Roman (Yabancı)

Ateş – Yedi Krallık Üçlemesi

ates-kristin-cashore-pegasus-yayinlari

Yedi krallığın ötesinde… Hem hayranlık uyandıran hem de kalplere korku salan bir kız yaşıyor.

Vadi’de huzur kalmamıştır. Kral Nash, ordularını toplamış asi lordların yanı sıra ormanlardaki casus ve haydutlarla baş etmek durumundadır. Vahşi güzelliği ve alev gibi saçlarıyla Fire, son insan canavardır. Hem nefret hem de hayranlık uyandıran bu genç kadın, zihinleri kontrol edebilmektedir. Ancak masum insanlara zarar vermekten çekindiğinden bu eşsiz yeteneğini bastırmaktadır. Kral’a karşı bir komployu bozmak için Fire’ın yeteneğine ihtiyaç duyulunca Kral’ın Kenti’ne çağırılır. Bildiği dünyayı geride bırakan Fire, gücünün hayal dahi edemeyeceği bir boyuta ulaştığını görecektir. Yeteneğiyle tüm krallığı kurtarması bile mümkündür. Tabii babası gibi bir şeytana dönüşmekten korkmazsa…

“İçinde macera, romantizm ve gizemli yaratıklar barındıran bu kitap, okurlarına ‘Böyle güçlerim olsa nasıl olurdu? dedirtecek hayaller kurduruyor.”
-New York Times-

“Ateş’e daha ilk sayfada âşık oldum. Güzel üslubu, zengin dünyası, incelikli olay örgüsü ve çarpıcı karakterleriyle bu senenin en beğendiğim kitabı. Herkese tavsiye ederim.”
-The Book Smugglers –

“Bu müthiş romanı elinizden bırakmanız zor. Herkes için bir şeyler var: nefes kesici betimlemeler, hızlı ilerleyen olay örgüsü, gerçekçi karakterler, savaşlar ve romantizm, ayrıca başkahraman her şeyi birbirine çok iyi bir şekilde bağlıyor.”
-Waterstones Books Quarterly-

“Ateş ilginç, eğlenceli ve yeni. Devamını sabırsızlıkla bekletecek türden bir kitap.”
-Bookgeeks-

“Hikâyenin geçtiği ortam zengin ve çok iyi betimlenmiş, karakterler çok yönlü, ilgi uyandırıcı ve inandırıcı; romantizm detaylı bir şekilde işlenmiş. Cashore içinde yaşanılmasından keyif alınacak bir dünya yaratmış.”
-The Book Bag-

“Yetenek’ten sonra gelen bu devam kitabında gençliğe dair sorular mevcut: Ben kimim? Ebeveynlerimle ilişkim nasıl? Hangi seçimler hayatımı belirleyecek?”
-The Washington Post-

***

GİRİŞ

Larch sık sık, eğer yeni doğan oğlu olmasaydı, karısı Mikra’nın ölümünü asla atlatamayacağını düşünüyordu. Bu hem küçük oğlanın sabahlan yataktan kalkıp gün boyunca çalı fan, nefes alan ve işe yarar bir babaya ihtiyacı olmasından, hem de bebeğin kendisinden kaynaklanıyordu. Öyle iyi huylu bir bebekti ki… Agulamaları çok melodikti ve koyu kahverengi gözleri ölmüş annesininkilere benziyordu.

Larch güneydoğudaki Monsea Krallığı’nda, bir lordun nehir kenarındaki arazisinde orman bekçisiydi.

At sırtında geçen bir günün ardından Larch odasına geri döndüğünde bebeğini baklanın kollarından neredeyse onu kıs­kanarak alırdı. Kirli bir halde, ter ve at kokusuyla oğlanı göğsüne bastırıp karısının eski sallanan koltuğuna oturur ve gözlerini kapardı. Ara sıra ağlardı, gözyaşları kirli yüzünde berrak şeritler bırakırdı. Hep sessizce ağlardı, böylece çocuğun çıkardığı seslerin hiçbirini kaçırmazdı. Bebek onu izlerdi ve gözleri teskin ederdi. Bakıcı bu kadar küçük bir bebeğin böyle odaklanabilen gözleri olmasının alışılmışın dışında olduğunu söylemişti. “Bu sizi mutlu etmemeli,” diye uyarmıştı. ‘Tuhaf gözleri olan bir bebek.”

