Roman (Yabancı)

Aşkın Renkleri

askin renkleri 5ed433f8e2745“Yanlış zamanda karşılaşılan mükemmel insanlar vardır. Bir de doğru zamanda karşılaştığınız için mükemmel olan insanlar…”

Nathalie’nin bir öpücükle değişen hayatı, zekice ve edebi bir dille kaleme alınıyor; okura klasik bir aşk kitabından çok daha fazlasını sunuyor.

Fransa’nın son yıllarda öne çıkan yazarlarından David Foenkinos’un yazdığı modern bir aşk romanı olan Aşkın Renkleri, Fransa’da pek çok önemli ödüle değer görüldü, on beş dile çevrildi, haftalarca çok satanlar listesinde ilk sıralarda yer aldı.

David Foenkinos’un Stéphane Foenkinos’la birlikte yönetmenliğini yaptığı, kitaptan uyarlanan film de Fransa’da yüz binler tarafından izlendi.

“Saklı güzelliğe dair nefis bir roman…”
Elle

“Romantik edebiyattan lezzetti bir çikolatalı trüf …”
The Washington Post

***

1

Nathalie, aslında sessiz sakin bir kadındı (İsviçreli kadınlar gibi). Ergenliği, yaya geçitlerinden geçerek, sorunsuz atlatmıştı. Yirmi yaşında geleceğe umutla bakıyordu. Gülmeyi ve okumayı severdi. Fakat bu ikisini aynı anda gerçekleştiremezdi; çünkü hüzünlü hikâyeler okumaktan hoşlanırdı. Edebiyat ona yeterince somut gelmediği için, ekonomi okumaya karar vermişti. Dalgın bir havası olmasına rağmen işini savsaklamazdı. Yüzünde tuhaf bir tebessümle, Estonya’nın gayrisafi yurtiçi hasıla eğrisini saatlerce incelerdi. Yetişkin bir kadın olduktan sonra, ara ara çocukluğunu düşündüğü zamanlar oldu. Birkaç hatırada birikmiş mutluluk anları gelirdi aklına, hep aynı anlar. Birinde kumsalda koşuyor, bir diğerinde uçağa biniyor, bir başkasında da babasının kollarında uykuya dalıyordu. Ama o günleri özlemezdi, asla. Nathalie adında biri için nadir görülen bir durumdu bu.*

2

Çiftlerin çoğu, birbirlerine hikâyeler anlatmaya, birbirlerini bulmuş olmalarının sıra dışı bir olay olduğunu düşünmeye bayılır; en sıradan koşullarda ortaya çıkan bu tür yığınla birliktelik, çoğunlukla, çiftlerin hafiften kendilerinden geçmesini sağlayan detaylar da barındırır. Nihayetinde her şey, kadim bir metin gibi yorumlanır.

Nathalie ve François sokakta karşılaştılar. Bir erkeğin bir kadına yaklaşması her zaman hassas bir durum arz eder. Kadın, “Bütün vaktini böyle mi geçiriyor acaba?” diye merak etmekten kendini alamaz. Erkekler her zaman, ilk kez böyle bir şey yaptıklarını söylerler. Anlattıklarına bakılırsa, ilk kez, gördükleri bir güzellikle çarpılmış, bunun etkisiyle her zamanki çekingenliklerini üzerlerinden atmaya cesaret edebilmişlerdir. Kadınlar, otomatik olarak, zamanları olmadığını söylerler. Nathalie de farklı bir tepki göstermedi. Budalalık etmişti; çünkü önemli bir işi yoktu; ayrıca, bir erkeğin yanına yaklaşmasından hoşlanmıştı. Kimse böyle bir şeye cesaret edememişti o güne kadar. Hep merak ederdi: Fazla mı suratsızım acaba, yoksa çok umursamaz bir halim mi var? Kız arkadaşlarından biri bir seferinde şöyle demişti: Kimse seni tutamaz; peşinden atlı kovalıyor gibisin.

