ARSENE LUPIN’İN İKİLİ HAYATI
KIYAM (Katliam)
—I—
M. Kesselbach salonun eşiğinde durdu, sekreterinin kolunu tuttu ve kaygılı bir sesle,
— Chapman, buraya gene biri girmiş, diye mırıldandı.
Sekreter,
— Nasıl olur Monsieur, diye itiraz etti. Antişanbrın kapısını bizzat açtınız ve biz lokantada yemek yerken
anahtar cebinizdeydi.
M. Kesselbach,
— Chapman, buraya gene biri girmiş, diye tekrarladı.
Şöminenin üstünde duran seyahat çantasını gösterdi.
— İşte, delil karşınızda. Bu çanta açıktı. Şimdi kapalı.
Chapman ikna olmamıştı,
— Kapadığınıza emin misiniz? Kaldı ki o çantada biblo, tuvalet eşyası gibi kıvır zıvırdan başka birşey
yok..
— Evet, çünkü çıkmadan önce cüzdanımı içinden almıştım. Yoksa… Hayır Chapman, emin olun, biz
yemek yerken buraya biri girmiş.
Duvarda bir telefon cihazı vardı. Alıcıyı kaldırdı.
— Alo! Ben M. Kesselbach… Daire 415… Tamam… Mademoiselle, lütfen Emniyet Müdürlüğünü açın…
Numarasını biliyorsunuz, değil mi? Peki… Teşekkürler. Bekliyorum.
Bir dakika sonra devam etti.
— Alo? Alo? Emniyet Müdürü M. Lenormond’la görüşmek istiyordum. Ben M. Kesselbach… Allo? Elbet.
Müdür bey telefonumu bekliyor. Orda değil mi? Kiminle konuşuyorum? Polis müfettişi M. Gourel, öyle mi?
Yanılmıyorsam M. Lenormandla dün yaptığımız görüşmede siz de hazırdınız… Eh! Ne dersiniz. Aynı şey
bugün tekrarlandı. Daireme girdiler. Hemen buraya gelirseniz bazı ipuçları yakalayabilirsiniz belki. Bir-iki
saatten mi? Hayhay!
Elmas kralı ya da Cap’ın sahibi diye anılan mültimilyoner Rudolf Kesselbah bir haftadan beri Paris’teydi ve
Palas Hotel’in 415 numaralı odasında ikamet ediyordu. Dairenin, salon ve yatak odası büyük caddeye,
sekretere ayrılan küçük oda ise Judee sokağına bakıyordu.
Bu odanın yanındaki daire, halen Monte Carlo’da bulunan ve kocasının ilk işaretinde Paris’e gelecek olan
Mme. Kesselbach’a ayrılmıştı.
Rudolf Kesselbach birkaç dakika odada gezindi. Uzun boylu, kırmızı yanaklı, oldukça genç bir adamdı.
Altın çerçeveli gözlüklerinin arkasında mavi mavi parlayan gözlerinde tatlı ve yumuşak bir ifade vardı; bu,
geniş alnının ve kare çenesinin enerjik görünümüyle bir karşıtlık yaratıyordu.
Pencereye yaklaştı: kapalıydı. Kaldı ki oradan girmek imkânsızdı. Dairenin özel balkonu sağda bitiyor ve
solda Judee sokağındaki balkonlarla taştan bir duvarla ayrılıyordu.
Odasına geçti; komşu odalarla hiçbir bağlantısı yoktu. Sekreterinin odasına girdi: Mme. Kesselbach’ın
odalarına açılan kapı kapalıydı ve sürgüsü itilmişti.
— Hiçbir şey anlamıyorum Chapman; bir kaç günden beridir inanılmaz şeylerle karşılaşıyorum. Dün
bastonum yerinden oynamıştı. Evvelki gün kâğıtlarımı karıştırmışlardı… Nasıl yapabiliyorlar, aklım almıyor.
Chapman’ın temiz ifadeli yüzünde hiçbir kaygı belirtisi yoktu.
— İmkânsız Monsieur, diye haykırdı. Tahmin ediyorsunuz, o kadar… Hiçbir deliliniz yok. Zaten bu
daireye yalnızca antişambrdan girilir. Ve siz buraya geldiğiniz gün kapısına özel kilit taktırmıştınız. Anahtarı
bir sizde var, bir de uşağınız Edwards’da. Ona güveniniz var, değil mi?
— Söz mü?… On yıldan beridir hizmetimde… Ama Edwards da bizimle aynı saatte yemek yiyor; büyük
hata bu. Bundan sonra biz geldikten sonra lokantaya inecek.
Antrenin kapısı açıldı. Edwards gelmişti. M. Kesselbach onu çağırdı.
— M. Gourel’i bekliyorum Edwards. Antrede bekleyin ve kapıya göz kulak olun. M. Chapman ve ben
çalışacağız.
Çalışma birkaç dakika sürdü. Bu süre içinde M. Kesselbach mektuplarına göz gezdirdi, bir kaçını alelacele
okudu ve verilmesi gereken cevapları belirtti. Bir ara, Chapman, kalem elinde öyle bekledi; M. Kesselbach
düşünceye dalmıştı.
Parmaklarının arasında tuttuğu, olta biçiminde eğilmiş toplu iğneye dikkatle bakıyordu.
— Chapman, masanın üstünde bakın ne buldum. Bükülmüş toplu iğnenin bir anlamı vardır elbet. Đşte
delil. Bu salona kimsenin girmediğini hâlâ iddia edemezsin sanırım. Bu toplu iğne buraya ayaklanıp gelmedi
ya.
— Elbet, ben getirdim.
— Nasıl?
— Evet. Kravatımı yakama raptediyordu. Dün akşam, siz okumaya dalmışken, ben iğneyi çıkarttım ve
farkında olmayarak büktüm.
M. Kesselbach mahcup olmuştu; ayağa kalktı ve odada dolaşmaya başladı.
— Bıyık altından gülüyorsunuz, Chapman. Hakkınız da yok değil. Đnkâr etmiyorum, Cap’a son
seyahatimden bu yana çok acayipleştim. Zira… Öyle işte… Başımdan geçeni bilmezsiniz. Müthiş bir projem
var… Muazzam birşey. Ne sonuç vereceğini tam olarak kestiremiyorum, ama bazı tahminler
yürütebiliyorum… Gerçekten muazzam birşey. Ah! Chapman, tasavvur edemezsiniz. Paraya boş veririm.
Param var… Hem fazlasıyla var. Ama bu daha önemli; bu, güç demek, otorite demek. Gerçekler
tahminlerime uygunsa yalnız Cap’ın sahibi olmakla kalmayacağım, başka ülkelerin de kralı olacağım…
Rudolf Kesselbach. Augsbourg’lu ocakçının oğlu, bugüne dek ona tepeden bakan adamlarla eşit olacak…
Hatta onlardan daha üstün olacak; bunu bilin Chapman… Ve şayet…
Sustu. Fazla gevezelik ettiğine pişman olmuş gibi Chapman’a baktı; ama hızını alamadığından devam etti:
— Neden kaygılandığımı anladınız mı, Chapman? Şurada şu kafada müthiş bir fikir var…. Ve bunu
tahmin ediyorlar, belki. Bu yüzden beni kolluyorlar…. Eminim.
Zil çaldı.
Chapman,
— Telefon, dedi. Kesselbach,
— Yoksa… acaba… dedi. Ahizeyi kaldırdı.
— Alo? Kim tarafından? Albay mı? Ah! Evet, benim. Bir yenilik var mı? Güzel… Peki, sizi bekliyorum.
Adamınızla mı geleceksiniz? Tamam… Alo! Gerekli emirleri vereceğim. Demek çok ciddi ha? Merak etmeyin,
hizmetçim ve sekreterim kapıyı kollayacaklar; kimse girmeyecek.
Ahizeyi yerine bıraktı.
— Chapman, iki bey gelecek, dedi. Evet iki bey. Edwards içeri alsın.
— Ama M. Gourel…
— O daha sonra gelecek…. Bir saatten… Hem sonra, karşılaşabilirler. Bu sebeple, Edwards’a söyleyin
de, gidip haber versin. Başka kimseyi kabul etmeyin…
Chapman emri yerine getirdi. Döndüğünde, M. Kesselbach’ın elinde, görünüşünde içi hoşmuş gibi duran
siyah maroken bir kese vardı. Ne yapacağını bilemiyormuş gibi duraksamalı bir tavırla bakmıyordu. Cebine mi
koysun, bir yere mi bıraksın, kestiremiyordu.
Sonunda şömineye yaklaştı ve maroken keseyi seyahat çantasının içine tıktı.
— Mektupları bitirelim, Chapman, dedi. On dakikamız var. Ah! Mme. Kesselbach’ın mektubu. Nasıl oldu
da bana söylemeyi unuttunuz, Chapman? Yazıyı tanımadınız mı yoksa?
Karısının elinden çıkma ve onun düşüncelerini ihtiva eden kâğıda dokunmanın heyecanı yüzünden
okunuyordu. Kokusunu ciğerlerine çekiyordu adeta. Ağır ağır açarak mırıldanarak okudu. Birkaç söz
Chapman’ın kulağına ilişti:
«Biraz yorgunum… Odamdan dışarıya çıktığım yok… Canım sıkılıyor… Size ne zaman kavuaşcağım?
Telgrafınızı sabırsızlıkla bekliyorum.»
— Bu sabah telgrafı gönderdiniz, değil mi, Chapman? Öyle ise Mme. Kesselbach, yarın, çarşamba
burada olur.
Đşlerinin yükü birden hafiflemiş ve kaygılarından bir anda kurtulmuş gibi sevinçli görünüyordu. Başarılı
olacağına inanıyordu. Mutluydu da; kendini bu mutluluğu sürdürebilecek güçte hissedenlere özgü bir güvenle
ellerini oğuşturdu.
— Zil çalmıyor Chapman. Açın bakalım, kim…
O sırada Edwards girdi,
— Đki bey geldi, sizinle görüşmek istiyorlar, dedi.
— Tamam. Antişambrdalar mı?
— Evet, beyim.
— Antişambrın kapısını kapatın ve M. Gourel’den başkasına açmayın. Siz de Chapman, gidip, önce
Albay’la görüşmek istediğimi söyleyin.
Edwards ve Chapman çıktılar. Rudolf Kesselbach pencereye yaklaştı ve alnını cama dayadı.
Aşağıda, refüjün ikiye ayırdığı caddede arabalar akıp gidiyordu. Bakırlar ve vernikler, o güneşli ilkbahar
sabahında pırıl pırıl parlıyordu. Ağaçlar yeşermeye başlamıştı; kestane ağacı tomurcuklanmıştı bile.
Kesselbach,
— Chapman da hangi cehenneme gitti, diye homurdandı.
Masanın üstünden bir sigara aldı, yaktı, bir kaç derin nefes çekti. Birden irkilip hafifçe haykırdı.
Yanmasında tanımadığı bir adam duruyordu.
Bir adım geri gitti,
— Kimsiniz?
Karşısındaki iyi, hatta şık giyimli, siyah saçlı, bıyıklı ve sert bakışlı bir adamdı. Kıs kıs gülüyordu.
— Kim miyim? Albay…
— Hayır… Hayır… Bu adı verdiğim, bana bu adla yazan kişi, siz değilsiniz.
— Evet, benim. Aslında… Her neyse, bunların hiç önemi yok. Önemlisi burada oluşum.
— Adınız ne?
— Albay… Yeni emre kadar.
M. Kesselbach’ı korku almıştı. Kimdi bu adam? Kendisinden ne istiyordu?
— Chapman! diye seslendi,
— Başkasını çağırmak ne saçma şey! Ben size yetmiyor muyum?
M. Kesselbach, yeniden.
— Chapman! Edwards! diye seslendi.
Adam da seslendi:
— Chapman! Edwards! Ne yapıyorsunuz orada? Sizi istiyorlar.
— Beyim, lütfen… Bırakın geçeyim.
— Rica ederim, kim engel oluyor? Nezaketle yol verdi. M. Kesselbach kapıya
doğru gitti, açtı ve anide geriye sıçradı. Kapıda, eli tabancalı bir başka adam duruyordu.
— Edwards… Chap… diye kekeledi.
Tamamlayamadı. Sekreteri ve uşağı antişambrın bir köşesinde, elleri kolları bağlı yan yana yatıyorlardı.
M. Kesselbach kaygılı ve çabuk etkilenen kişi olmasına rağmen cesurdu. Belirli tehlike ona enerji verdi.
Duyduğu irkinti ve şaşkınlığı gizleyerek şömineye doğru ağır ağır geriledi. Parmakları zili arıyordu. Buldu ve
bastı.
Adam,
— Eh? Ne olmuş? dedi.
M. Kesselbach cevap vermeden basmaya devam etti.
— Demek düğmeye bastınız diye yardımınıza koşacaklarını, otelde herkesin birbirine girdiğini
sanıyorsunuz, öyle mi? Zavallı beyim, dönüp baksanıza, tel kesik.
M. Kesselbach heyecanla döndü, tele bakmak istiyormuş gibi yaparak çantasını kaptı, içinden bir tabanca
çıkarttı ve adama ateş etti,
— Vay canına! Demek siz tabancanıza hava dolduruyorsunuz.
Horoz bir defa daha sakladı. Patlama duyulmadı.
— Bir daha denesene, Cap kralı. Bir-iki kurşunla devrilecek adam değilim ben. Ne? Vaz mı geçtiniz
yoksa?
Sandalyeyi kapıp, ata biner gibi oturdu. Ve M. Kesselbach’a bir koltuk göstererek,
— Rica ederim, ayakta kalmayın, dedi. Bir sigara içmez misiniz? Ben mi? Hayır. Puroyu tercih ederim.
Masanın üstünde bir kutu vardı. Sarı bir Upman seçti, yaktı ve eğilerek,
— Teşekkür ederim, dedi. Puro şahane. Şimdi konuşalım, ne dersiniz?
Rudolf Kesselbach şaşkın bir ifadeyle dinliyordu. Bu acayip adam kim olabilirdi? Dingin haline bakılırsa işi
kavgaya, kıyıma dökmeden halledebileceklerdi. Cebinden cüzdanını çıkarttı, açtı, bir deste banknot çıkarttı
ve,
— Ne kadar? dedi.
Karşısındaki anlamıyormuş gibi şaşkın gözlerle onu süzdü. Sonra,
— Marco! diye seslendi.
Tabancalı adam odaya girdi.
— Marco, monsieur sana ufak bir bahşiş vermek istiyor, dedi. Al.
Marco sağ elinden tabancayı bırakmadan sol elini uzattı, paraları aldı ve çıktı. Meçhul adam,
— Bu mesele dilediğiniz gibi halledildi madem, ziyaretimin sebebine gelebiliriz. Kısa ve kesin
konuşacağım. Đki şey istiyorum. Birincisi, genellikle üstünüzde taşıdığınız siyah maroken kese; ikincisi, daha
dün seyahat çantasında duran abanoz kofra, sırayla gidelim. Önce maroken kese.
— Yandı.
Adamın kaşları çatıldı. Konuşmak istemeyenlerin çenesini gevşetecek yöntemlerin kullanılabildiği
zamanların görünümü canlanmış olmalıydı gözünün önünde.
— Öyle olsun. Bakacağız. Ya abanoz kofra?
— Yandı.
Adam,
— Eh! Canımı sıkmaya başladınız! diye çıkıştı,
Kesselbach’ın üstüne yürüyüp insafsızca kolunu büktü.
— Dün, pardesünüzün altında birşeyler saklayarak bulvar des Đtaliens’deki Credi Lyonnais’ye girdiniz,
dedi. Bir kasa kiraladınız… Daha açık konuşayım, 16 numaralı 9’uncu kasayı. Đmzalayıp ücretini ödedikten
sonra bodruma indiniz. Çıktığınızda paket elinizde değildi. Tamam mı?
— Evet.
— Demek abanoz kofra ve maroken kese Credit Lyonnais’de.
— Hayır.
— Kasanızın anahtarını verin.
— Hayır.
— Marco! Marco koşup geldi.
— Haydi Marco. Dört düğüm birden.
Rudolf Kesselbach savunmaya geçecek vakit bulamadan kıskıvrak kolları sırtında, göğsü koltuğa yapışık ve
bacakları bir mumyanınki gibi kaskatı bağlandı.
— Ara, Marco!
Marco aradı. Đki dakika sonra 16 ve 9 numaralarını taşıyan anahtarı adama uzattı.
— Güzel. Maroken keseyi bulamadın mı?
— Hayır patron.
— Kasada olmalı. Monsieur Kesselbach, lütfen bana gizli şifreyi söyler misiniz?
— Hayır.
— Red mi ediyorsunuz?
— Evet.
— Marco!
— Patron!
— Tabancanın namlusunu monsieur’nün şakağına daya.
— Dayadım.
— Elini tetiğe koy.
— Koydum.
— Şimdi, söyleyin bakalım babacan Kesselbach, konuşmaya karar verdin mi?
— Hayır.
— Marco, on saniyen var. Tam on saniye sonra Monsieur’ün beynini uçurursun.
— Başüstüne.