Beş ayrı davadan yargılanarak toplatılan ve neticede beraat eden bu kitap, Türkiye’nin gizli, fakat gerçek tarihidir. Körfez Savaşı’ndan Çekiç Güç’e, Kürt Devleti projesinden Susurluk’a, Uğur Mumcu suikastinden Eşref Bitlis cinayetine, Muavenet olayından ordu içindeki yapılanmaya değin gizli kalmış birçok olay, bambaşka bir üslupla, tüm belgeleriyle birlikte yeniden ele alındı.
“Birleşik Devletler, dünyanın en güçlü devletidir. îsrail ise en büyük dördüncü askerî gücüdür ve Birleşik Devletler onu “stratejik bir ortak” olarak benimsemeyi ve korumayı sürdürdükçe bu durumunu idame ettirebilir.”
Noam Choamsky
Önsöz Yerine
BEAUJEU’DAN sonra, Tarikat, varlığını bir an bile ara vermeksizin sûrdürdû. Aumont’dan günümüze dek. Tarikat’ın kesintisiz bir dizi Büyük Üstad’ını biliyoruz. Bugün Tarikat’ı yöneten, onun yüce görevlerini yürüten gerçek Büyük Üstad’ın ve gerçek Üstler’in adları ve oturdukları yer bir giz, yalnızca gerçek aydınlanmışlarca bilinen erişilmez bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, Tarikat’ın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmamasıdır…
(1760 tarihli i el yazması. G.A. Schiffmann, Die Entstehung der Rittergrade in der Freimauerei um die Mitte des XVIII Jahrhunderts, Leipzig, Zechel. 1882, s. 178-190) Plan’la ilk uzaktan tanışmamız böyle olmuştu. O gün başka bir yerde olabilirdim. O gun Belbo’nun bürosunda olmasaydım, şimdi… kimbilir, belki de Semerkant’ta susam satıyor.
Braille alfabesiyle yayımlanan bir dizinin editörlüğünü yapıyor, Frans Joseph’in ülkesinde ilk Ulusal Banka’yı yönetiyor olurdum. Öncül yanlışsa, koşullu önerme her zaman doğrudur.
Ama o gün oradaydım. Bu yüzden de şimdi neredeysem oradayım.
Birinci Bölüm
TÜRK-İSRAİL YAKINLAŞMASI YA DA SONUN BAŞLANGICI
23 ŞUBAT 1996 tarihinde, Türkiye, (kimilerine göre stratejik bir kayma olarak değerlendirilen, kimilerine göre son derece rasyonel bir politik sürecin gereği olarak) Ortadoğu’nun sorunlu bölgesindeki en güçlü ama aynı zamanda en suçlu ülkesi İsrail ile tarihî bir anlaşmaya imza atıyordu. Anlaşma Ortadoğu ve Türkiye’de geniş çalkalanmalara yol açarken, anlaşmanın askerî niteliği ilgililerin merakını daha da artırıyordu. Her iki ülkenin demokrasi ile yönetilmesi ve aynı zamanda Batı’ya yönelmiş olmasından bu yakınlaşmanın son derece doğal olduğunu söyleyenler, bir türlü inandırıcı bulunmuyordu.
Anlaşmanın kamuoyuna sızış tarihi ile İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah üslerine yönelik başlattığı operasyonun aynı döneme rastlaması, Meclis’te konuyla ilgili önergeler verilmesine kadar varan gelişmelere sebep oluyor, milletvekilleri Türkiye’nin yeni Ortadoğu politikalarını belirleyen böylesine önemli bir anlaşmadan habersiz olduklarından, rahatsızlıklarını kamuoyundan gizlemiyorlardı.
Nitekim Harp Akademileri’nde öğretim üyeliği yapan bir kurmay albay tarafından hazırlanan
“Türk-İsrail Yakınlaşması” konulu bir raporda konu ile ilgili olarak şöyle deniyordu: “Taraflar arasında gizli kalması gereken anlaşma İsrail Yediot Aharonot Gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulmuş ve bundan sonra da anlaşma üzerinde büyük tartışmalar başlatılmıştır. Ortadoğu ve Türkiye’de yoğun eleştirilere, aynı zamanda tepkilere de sebep olan anlaşmayla ilgili tartışmalar hâlâ sona ermiş değildir. Askerî niteliği ve taraflar arasında 31 Mart 1994’te imzalanan ‘Güvenlik/Gizlilik Anlaşması’ hükümlerine tâbi olması nedeniyle ancak kısmen kamuoyuna yansıyan anlaşmanın tam olarak bilinememesi “spekülasyonları”
beraberinde getirmiştir.”
Sözkonusu anlaşma sadece bir eğitim anlaşması idiyse neden gizli kalması gerekiyordu? Ve neden ilk önce bir İsrail gazetesinde açıklanmıştı?
5 yıllık bir süre için imzalanan bu Askerî ve Eğitim İşbirliği Anlaşması, savaş uçak ve gemilerinin karşılıklı ziyaretleri, tatbikatların izlenmesi, askerî tarih, askerî müze gibi sosyal ve kültürel alanlarda işbirliği gibi gözükse de, 1990 yılında başlayan görüşmeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin bilinçli (ya da zorunlu) bir tercihinin sözkonusu olduğu daha net bir şekilde anlaşılabiliyordu.
Başkanlığını Çevik Bir Paşa’nın yaptığı Türk heyeti anlaşmadan üç gün önce İsrail’e gidiyor, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Matan Vilnai, Genelkurmay Başkanı Korgeneral Ammon Lipkin Shakak ve Savunma Bakanlığı Genel Direktörü David İvry ile bir dizi görüşmeler yapıyordu. Türk tarafını temsil eden Orgeneral Çevik Bir 1993-1994
yıllarında Somali’de Birleşmiş Milletler gücünü yönetmiş olmasından, özellikle Batı kamuoyunda da oldukça tanınan ve takdir edilen bir komutandı.
Çevik Bir gerçekleştirdiği bu görüşmelerde, Türkiye-İsrail ve Ürdün arasında stratejik bir istişare mekanizmasının kurulmasını, her iki ülkenin terörle ilgili sorunlarının varlığını ve bir İstihbarat Protokolü imzalanmasının gerekli olduğunu belirtiyordu. Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarını korumak için elektronik bir koruma sistemine ihtiyaç duyduğunu, İsrail’in bu konudaki tecrübesinden yararlanmak istediklerini, F-16 üretilen TAI uçak tesisleri yakınında helikopter üretmeyi düşündüklerini, bu noktada işbirliği yapabileceklerini ifade ediyordu.
İsrail ise bu taleplere karşılık, Türkiye-İsrail-Ürdün istişare mekanizması için öncelikli sürecin Türkiye-İsrail arasında başlatılmasını, sonra Ürdün’ün buna dahil edilmesini, istihbarat işbirliğinin kendilerine de yarayacağını, sınırlarda elektronik koruma sistemiyle ilgili olarak da Türkiye’ye yardımda bulunabileceklerini belirtiyordu.
İsrailli yetkililerin, görüşmeler sırasında Türk yetkililere sorduğu sorular ise son derece ilginçti ve nitelik olarak da farklılık arz ediyorlardı. Birinci soru, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin nasıl olduğuydu. İkinci soru ise, Türk ordusu seçimlerle birlikte ortaya çıkacak yeni tablo karşısında, -örneğin muhtemel bir Refah Partisi iktidarı söz konusu olduğunda- nasıl bir tutum izleyecekti?
Askerler Refah’ı Destekledi mi?
BİRİNCİ soru, Suriye’nin PKK’ya destek veren bir ülke olduğu ve su konusunda da sürekli sorunlar çıkardığı şeklinde cevap veren Türk tarafı Refah Partisi konusunda ise oldukça ilginç, adeta bir RP iktidarından yana oldukları izlenimini veren bir üslupla, Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu, iktidara gelecek partiyle Anayasa’da belirtilen kavramların değiştirilmesinin mümkün olmayacağını, dolayısıyla endişenin yersiz olduğunu belirtiyordu.
Olayın dikkat çeken tarafı bu görüşmelerden kısa bir süre sonra da RP’nin DYP ile bir koalisyon kurmuş olmasıydı. Ancak endişelerin yersiz olduğunu söyleyenler -ki bunu söyleyen Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’di- kısa bir süre sonra RP’nin PKK’dan bile daha tehlikeli olduğunu ifade edecek ve Türkiye birçok kez darbenin eşiğine gelecekti.
İsrail’e RP konusunda teminat veren Çevik Bir, kısa bir süre sonra Amerika’daki bir konuşması sırasında Sincan’da yürüyen tanklarla ilgili olarak “demokrasi”de balans ayarı yaptık diyecekti. O halde bu çelişki ne anlama geliyordu?
Aslına bakılırsa askerlerin RP’nin iktidara gelmesi için herhangi bir çaba sarfettiği söylenemezdi. Buna gerek de yoktu. Çünkü kamuoyu araştırmaları zaten RP’nin sandıktan oldukça güçlü bir şekilde çıkacağını gösteriyordu. Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi askerlerin bir RP iktidarını engellemek için hiç birşey yapmamış oluşlarıydı. Bir iddiaya göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi denebilecek bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat 1987 yılından bu yana ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu. 1987 yılında Özal’ın, dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ Paşa’nın 2000 planını bozmasıyla birlikte ordudaki taşlar oynamış ve ordudaki darbe geleneğine ciddi bir “darbe” vurulmuştu.
Bu plana göre 2000 yılına kadar kimin Genelkurmay Başkanı olacağı belirlenmişti. Yine iddialara göre Üruğ ekibi olarak bilinen bu oluşum kökenlerini “Yön” hareketinden alıyordu.
Ancak Özal kliğinin 1990’ların başında yavaş yavaş güçten düşmesi ve Özal’ın 1993 yılında vefat etmesiyle birlikte, Üruğ ekibi daha güçlü bir şekilde TSK’nin kilit noktalarını ele geçiriyor ve hatta komuta kademesinde temsil edilmeye başlanıyorlardı.
Bütün personel daire başkanlıkları ve hareket başkanlıklarında etkin hale gelen bu ekip, kısa bir süre sonra kendi görüşlerinde olmayan subayları tasfiye etmekte gecikmeyecekti. Kimine
“gerici”, kimine “faşist” kimine de “Amerikancı” diyerek “Korgeneral” rütbesinde bile bazı isimleri tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip İsrail’le ilişkilerin de başını çekiyordu. Bir iddiaya göre İsrail’in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu doğrultuda RP, Türkiye’de çok iyi bir darbe gerekçesi olabilirdi.
Diğer taraftan -yine iddialara göre- bu ekip içerisinde PKK ile ilgili olarak son derece farklı düşünenler de bulunuyordu.
Özal ağzına aldığında yoğun eleştirilere sebep olan federasyon, Kürtlere kültürel hak ve özgürlükler gibi sözler bu ekip tarafından artık açıkça ifade edilmeye başlanıyordu. Milli Güvenlik Kurulu’nda bu yüzden MİT ile askerler arasında ülke için tehdit değerlendirmesi konusunda bazı fikir ayrılıkları ortaya çıkıyordu.
MİT’e göre PKK hâlâ l. tehdit olmaya devam ederken, Genelkurmay yetkililerine göre ise irtica artık PKK’nın yerini alıyordu. Nitekim Hanefi Avcı da 5 Temmuz 1997’de 32. Gün programında üst düzey bir askerî yetkiliyle APO arasında ilginç bir telefon görüşmesi geçtiğini belirtiyordu. Sözkonusu telefon konuşmasına göre üst düzey askerî yetkili APO’ya şöyle diyordu: “Siz bir müddet sesinizi çıkarmayın, sizinle sonra ilgileneceğiz…”
RP’nin kafasında ise kendisini ABD’ye göbek bağı ile bağlı olmayan bir Türkiye yaratmak düşüncesi bulunuyordu. Dolayısıyla RP iktidarının yaratacağı bu psikolojik farklılık ABD
tarafında “Ankara”nın kafasını kızdırmama düşüncesinin etkin olmasıyla sonuçlanacaktı.
Nitekim RP’nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra da Erbakan; İran, Pakistan, Malezya, Endenozya ve Singapur’u kapsayan Müslüman ağırlıklı “Doğu Seferi” ile Türkiye’nin seçeneklerinin çok fazla olduğunu ABD’ye hissettirecekti.
Dahası, Refah Partisi’nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra yapılan Çekiç Güç oylaması öncesinde, ABD, Ankara’nın yıllardır kulak tıkadığı bazı taleplerine bu kez tepki gösteremeyecek ve Irak’la ticareti mümkün kılan BM kararının uygulamaya konmasını kabul edecekti. Bundan da önemlisi, Çekiç Güç’ün süresinin uzaması için, Türk tarafınca daha önceleri istenen fakat geri çevrilen bazı Çekiç Güç düzenlemelerine onay verecek ve Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti’ne öncülük etmeyeceğini deklare ederek taahhüt altına girecekti. Bazı askerler için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Hem Çekiç Güç gitmiş olacak, hem muhtemel bir darbe girişimde ABD’nin desteği alınabilecekti… Bir taşla iki kuş…
PKK, Anlaşmanın Merkezinde
İŞİN ilginç tarafı yapılan görüşmeler boyunca Türk tarafı gerek PKK, gerekse diğer sorunlar dolayısıyla sürekli şikayetçi pozisyona düşerken bölgedeki geçmişi 50 yılı bulmayan İsrail ise şikayetleri dinleyen ağabey gibi davranıyordu.
Orgeneral Çevik Bir, görüşme sırasında bir ara söz alıyor ve Suriye İstihbaratının İsrail gizli servisine angaje olduğunu bildiklerini söylüyordu. Bu tarihi sözün anlamı ne olabilirdi?
Acaba Suriye İstihbaratı, kontrolüne girecek kadar MOSSAD’A mı kilitlenmişti ve bu yüzden Suriye olayları MOSSAD’ın istediği gibi mi görüyordu?
İsrail tarafı Orgeneral Çevik Bir’in bu sözlerine cevap vermedi. Oysa Ortadoğu’da kurgulanmak istenen bir çok şey belki de bu cümlede gizliydi.
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ise anlaşmayla ilgili kamuoyunda oluşan tepkiden ötürü bu anlaşmayı uygulamadan kaldırabileceklerini söylüyordu. RP’li Abdullah Gül ise, 2 Hazİran 1996 tarihinde El-Hayat gazetesinde yeralan söyle- şisinde Başbakan Yılmaz’ın bile bu anlaşmadan rahatsızlık duyduğunu belirterek Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle birlikte bu anlaşmaya son verileceğini kaydediyordu:
“Bu anlaşmanın benzerleri bazı Arap ülkeleri ile yapılmış olsa da İsrail ile gerçekleştirilen bu anlaşmayı kesinlikle iptal edeceğiz. Bu anlaşmanın iptal edilmesi halinde Türk ordusunun herhangi bir müdahalede bulunacağını sanmıyoruz. Ordunun rolü büyük ölçüde değişmiştir.
Hükümet güçlü ise ordu da ona uyacaktır.”
Sözkonusu anlaşmadan birkaç ay sonra REFAH-YOL Hükümeti kurulmuş ve kısa süre sonra da Hükümetlin çok güçlü olmadığı, Türk Ordusu’nun da rolünün değişmediği anlaşılmıştı.
İşin garip tarafı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihine bakıldığında Türkiye’nin son derece temkinli bir politika izlediği anlaşılacaktı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş
Milletler’de Filistin’in bölünmesine karşı çıkmış, daha sonra Batılı devletlerin güvencesinde İsrail Devleti’ni tanımıştı. Türkiye’nin İsrail’i tanımasının bir başka sebebi de Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği, kendi topraklarında yaşayan Musevilerin İsrail’e göç edeceği düşüncesiyle İsrail’in kurulmasını destekliyordu. Türkiye Rusya’yı karşısına almak istemiyordu.
1950’de, Demokrat Parti döneminde Türkiye İsrail’le bir ticaret anlaşması imzaladıysa da bu çok fazla uzun sürmeyecekti.
1967 Arap-İsrail savaşları sırasında Türkiye, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyebilmişti. Dahası, 1970’li yıllarda Türkiye, Birleşmiş Milletler’de daima İsrail’e karşı Arapları destekliyordu. Örneğin 1975 yılında Türkiye Siyonizmi ırkçılık olarak tanımlayan ülkeler arasında yer alabilmiş-ti. Aynı yıl Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Filistin’i temsil eden örgüt olarak kabul etmişti. 1976 yılında Türkiye, İslam Konferansı Örgütü’nün bir üyesi olmuş ve ilişkilerinde hep Araplar’ın tarafında olmaya dikkat etmişti.
1988 yılında Filistin’in yurtdışında bulunan parlamentosu tarafından Filistin Devleti’nin kuruluşu ilan edilmiş ve Türkiye bu devleti tanıyan ülkeler arasında yeralmayı yeğlemişti.
Tüm bu süreç boyunca Türkiye ile İsrail arasında dostane ilişkiler de yaşanmıştı. Örneğin 1958 yılında Irak’ta meydana gelen ihtilalden kaçan Iraklı Musevilere Türkiye kapılarını açmış ve Türkiye üzerinden İsrail’e kaçmaları konusunda da yardımcı olmuştu. Ancak Türkiye hiçbir zaman dengeli ve temkinli politikasından ödün vermemişti. Körfez Savaşı’yla birlikte bütün taşlar dağılmış, yepyeni bir tablo ortaya çıkmıştı.
Tarih Ya da Düşünce Kimyasının Yarattığı En tehlikeli Ürün
PAUL VALERY denemelerinin birinde, tarih için düşünce kimyasının yarattığı en tehlikeli oyun diyordu. Tarih disiplininin içerdiği muhtemel tehlikelerden birisi de tarihsel verilerin özel bir ayıklanmaya tâbi tutularak, kimi zaman istenmeyen bölümlerin çıkartılması kimi zaman da olgulara yeni bir anlam yükleme cambazlığıyla yeni bir anlam yaratma iddiası kazanma-siydi. Bu yüzden Hanneh Arendt’in de dediği gibi, tarih yazıcısı; sağduyunun artık hiçbir modern olaya uymayan, basmakalıplaşmış, değerini kaybetmiş kuralları ile ideolojik çılgın iddiaları arasında yolunu bulmak zorundaydı. O halde bize belgeler gere- kecekti: Resmî mühür ve imza…
İkinci Bölüm
ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL
TED GALEN CARPENTER, Foreign Policy dergisinin 91-92 kış sayısında şöyle diyordu: (Ted Galen Carpenter, “The New World Disorder”, Foreign Policy, 85
Winter 1991-1992; sh. 24-39)
“Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra, üstelik son yıllarda ortaya çıkan yeni güç odaklarına rağmen dünyadaki en büyük askerî gücü ve bu gücü kullanma iradesini elinde tutan en büyük devlet olarak, ABD’nin kaldığı görülüyor. Bu durum bazılarına bugün tek süper devletli bir dünyada yaşadığımızı, artık dünyanın tek polisinin Birleşik Amerika olduğunu ileri sürmek olanağını veriyor.”
Gerçekten de ABD’nin Sovyet vetosundan kurtulmasıyla birlikte, Birleşmiş Milletler içinde büyük bir etkinlik kazanması ve bu sayede Irak ve Libya karşısında uluslararası toplumu peşinden sürüklemeyi başarması, bu şekilde düşünenleri haklı çıkaran kanıtlardı. Nitekim 1992 yılında hazırladığı son derece önemli bir raporda Pentagon (The New York Times, 8
Mart 1992), ABD’nin hiçbir devlet ya da kuruluşla yetki ve güç paylaşımına gitmeden dünya barış ve güvenliğini korumak için, kollarını sıvamasını istiyordu. 8 Mart 1992 tarihinde The New York Times gazetesine sızan ve büyük tartışmalara yol açan “Tek Süper Devletli Dünya Raporu” adlı bu raporda, Amerikan dış ve savunma politikasının bundan böyle tek amacı şu şekilde belirtiliyordu:
“Batı Avrupa’daki, Asya’daki ya da eski Sovyetler Birli-ği’ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika’nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek…”