Bir erkek, tanımadığı bir kadının yanına yaklaştığında ona güzel şeyler söyler. Bir kadının karşısına geçip, “Bu ayakkabıları nasıl giyiyorsunuz kuzum? Ayak parmaklarınızı adeta bir Gulag’a kapatmışsınız. Ayaklarınızın Stalin’isiniz, utanın!” diyebilecek bir kamikaze var mıdır acaba? Kim böyle bir şey diyebilir? François da kesinlikle böyle bir erkek değildi; onun tarzı daha ziyade, akıllı uslu komplimanlarda bulunmaktı. Tanımlanması en az mümkün olan şeyi (kafa karışıklığını) tanımlamaya yeltendi. Niçin onun karşısına dikilmişti? Özellikle yürüyüşü dikkatini çekmişti. Yeni bir şey hissetmişti, neredeyse çocuksu: Nathalie yürürken, dizleri adeta dans ediyordu. Etrafına insanı duygulandıran bir doğallık yayıyordu; hareketlerinde zarafet vardı. Şöyle düşündü: Bu kadın, tam da hafta sonunda birlikte Cenevre’ye gitmek isteyeceğim tipte bir kadın. Bunun üzerine bütün cesaretini topladı -keşke daha çok cesareti olsaydı o an- çünkü böyle bir şeye ilk kez girişecekti. Orada ve o anda, o kaldırımda karşılaştılar. İşin başlangıcını belirleyen ama sonrası için o kadar belirleyici olmayan son derece klasik bir girişti bu.

Başlangıçta birkaç kelime gevelemişti, ama birden çenesi açıldı. Acınası olmakla birlikte, ona bu dokunaklı gücü veren, umutsuzluktu. Paradokslarımızın büyüsüdür bu: Durum ne kadar rahatsız edici olursa, işin içinden çıkmak için o denli zarafet gerekir. François, otuz saniyenin sonunda kadının tebessüm etmesini bile sağlamıştı. Aralarındaki yabancılığa indirilmiş ilk darbeydi bu. Kadın bir kahve içmeyi kabul etti; bundan, hiç acelesi olmadığını anladı. Görüş alanına daha yeni girmiş bir kadınla bu şekilde vakit geçirebilmek ona tuhaf geldi. Sokakta kadınlara bakmayı severdi. Hatta, iyi aile kızlarını evlerinin kapısına kadar takip edebilecek türde romantik bir ergen olduğunu hatırladı.

Sırf uzaktan gördüğü kadına daha yakın olabilmek için metroda vagon değiştirdiği bile olmuştu. Şehvetin kölesi olsa da romantik biriydi, kadınların tamamının tek bir kadına indirgenebileceğini düşünürdü.

Ne içmek istediğini sordu. Seçimi belirleyici olacaktı. Şöyle düşündü: Kafeinsiz kahve söylerse, kalkıp giderim. Böyle bir buluşmada, içeceklerin en ciddisini seçmeye kimsenin hakkı yok. Ya çay? O da olmaz. Daha yeni tanışmışız, ama ikimiz de yumuşak bir kozaya yerleşmişiz bile. Pazar öğleden sonralarını televizyon karşısında geçirecekmişiz gibi. Ya da daha beteri: kayınpederlerde. Evet, evet, şurası kesin ki çay tam da kayınvalide içeceği. O zaman ne içmeli? İçki mi? Yok, bu saatte iyi gelmez. Bu saatte, böyle birden içmeye başlayan bir kadından korkulur. Bir kadeh şarap bile olmaz. François, karşısındaki kadının içeceği şeye karar vermesini beklerken, muhtemel içeceği konusundaki analizini sürdürüyordu. Peki, ne kaldı geriye? Coca Cola veya benzer türden asitli bir içecek… Hayır, olmaz, kadın içeceği değil bunlar. Bir de pipet istesin bari! François, en sonunda, bir meyve suyunda karar kılmasının yerinde olacağına kanaat getirdi. Evet, meyve suyu, sempatik bir içecek. Neşeli, fazla saldırgan değil. Kızın uslu ve dengeli olduğu hissediliyordu. Ama hangi meyve suyu? Klasiklerden kaçınmak gerek: Elma suyu veya portakal suyu olmaz, fazla sıradan. Biraz orijinal olmak gerek, ama tuhaf da olmadan. Papaya veya guava suyu? Yok, korkar insan bunlardan. Hayır, en iyisi bir orta yol bulmak, kayısı gibi. İşte, tamam. Kayısı suyu, harika. Eğer bunu seçerse, onunla evlenirim, diye geçirdi içinden François. Tam o an, Nathalie başını mönüden kaldırdı, uzun uzun daldığı düşüncelerden geri dönmüş gibiydi. Yabancıyı karşısına çıkaran düşüncelerdi bunlar.

“Ben meyve suyu içeceğim…”

“…?”

“… kayısı suyu.”

François, ona sanki gerçekliği paramparça etmiş gibi baktı.

Nathalie’nin o yabancıyla gidip bir şeyler içmesinin sebebi, adamın cazibesine kapılmasıydı. O sakarlık ve kesinlik karışımından, Pierre Richard ve Marlon Brando arası tavırdan anında hoşlanmıştı. Fiziken erkeklerde sevdiği bir şey vardı onda: hafif bir şehlalık. Çok hafif, ama yine de belli olan bir şehlalık. Evet, bu detayın onda olması şaşırtıcıydı. Üstelik adı da François’ydı ki hep sevdiği bir isim olmuştu bu. 50’li yıllara ilişkin düşünceleri gibi zarif ve sakindi. Artık daha rahat konuşuyordu. Aralarında sessizlikler olmuyordu; hiçbir rahatsızlık, gerilim kalmamıştı. Henüz on dakika geçmiş olmasına rağmen, sokakta karşılaştıkları sahneyi unutmuşlardı bile. Eskiden beri birbirlerini tanıyorlarmış da, şimdi ilk kez buluşmuşlar gibiydi. Şaşırtıcı derecede kolay olmuştu. O kadar kolay ki bütün önceki randevuları (konuşmanın, espritüel olmaya çalışmanın, iyi biriymiş gibi görünmek için çaba harcamanın gerektiği bütün önceki randevuları) yerle bir eden bir kolaylıktı bu. Açıklıkları neredeyse gülünç kaçmaya başlamıştı. Nathalie, artık kendisi için bir yabancı olmayan o çocuğa bakıyor, bilinmeyen tarafları gözlerinin önüne seriliyordu. Karşılaştıkları sırada nereye gitmekte olduğunu hatırlamaya çalıştı.

Belirli bir şey yoktu. Ama Nathalie amaçsızca dolaşacak biri değildi. Cortázar’ın yeni okuduğu romanındaki yollardan geçmek için yola çıkmamış mıydı? Edebiyat oradaydı işte, aralarında. Evet, tamam, hatırladı Nathalie: Seksek‘i yeni bitirmişti ve kitaptaki kahramanların -aslında sokakta yaşayan birinin cümlesinden doğmuş güzergâhları arşınlarken- sokakta karşılaşmaya çalıştıkları bölümleri özellikle sevmişti. Akşam, bir şehir planında geçtikleri sokaklara bakıyor, ne zaman karşılaşmış olabileceklerini, birbirlerine çok yaklaştıkları anları görmeye çalışıyorlardı. İşte Nathalie oradaydı: bir romanda.

3

Nathalie’nin En Sevdiği Üç Kitap

Belle du seigneur, Albert Cohen
Sevgili, Marguerite Duras
Ayrılık, Dan Franck

4

François finans sektöründe çalışıyordu. Onunla beş dakika geçirmek, bu yönünün, Nathalie’nin ekonomiye olan eğilimi kadar tuhaf olduğunu görmek için yeterdi. Belki de gerçek eğilimlerin önünü kesen birtakım pratik zorunluluklar vardı. Öte yandan, başka hangi işle iştigal edebileceğini söylemek zordu. Her ne kadar Nathalie’yle tanıştığı sırada çekingen davrandığını gördüysek de, aslında capcanlı, enerji ve fikirlerle dolu biriydi. Tutkulu olduğundan, ne iş olsa yapabilirdi, hatta kapı kapı dolaşıp kravat bile satabilirdi. Bir elinde bavulu, kravat satımk istediği müşterisinin elini sıkarken kolayca hayal edilebilecek biriydi. Onda, size her şeyi satabilecek kişilerin sinir bozucu cazibesi vardı. Onunla yazın kayak yapmaya, İzlanda göllerinde yüzmeye gidebilirdiniz. İlk kez sokakta bir kadınla tanıştığı halde, doğru kadını bulabilen türden bir adamdı. Başarılı olmadığı bir konu yok gibiydi. O halde neden finans sektöründe çalışmasındı ki? Daha düne kadar monopoly oynarken, şimdi milyonlarla oynayan çaylak trader’lardan biriydi. Ama bankasından çıkar çıkmaz başka biri oluyordu. Borsa endeksiyle ofis dışında ilgilenmezdi. Mesleği, tutkularını yaşamasını engellememişti. Puzzle yapmaya bayılırdı. Tuhaf görünebilir, ama bazı cumartesileri, bütün gününü binlerce parçalık puzzle yapmakla geçirirdi. Nathalie salonda oturan nişanlısını seyretmekten hoşlanırdı. Onun için sessiz bir temaşaydı bu. Sonra birden kalkıp bağırırdı: “Haydi, gel, dışarı çıkalım!” İşte onun hakkında söylenmesi gereken bir şey daha: Geçişlerden hoşlanan biri değildi. Kopuşları severdi, sessizlikten öfkeye geçmeyi.

François’yla vakit çok hızlı geçiyordu. Günleri atlama, salı günü olmayan haftalar yaratma gücü vardı sanki. Onlara, tanışalı çok olmamış gibi geliyordu, ama ikinci yıllarını kutluyorlardı bile. İki sene boyunca en küçük bir sorun yaşamamışlardı; birbirlerine tabak fırlatan çiftleri şaşırtacak bir durumdu bu. Bir şampiyona nasıl hayranlıkla bakılırsa, onlara da öyle bakıyorlardı. Aşkın sarı mayosuydular. Nathalie okuluna başarıyla devam ederken, bir yandan da François’nın gündelik yükünü azaltmaya çalışıyordu. Kendisinden birkaç yaş büyük birini, üstelik iş sahibi birini seçmiş olması, ailesinin evinden ayrılmasına imkan vermişti. Ama maddi olarak ona yük olmak istemediğinden, haftanın birkaç günü, akşamları bir tiyatroda çalışmaya karar verdi. Üniversitenin ciddi havasını dengeleyen bu iş onu mutlu ediyordu. Seyirciler yerlerine yerleştikten sonra, salonun dibindeki yerine oturuyordu. Oturduğu yerden, ezbere bildiği gösteriyi izliyordu. Aktörlerle aynı anda diyalogları mırıldanıyor, seyirciler oyunun sonunda alkışlamaya başladıklarında, o da yerinden kalkıp onları selamlıyordu. Programı satmadan önce.

Tiyatro oyunlarını çok iyi bildiği için, gün içinde bu oyunlardan diyaloglar alıntılıyor, salonda dolanıp “Yavru kedi öldü,” diye miyavlayarak eğleniyordu. O sıralar Musset’nin Lorenzaccio‘su sahnelendiğinden, bu oyundan alakasız replikler söylüyordu. “Buraya gel, Macar’ın hakkı var.” Ya da, “Çamurdaki kim? Bu korkunç çığlıkları atarak sarayımın surlarında gezinen kim?” İşte o gün, François, zihnini toplamaya çalışırken bunları işitiyordu.

“Biraz sessiz olabilir misin?” diye sordu.

“Tamam, olur.”

“Şu anda çok önemli bir puzzle yapıyorum.”

Bunun üzerine Nathalie nişanlısının uğraşını bölmemek için sustu. Bu puzzle diğerlerinden farklı görünüyordu. Şekiller yoktu, ne bir şato ne de kişiler. Beyaz bir fonda kırmızı halkalar görünüyordu. Bu halkalar yavaş yavaş harflere dönüştü. Puzzle şeklinde bir mesajdı bu. Nathalie, puzzle’ın nasıl tamamlanacağını görmek için, az önce açtığı kitabı bir kenara fırlattı. François, arada sırada başını kaldırıp ona bakıyordu. Temaşa yavaş yavaş sonuna yaklaşıyordu. Sadece birkaç parça kalmıştı ve Nathalie, sunumu özenle, puzzle parçacıklarının yardımıyla oluşturulmuş mesajı tahmin edebiliyordu. Evet, artık yazıyı okuyabiliyordu: “Karım olur musun?”

5

27 Ekim-1 Kasım 2008 Tarihlerinde Minsk’te Düzenlenen Dünya Puzzle Şampiyonası’nda İlk Üçe Girenler

1. Ulrich Voigt – Almanya: 1464 puan
2. Mehmet Murat Sevim – Türkiye: 1266 puan
3. Roger Barkan – ABD: 1241 puan

6

Düğün, Nathalie ile François’nın birlikteliklerini taçlandıracak şekilde, çok başarılı geçti. Basit ve hoş bir törendi, ne çok şaşaalı ne çok sadeydi. Her davetli için bir şişe şampanya düşünülmüştü, pratik bir çözüm. Herkesin keyfi gerçekten yerindeydi. Bir evlilik töreninde herkes neşeli olmalıdır; bir doğum günü kutlamasında olduğundan daha neşeli. Neşeli olma mecburiyetinin bir hiyerarşisi vardır ve düğün törenleri bu piramidin tepesindedir. Gülümsemek gerekir, dansa kalkmak gerekir, daha sonra da büyükleri yatmaya göndermek gerekir. Nathalie’nin

————

* Nathalieler bariz şekilde nostaljiye meyilli olurlar

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kelt Rüyası – Mario Vargas Llosa

Editor

Sefil Korsanlar – Vadedilmiş Topraklar

Editor

80 GÜNDE DEVR-İ ÂLEM

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası