Bu kitapta, psikoterapist Irvin D. Yalom’un, yalnızlık, ölüm korkusu, yaşama amacını yitirme gibi, aslında hiçbirimizin tamamen kaçamayacağı temel insanlık kaygılarından rahatsız olan hastalarıyla yaptığı çalışmalardan seçtiği, on ilginç öykü bulacaksınız.
Dr. Yalom bu öyküleri aktarırken, bir insan olarak psikiyatrın terapi sürecinde karşılaştığı güçlükleri de, duygusal ve sürükleyici bir dille anlatıyor.
İçindekiler
Sunuş.
Önsöz
Aşkın Celladı.
“Tecavüz Yasal Olsaydı “
Şişman Bir Hanım.
” Yanlış Çocuk öldü”
“Benim Başıma Geleceğini Hiç Düşünmemiştim”
Usulca Gitme”.
iki Tebessüm
Üç Açılmamış Mektup.
Terapide Tek Eşlilik
Sahibini Arayan Düşler.
Önsöz
Şöyle bir sahne düşünün: birbirlerini tanımayan üç dört yüz kişiye çift çift ayrılmaları ve eşlerine şu bir tek soruyu tekrar tekrar sormaları söyleniyor: “Ne istiyorsun?”
Daha basit bir şey olabilir mi? Masum bir soru ve onur yanıtı. Oysa ben, bu grup alıştırmasının beklenmedik güçte duygular uyandırdığına defalarca tanık olmuşumdur. Çoğu kez birkaç dakika içinde oda yoğun bir heyecanla sarsılır. Erkekler ve kadınlar hem hiç de çaresiz ve yoksul olmayan, başarılı, sağlıklı, iyi giyimli, yürürken ışıltılar saçan İnsanlar ta derinlerinde çalkantılar yaşarlar. Sonsuza dek yitirmiş oldukları kişilere ölmüş ya da yanlarında olmayan anne ve babalara, eşlere, çocuklara, arkadaşlara seslenirler: “Seni tekrar görmek istiyorum.” “Sevgini istiyorum.” “Benimle gurur duyduğunu bilmek istiyorum.” “Seni sevdiğimi ve bunu sana hiç söylemediğim için ne kadar pişman olduğumu bilmeni istiyorum.” “Dönmeni istiyorum Öyle yalnızım ki.” “Hiç yaşamadığım çocukluğumu istiyorum.” “Sağlıklı olmak, yeniden genç olmak istiyorum. Sevilmek, sayılmak istiyorum. Yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum.”
Ne çok istek. Ne çok özlem. Ve ne çok acı, yüzeye ne kadar yakın, yalnızca birkaç dakika derinde. Yazgı acısı. Varoluş acısı. Hep orada olan, yaşam zarının hemen altında sürekli uğuldayan acı. Ulaşılması böylesine kolay olan acı. Pek çok şey basit bir grup alıştırması, birkaç dakikalık derin düşünce, bir sanat yapıtı, bir vaaz, kişisel bir kriz, bir kayıp bize en derindeki isteklerimizin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini anımsatır: genç kalmak, yaşlanmayı durdurmak, yitirdiğimiz insanların dönmesi, ebedi aşkı bulmak, himaye edilmek, anlam ve önem kazanmak, Ölümsüzlüğe kavuşmak.
Ne zaman ki bu ulaşılmaz istekler tüm yaşamımıza egemen olur, o zaman yardım almak için aileye, dostlara, dine bazen de psikoterapistlere yöneliriz.
Bu kitapta, yardım için terapiye yönelen ve çalışmaları sırasında varoluş sancılarıyla cebelleşen on kişinin öyküsü var. Aslında bu kişilerin bana geliş nedeni bu değildi; tersine, tümünün dertleri günlük yaşamın sıradan sorunlarıydı: yalnızlık, değersizlik duygusu, iktidarsızlık, şiddetli baş ağcıları, kompülsif cinsellik, şişmanlık, yüksek tansiyon, keder, karasevda, değişken ruh durumları, depresyon. Yine de, her nasılsa (her bir öyküde farklı biçimde gelişen bir “her nasılsa”), terapi bu gündelik sorunların derin köklerini varoluşun temeline doğru uzanan kökleri açığa çıkardı.
öykülerin tümünde aynı çığlık yankılanıyor: “İstiyorum! istiyorum!” Hastalardan biri, yaşayan iki oğlunu ihmal ederken, “Ölen sevgili kızımı geri istiyorum,” diye haykırıyordu. Bir diğeri, lenf kanseri bedeninin her köşesine yayılırken, “Gördüğüm her kadını düzmek istiyorum,” diyordu ısrarla. Bir başkası ise, açmak cesaretini bulamadığı üç mektubun sancılarıyla kıvranırken, “Hiç yaşamadığım çocukluğumu, annemi, babamı istiyorum,” diye yalvarıyordu. Kendinden otuz beş yaş genç bir erkeğe duyduğu saplantısal aşktan vazgeçemeyen yaşlı bir kadın da, “Sonsuza dek genç olmak istiyorum,” diyordu.
Psikoterapinin ana maddesinin, çoğu kez iddia edildiği gibi bastırılmış içgüdüsel yönelişler ya da trajik bir kişisel geçmişin iyi gömülmemiş kırık dökük parçaları değil, daima bu tür bir varoluş sancısı olduğuna inanıyorum Bu on hastanın her biriyle sürdürdüğüm terapideki başlıca bilimsel varsayımım ki tekniğim de bu varsayım üzerine kurulmuştur temel kaygıların, insanların yaşamın acımasız gerçekleriyle yani varoluşun “verileriyle” başa çıkmak için harcadıkları bilinçli ve bilinçsiz çabalardan kaynaklandığıdır.’”
Psikoterapi açısından özellikle önem taşıyan dört değiştirilemez gerçek görüyorum: her birimiz ve sevdiklerimiz için ölümün kaçınılmazlığı; yaşamımızı kendi irademizle biçimlendirme özgürlüğümüz; nihai yalnızlığımız; ve son olarak, yaşamın belirgin bir anlamdan yoksun oluşu. Bu veriler ne kadar acımasız da görünse, aynı zamanda aklın ve kurtuluşun tohumlarım taşırlar. Bu on psikoterapi öyküsünde, varoluşun gerçekleriyle yüzleşmenin ve bu gerçeklerin gücünü kişisel değişim ve büyümenin hizmetinde kullanmanın mümkün olduğunu göstermeyi umuyorum.
Yaşamın bu gerçekleri arasında en açık olanı, sezgisel biçimde en kolay anlaşılanı ölümdür. Erken bir yaşla, çoğu kez sanıldığından çok daha erken çağlarda, Ölümün geleceğini ve ondan kurtuluş olmadığını Öğreniriz. Yine de, Spinoza’nın deyişiyle, “Her şey kendi varlığı içinde sürekliliğini korumaya çabalar.” İnsanın özünde, varolmayı sürdürme dileği ise kaçınılmaz Ölüm bilinci arasında kesintisiz sürüp giden bir çatışma vardır.
ölüm gerçeğine uyum sağlayabilmek için, onu yadsıma ya da ondan kaçıp kurtulma yolları tasarlamakta üstümüze yoktur. Çocukluğumuzda, anne ve babalarımızın pekiştirdiği güvenin yanı sıra dini ve dünyevi masalların da yardımıyla ölümü yadsırız; sonraları, onu bir canavar, bir kum adam, bir şeytan gibi bir varlığa dönüştürerek kişileştiririz. Ne de olsa, eğer ölüm peşimize düşen bir varlıksa ondan kaçıp kurtulmanın bir yolunu bulabiliriz; üstelik ölüm taşıyan bir canavar ne kadar ürkütücü olursa olsun gerçeğin kendisinden, yani insanın kendi ölümünün tohumlarını kendi içinde taşıdığı gerçeğinden, daha az ürkütücüdür. Daha sonra, çocuklar ölüm korkusunu hafifletecek başka yöntemler denerler: ölümle alay ederek onun zehrini alırlar, gözü pek davranışlarla ona meydan okurlar, ya da tereyağlı sıcak patlamış mısırla akranlarının güven veren beraberliğinde hayalet öyküleri dinleyip korku filmleri izleyerek onu köreltirler
Yaşımız büyüdükçe Ölümü kafamızdan çıkarmayı öğreniriz; dikkatimizi başka şeylere veririz; ölümü olumlu bir şeye dönüştürürüz (öbür tarafa göçmek, yuvaya dönmek, Tanrı’ya kavuşmak, nihayet huzur bulmak); yüreklendirici mitlerle onu yadsırız, kalıcı yapıtlarla, tohumumuzu çocuklarımız aracılığıyla geleceğe göndererek ya da tinsel süreklilik vaat eden bir din sistemini benimseyerek ölümsüzlüğü yakalamaya çabalarız.
Pek çok kişi ölümü yadsımanın böyle açıklanmasına karşı çıkar. “Saçma!” derler. “Biz ölümü yadsımıyoruz ki. Herkes ölecek. Bunu biliyoruz. Gerçekler apaçık ortada. Ama bunun üzerinde durmanın ne anlamı var?”
Gerçek şu ki, biliyoruz ama bilmiyoruz. Ölüm hakkında bir şeyler biliyoruz, akıl yoluyla gerçekleri kavrıyoruz, ama, aklımızın bizi başa çıkamayacağımız dozda kaygıdan koruyan bilinçdışı bölümü, ölümün çağrıştırdığı dehşeti ayırıp safdışı bırakıyor. Bu ayırma işlemi bilinçdışı gözle görülmeyen bir şey, ama yadsıma mekanizmasının bozulup ölüm korkusunun olanca gücüyle ortaya çıktığı nadir durumlarda, onun varlığına inanabiliyoruz. Bu çok seyrek, bazen yaşam boyunca…