm koşullarında teknolojik gelişmenin ardındaki esas itici güç, her türlü ticari faaliyeti kapsayan kâr buyruğudur. Feodalizm koşullarında lüks mallar ve (askerî) hizmetler üretimi, belirli bir noktaya kadar da, kâr güdüsünün yokluğunda teknik ilerlemenin kapsamını ve hızını sınırlayan tarım araçları son derece önemlidir. Buna karşılık Marx, komünist toplumlarda, teknolojik gelişmenin, tekrara dayalı, fiziksel açıdan zahmetli, güvensiz ve sağlıksız görevleri elemeye, genel emek-zamanı azaltmaya, temel ihtiyaçları karşılayıp insan potansiyelini geliştirmeye çalışacağını öne sürer (bk. 14. bölüm).
Marx’ın İktisadı
Engels ile birlikte Alman İdeolojisi’ni ve Feuerbach Üzerine Tezler’i yazdığı 1845-46’da Marx, Fransız sosyalistlerinin fikirlerinden etkilenmeye başlamıştı bile. Bu fikirleri burada ayrıntılı olarak tartışamayacağız. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki bu düşünürler, Fransız Devrimi’nin radikal mirasından ve yükselen burjuva toplumunun “liberté, égalité et fraternité” taleplerini gerçekleştirmekteki başarısızlığından besleniyorlardı. Fransız sosyalistleri aynı zamanda sınıf siyasetine derinlemesine karışmışlardı; birçoğu, iktidarın işçiler tarafından ele geçirilmesinin gerekli ve mümkün olduğuna inanıyordu.
Marx’ın Alman felsefesi ile Fransız sosyalizmi arasında kurduğu sentez, daha sonra inceleyeceği İngiliz ekonomi politiğine yönelik eleştirisi olmasaydı eksik kalırdı. Yukarıda açıklanan felsefe ve tarih kavrayışları göz önünde tutulursa, Marx’ın, çağdaş kapitalist toplumu anlamak, güçlü ve zayıf yönlerini ve sosyalist (komünist) bir topluma dönüşme potansiyelini teşhis etmek için incelemelerini iktisada yöneltmesi doğaldı. Bunu yapmak için İngiliz ekonomi politiğine daldı; o arada özellikle, Adam Smith, en başta da David Ricardo’nun yazdıklarından hareketle emek-değer teorisini geliştirdi. Marx’a göre, değerin kaynağını, Ricardo’nun varsaydığı gibi, üretimde geçen emek-zamana dayandırmak yeterli değildi. Çünkü Ricardo, mübadele, fiyatlar ve metaların varoluşunun doğal olduğunu düşünüyordu. Metaların, daha çok emek cisimlendirdikleri için daha değerli oluşu, üretimde geçen emek-zamanları üzerinden mübadele edildiklerini varsaymanın yerinde bir soyutlama olup olmadığı bir yana, metaların neden var olduğu sorununu göz ardı ediyordu. Bu nokta, bir sonraki bölümün konusu olmakla birlikte Marx’ın yönteminin başlıca özelliklerinden birini ve Marx’ın başka yazarlara yönelttiği ortak bir eleştiriyi örnekler. Marx, başka iktisatçıları içerik açısından yanlış bulmakla kalmaz; niyetlerini de yetersiz bulur. Başka iktisatçıların, insanların ve toplumların zaman bağlantısından soyutlanmış özellikleri olduğunu varsayma eğilimi gösterdikleri şeyleri Marx, yerlerinden söküp çıkararak, tarihî bağlam içinde anlamaktan şaşmadı.
Marx’ın da, doğal olduğunu düşündüğü bir şey vardı: üretim ve tüketim yapmak için (toplumun) çalışma gereği. Ne var ki üretimin örgütleniş biçimi açığa çıkarılmalı, öteki toplumsal ilişkilerin buna olan bağımlılığı gerek yapısal gerek tarihî olarak açıklanmalıydı. Çok kısa olarak Marx, çalışırlarken –bireysel ve toplumsal yeniden üretimlerinin maddi koşullarını üretirlerken– insanların, köle ya da efendi, lort ya da serf, sermayeci ya da ücretli olarak birbiriyle belli toplumsal ilişkilere girdiklerini öne sürer. Yaşayış tarzlarını, var olan toplumsal koşullar, özellikle de, üretim süreci içinde dolduracakları yerler belirler. Bu ilişkiler, toplumun tarihî gelişmesi boyunca kurulmuş olmalarına karşın, bireysel seçişlerden bağımsız olarak vücut bulur.
Tikel bir üretim tarzına (feodalizm, kapitalizm vb.) özgü toplumsal üretim ilişkilerini incelemenin en uygun yolu, en basitleri dışında bütün toplumlarda, bunları birer sınıf ilişkisi olarak ele almaktır. Toplumun üstüne bina edildiği temel bunlardır. Alım satım özgürlüğü nasıl kapitalist toplumun temel bir yasal karakteristiğiyse ilahî ya da feodal yükümlülükler de feodalizmin yasal temelleridir. Ayrıca kendini haklı çıkarıcı siyasi, yasal, düşünsel ve bölüşümsel biçimler de yerleşiklik kazanır ve bunlar, genel olarak, en geleneksel olanlar dışında bütün toplum görüşlerini ya alışkanlığın gücüyle ya da başka yollardan defedip cesaretlerini kırar. Kendini efendi ve krala sadakatle bağlı hissetse bile serfin her türlü yalpalayışı şiddetle cezalandırılabilir. Emek gücünü satma, ücretli için hem bir özgürlük hem bir zorlamadır. Daha yüksek ücretler için mücadele verilebilir; ancak bu mücadele, ücret sistemini sorgulamaz. Tersi olur da kapitalizmin doğası derinliğine yoklandı mı otoriteler, kaşlarını çatar. Bireysel muhalefet çoğu kez hoş görülürse de antikapitalist kitle hareketleri, hep baskı altına alınır.
Marx, bu bağlamda klasik ekonomi politikçiler ile faydacıları, insan davranışının hırs gibi bazı karakteristiklerinin “insan doğası”nın sürekli özellikleri olduğunu varsaydıkları için kıyasıya eleştirir. Ona göre bunlar, tikel toplumların bireylerde yarattığı karakteristiklerdir. Sonuç olarak bu düşünürler, kapitalist toplumun, Marx’ın, açıklama zorunluluğunu duyduğu özelliklerini, o arada, üretim araçlarının küçük bir azınlığın tekelinde oluşunu, çoğunluğun ücretli işlerde çalışmasını, ürünlerin parasal mübadele yoluyla bölüşülmesini ve alınan karşılıkların fiyatlar, kârlar ve ücretler gibi iktisadi kategorileri işin içine katışını da varsayarlar.
Marx’ın değer teorisi toplumsal bilime keskin görüşlü bir katkıdır. Şu bakımdan ki şeyler arasındaki teknik ilişkiler ya da iktisat yapma sanatıyla değil, insanların kendi aralarında kurdukları ilişkilerle ilgilenir. Marx, esas olarak, bir fiyat teorisi, bir etkinlik ölçütleri kümesi ya da bir dizi refah önermesi inşa etmeye ilgi duymaz; dar görüşlü bir “ekonomist”, hatta ekonomi politikçi olmaya asla niyetlenmemiştir. Marx eleştirici bir toplumsal bilimciydi; yapıtı, akademik disiplinleri birbirinden ayıran engelleri aşıyor, onları reddediyordu. Marx’a göre can alıcı sorunlar, kapitalizmde istikrar ve bunalımların kaynakları ve kapitalizmi değiştirme iradesinin başarılı dönüştürücü (devrimci) faaliyet hâline nasıl gelebileceğiyle ilgiliydi. Bu sorunlar yirmi birinci yüzyılda da geçerliliklerini koruyor.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ernesto Che Guevara – Gerilla Savaşı

Editor

Karl Marx, Friedrich Engels – Alman İdeolojisi

Editor

Stalinizmin Doğuşu – Michal Reiman – “İkinci Devrim”in Arifesinde SSCB

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası