Aşkın başlangıcı “görme”, sonucu “bakma” dır. İlk görüş anında başlayan ilginin sırasıyla sevgiye, bağlılığa, kalbin erimesine, tutkuya, özleme ve nihayet aşka dönüşmesinin bir tek gayesi vardır; sevilenin yüzüne bakabilmek, o ilk görüş anının lezzetini ve hazzını derece derece artırarak kemale erdirebilmek.
Görmekten bakma derecesine yükselebilmek için aşkın bin bir türlü tecellisi, sayısız çile durağı, firkat, hicran ve hasrete adanmış elemleri vardır ki, bunların her biri âşıkı kabalıklarından yontar, ruhunu arıtıp billurlaştırır ve en son noktada doya doya “bakma” eylemi için onu hazırlayıp sevgili huzuruna çıkartır.
Aşkın “bakma” dan sonraki durağı “tapma”; yani sevenin sevilene kul olmasıdır.
Mukaddime
Ey okuyucu,
Dünyada hiçbir şey yok iken, henüz dünya yok iken o var idi. Yer ile gök yaratılmamıştı ki Allah onu yarattı. O, yani aşk… Bir baştan binlerce başa ayrılan ırmak… Yalnızca bir türlü iken binlerce türlü görünebilen mana… Âdem İle Havva’dan evvel “Kalu Belâ”da ruh bulan cevher…
Okuyucu,
Biliyorum, aşkı merak ediyorsun. Zaten sen merak ediyorsun diye aşka dair pek çok kitap yayımlanmış durumda. Elbette alıp birini okuyabilir, aşk hakkında bilgi veya fikir edinebilirsin. Bu sayfanın arkasındaki yazılara gelince, onlar hakiki aşkı tanımak isteyenler içindir. Okursan eğer, belki seni aşkın hakikatine götürmezler ama o yolda daha evvel yürümüş olanların tecrübelerini sana bütün derinliğiyle ve içtenliğiyle anlatırlar.
Okuyucu,
Elindeki küçük kitapta Aşka Dair -belki de artık aşkın hakikatine dair demeliydim- kırk adet yazı bulacaksın. Beşeri, mecazi, sufiyane ve hakiki Aşka Dair… Eğer hakikati arıyorsan, okuyacağın yazıların çoğu şairlerin dilinde mana imbiklerinden geçirilip mecaz dünyasında kalıp bulmuş, beşeri aşk kafiyeleriyle bezenip hakikatin gündelik diline dökülmüşlerdir. Benim yaptığım, eğer başarabildiysem, yalnızca o eski ustaların mısralarını yorumlamaktan, bugüne yansımalarını göstermekten, kadim aşklardaki asaleti ve güzelliği bir parça olsun açığa çıkarmaya çalışmaktan ibarettir.
Sevgili okuyucu,
Aşka Dair bu kitabın satır aralarında dolaşırken belki de kader defterindeki yazıların temize çekildiğini, gönlüne sevgi reyhanlarından güzel ıtırlar dolduğunu, kalbine sadakatli kalplerden şavklar yansıdığım, ruhuna dostluk ışıkları vurduğunu hissedeceksin. Eğer öyle olursa, bil ki Allah seni aşkının ateşine atmış, yakıyor, yakıyor, yakıyor demektir. Gafil olma, şükredilecek haldir bu. Çünkü “Aşktır ki, gerisi vesairedir!..”
Ağustos ’12 Beşiktaş
***
Sevgiye dair
Mumun yanına oturmuş, kıpırdanan alevlere içini dökerken yanaklarından yaşlar süzülüyor ve mırıldanıyordu: “Ey sevgili! Hayalin gözümde, ismin dilimde, sarayın kalbimde… Peki ama nereye kayboldun?!. Gözlerim her yerde seni arıyor, halbuki işte gözbebeğimdesin; kalbim durmadan seni özlüyor, halbuki işte bağrımın içindesin. Kaybolup gittin desem kalbim beni doğrulamıyor.
Çünkü sen onun içinde bir sır gibi kaldın, hiçbir yere ayrılmadın. Yok, gitmedin, hep yanımdasın desem, gözüm beni yalanlayacak, hani nerede sevgili, diyecek. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kaybolan ile bulunan, doğru İle yalan arasında şaşkın kalakaldım.
Gönlümdeki yangına şahitlik ederek şu alevlerin içinde gülümseyen, şu gözyaşıma yansıyan hayalin ne vakit hakikat olacak? Ateş ile su arasında kalan hasretim ne vakit dinecek? Neredesin, kiminlesin. neylersin bilsem!..”
Baştan sona hasreti anlatan bu sözleri işitince içimin burkulduğunu, derin bir keder hissettiğimi itiraf etmeliyim. “Galiba kurt ile kuzu, aslan ile ceylan rollerini değiştiler,” dedim içimden. Çünkü bir sevgili, ancak böyle bir kederle içini dökerken yukarıdaki cümleleri söylerdi. Seven ile sevilen arasında olup bitenler değiştikçe kimlikler de değişir, seven ile sevilen rol dönüşümüne uğrarlardı. Bu durumda seven işin başlangıcında sevgiliyle ilişkilendirilen, ona benzeyen her şeye ilgi duyuyor, benzemeyenleri bile ona benzetiyor, bundan haz alıyordur. Mecnun dağda tuzağa ayağını kaptırmış bir ceylan görünce onun gözlerini Leyla’nın gözlerine benzetmiş, sırf bu yüzden avcıyı bekleyip diyetini ödeyerek onu serbest bırakmıştı. “Niçin böyle yaptın?” dediklerinde ise “Leyla’ya benzeyen birine zulüm yaraşık değildir!” cevabını vermişti. Mecnun o vakit Leyla’nın aşkının henüz başlangıcında olduğu için böyle davranmıştı. Çünkü sevgi kemale erince seven, mükemmelliğin yalnızca sevgilide olduğunu fark eder ve artık ona benzer bir şey bulamaz. Tıpkı bunun gibi sevginin başlangıcında seven feryat figan eder, ağlayıp inler, yanar yakılır, kalbindeki ateşin dumanı ağzından ah olarak çıkar. Ama sevgi kemale erip de sevenin varlığını ele geçirince artık inlemeler ve ağlamalar son bulur, seven latif bir cisme dönüşür; kusurluluk biter, paklık başlar. Yani ateşin alevi büyüdüğü vakit dumanı azalır, hatta kaybolur gider. Bu durumda sevilen seven için kesif bir dumana dönüşür. Hem de bütün alevi örten bir duman.
Hayal ile gerçek arasındaki sevgilinin hikâyesine dalınca birden şehrimi özlediğimi hissettim. Sevgi bana şehri hatırlatmıştı.
Belki de sevgi şehri özlemekti. Çünkü şehirler sevgililer gibi sevgileri de saklar, perverde eder. Birden fark ettim ki düşündüklerim yüzünden gönlüm hassaslaşmış, yüreğimin titremesi iki katma çıkmıştı. Sevgi hatıraları yenilemek, eski dostları yeniden görmeyi arzulamaktı herhalde. Çünkü bunu hayal ederken bile sevgi insanın içini ısıtıyor, huzur veriyordu. Hayat sevgiyle yaşanmalıydı.
Bir ara “Acaba aslan da ceylanın yurduna varırken seviniyor mudur?” diye içimden geçirdim. Acaba onun dışında sevgisini yitirdiğini, ona varınca da sevgiyi bulmayı umduğunu söyleyebilir miydim?!. Hani herkes için matem olan yurt, seven için bayram, herkese Muharrem olan günler sevene Zilhicce olur gibi… Zeliha’nın, bütün adların içine Yusuf’un adını gizlemesi gibi…
Sevgili adını diğer adları söylediğinden daha sıcak bir içtenlikle söylemek, sevgi kelimesini başka kelimelerden farklı telaffuz etmek, sevgi derken sanki yüreğinin bir parçası da ağzından birlikte dökülmek, sevgilinin kalbiyle sevenin kalbi arasında bir ilmeğe bağlanmak gibi…
O zaman düşündüm. Sevenin özünde taşıdığı cevher neydi de sevgili o cevhere yansıyordu? Seven, sevgiliyle olmaktan menfaat uman değil, menfaatini sevgiliyle olmaktan umandı çünkü. Sevdiğini söyleyenlerin çoğu ancak sevgilinin bezirganları, hakiki seven ise onun satışa çıkarılmış metaıydı. Sevgili ona “Gel kendini ben eyle!..’ dese derhal feda olur; çünkü ona muhtaçtır. Eğer seven kendini hakikaten o eylerse, belki o da kendini seven eylemeye yönelir. Eğer sevilen kendini seven eylerse, bilinsin ki sevgide ihtiyaç içinde kalmış demektir. Eğer seven kendini sevgili eylerse tamamlanma sevilende gerçekleşmiş; böylece her şey sevilen olmuş sayılır. O vakit niyaz aradan kalkar; her şey naz olur. İhtiyaç aradan gider, sevgide kendine yeterlilik başlar. Fakirlik kaybolur, zenginlik gelir. Velhasıl her şey bir çare olur, çaresizliğin adı yeryüzünden silinir!..
Bütün bunları düşündükten sonra bir karara vardım. Seven sevdiğini bir sevgili, bir canan sanırsa yanılır; oysa bilmelidir ki sevilen sevenin cananı değil bizzat canıdır.
Ey büyük üstad, ey Fuzulî!.. Sen Leyla ile Mecnun’u yazmasan, cihanda sevgi adı eksik kalırdı!.. Değil mi ki söyledin:
Cânı kim cânânı için sevse cânânın sever
Canı için kim ki cânânın sever cânın sever.
Ahdolsun!..
Yaşadığı dünyanın haritasındaki bütün tanımları, bütün çizimleri, bütün görünümleri sevgiliye göre düzenleyen âşık haritacıyı bilirsiniz. Hani haritasını çizerken onun doğduğu şehir, onun evine giden yol, onun gezindiği çimenlik, onun altında oturduğu ağaç, onun su içtiği ırmak, onun… diye diye tanımlamış bütün mekânları ve yönleri.
Hakiki âşık imiş o. Çünkü gönülden bir ahdin sahibi olduğunuzda, ömür haritasının başka türlü çizilmesine imkân ve ihtimal yoktur. Hakiki aşk (hakikatli aşk), bir ahdin izini sürmekten başka bir şey değildir ve ömür haritasında bütün işaretler aşk ahdi üzerine olmadıkça kişi…