Larch bu konuda endişe duymuyordu. Bakla ikisinin yerine de yeterince endişeleniyordu. Yedi krallıktaki tüm ebeveynlerin sözsüz geleneğini yerine getirerek her sabah bebeğin gözlerini kontrol ediyor ve hiçbir şeyin değişmediğini gördüğünde daha rahat nefes alıyordu, İki gözü aynı renkte uyuyan ve farklı renkte uyanan küçük bir çocuk artık yetenekli olmuş demekti ve pek çok krallıkta olduğu gibi Monsea’da da yetenekli bebekler hemen o an Kral’ın mülkiyeti sayılırdı. Aileleri onları nadiren tekrar görebilirdi.

Larch’ın oğlu ilk doğum gününü de aynı kahverengi gözlerle geçirmesine rağmen bakıcı homurdanmayı kesmemişti. Bazen yeteneklilerin göz renginin bir yıldan uzun sürede değiştiğini duymuştu ve yetenekli olsun olmasın, çocuk norma] değildi. Annesinin rahminin dışında geçirdiği bir yılın sonunda Immiker adını söyleyebilmeye başlamıştı. On beş aylıkken basit cümlelerle konuşuyordu ve bir buçuk yaşındayken bebeksi telaffuzu yok olmuştu. Bakıcı, Larch’Ia geçirdiği ilk dönemlerde, bebekle ilgile­nirse bir koca ve güçlü kuvvetli bir oğul kazanacağını ummuştu. Ancak memesini emerken ufak boylu bir yetişkin gibi sohbet eden ve altı değişmesi gerektiğinde anlamlı uyanlarda bulunan bebeği tüyler ürpertici buluyordu. Sonunda işi bıraktı.

Larch, suratsız kadının gitmesine sevinmişti. Çalışırken bebeği göğsünde taşıyabilmek için bir taşıyıcı hazırladı. Soğuk ve yağışlı günlerde ata binmeyi ve dörtnala koşturmayı bıraktı. Daha az sürelerle çalışıyor ve Immiker’i beslemek, uyutmak ve altını temizlemek için ara veriyordu. Bebek durmadan gevezelik ediyor, hayvanlar ile bitkilerin isimlerini soruyor ve Larch’ın dinlemekten hoşlandığı şiirler uyduruyordu. Şiirler Larch’ı hep güldürüyordu.

Oğlan elini babasının koluna vurarak dalgın dalgın şarkı söylüyordu. “Minik kuşlar ağaçların tepelerini, etrafında dönmek için severler çünkü onlar kafalarının içinde de birer kuştur.” Bir an sonra, “Baba?” dedi çocuk.

“Efendim oğlum.”

“Sen yapmanı sevdiğim şeyleri seviyorsun çünkü kafanın içinde benim sözlerim var.”

Larch tek kelimeyle mutluydu. Karısının ölümüne neden o kadar çok üzdüğünü hatırlayamıyordu. Şimdi çocukla yalnız kalmasının daha iyi olduğunu anlıyordu. Başkaları canını sıktığı için insanlardan uzak durmaya başlamıştı. Onlar oğlunun arka­daşlığının keyfini sürmeyi hak etmiyorlardı zaten.

Immiker üç yaşındayken bir sabah, Larch gözlerini açtı ve oğlunun uyanık bir halde yanında uzanmış, ona baktığını gördü. Oğlanın sağ gözü griydi. Diğer gözüyse kırmızı. Larch hızla kalktı, korkmuş ve üzülmüştü. “Seni alacaklar,” dedi oğluna. “Seni benden alacaklar.”

Immiker sakince gözlerini kırptı. “Almayacaklar. Çünkü sen onları durdurmak için bir plan yapacaksın.”

Bir yetenekliyi Kral’dan esirgemek büyük bir suçtu ve hapis ya da Larch’ın asla ödeyemeyeceği para cezalarıyla cezalandırılırdı. Yine de Larch, oğlanın dediğini yapmasını söyleyen bir dürtüye kapılmıştı. Neredeyse kimsenin yaşamadığı, doğudaki kayalık dağ sınırına doğru ilerlemek ve saklanacak bir yer bulmak zorunda kalacaklardı. Bir orman bekçisi olarak Larch iz sürebilir, avlana­bilir, ateş yakabilir ve Immiker için hiç kimsenin bulamayacağı bir ev yapabilirdi.

Immiker kaçışları konusunda son derecede sakindi. Bir yetenek­linin kim ve ne olduğunu biliyordu. Larch bunu ona bakıcısının söylediğini varsayıyordu; belki de kendisi ona bunu açıklamış ama anlattığını unutmuştu. Larch gittikçe daha unutkanlaşmıştı. Hafızasının bazı kısımlarının kendisine, artık açmayı beceremediği kapalı kapıların ardındaki karanlık odalar gibi kapandığını hissetti Larch bunu yaşma bağladı, sonuçta karısı çocuklarını doğururken öldüğünde o da Larch da pek genç sayılmazdı.

“Bazen yeteneğinin konuşmakla ilgili olup olmadığını merak ediyorum,” dedi nehri ve evlerini arkalarında bırakıp tepelerin üzerinden doğuya ilerlerlerken.

“İlgisi yok,” dedi Immiker.

“Elbette yok,” dedi Larch neden böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşündüğünü kavrayamadan. “Sorun değil, evlat. Daha çok gençsin. Bu konuda dikkatli olacağız. İşe yarar bir yeteneğin olmasını umalım.”

Immiker yanıt vermedi. Larch, önünde oturan çocuğu saran eyer kayışlarını kontrol etti. Eğilip Immiker’in altın sarısı saçlarını öptükten sonra atı sürdü.

Yetenek, normal bir insanın bir şey yapabilme yetisinin çok öte­sinde, özel bir maharetti. Bir yeteneğin herhangi bir şekli olabilirdi. Kralların çoğunun mutfağında insanüstü bir ekmek pişirme ya da şarap yapma yetisine sahip bir yetenekli olurdu. En şanslı kralla­rın ordularında, kılıç dövüşü yeteneği olan askerleri olurdu. Bir yetenekli, gerçek olamayacak kadar iyi duyabilir, bir dağ aslanı kadar hızlı koşabilir, aklından çok zor matematik işlemleri yapabilir ve hatta bir yiyeceğin zehirli olup olmadığını hissedebilirdi. Beli her türlü bükebilme ya da kusmadan taş yiyebilme gibi gereksiz yetenekler de vardı. Ayrıca ürkütücü yetenekler de olabiliyordu. Bazı yetenekliler olayları olmadan önce görebiliyordu. Bazıları insanların zihinlerine girip kendilerini ilgilendirmeyen şeyleri görüldü. Nander Kralı’nın, bir insanın sadece yüzüne bakarak suç işleyip işlemediğini anlayabilen bir yetenekliye sahip olduğu söylenirdi.

Yetenekliler kralların oyuncağından başka bir şey değildiler. Doğal bir varlık olarak düşünülmezlerdi ve Monsea ile kalan altı krallığın çoğunda insanlar onlardan uzak durmaya çalışırdı. Kimse bir yetenekliyle arkadaş olmak istemezdi.

Larch bir kez bu tutuma şahit olmuştu. Şimdiyse bunun ne kadar acımasız, bencilce ve haksız bir tavır olduğunu görüyordu çünkü sadece ne olduğu belli olmayan yeteneğiyle değil, pek çok açıdan üstün bir insan olacak olan oğlu, sadece normal bir çocuktu. Bu Larch’ın, oğlunu toplumdan uzaklaştırmasının esas nedeniydi. Onu, alay edilip dışlanması ya da Kral’ı tatmin edecek türde görevlerde kullanılması için Kral’ın sarayına yollamayacaktı.

Kısa süre sonra Larch dağlarda saklanmanın mümkün olmayaca­ğını üzüntüyle kabullendi. Mesele havanın soğuk olması değildi, gerçi buranın sonbahar aylan, Lord’un arazisindeki kış kadar sert geçiyordu. Çalılar sert ve dikenliydi, aynca her gece kayaların üzerinde uyuyorlardı ve sebze ya da tahıl yetiştirilebileceğini hayal edebilecekleri bir yer bile yoktu ama arazinin yapısı da sorun değildi. Sorun yırtıcı hayvanlardı. Larch’ın saldırılara karşı savunmaya geçmek zorunda kalmadığı bir hafta bile olmamıştı. Dağ aslanları, ayılar, kurtlar… Kanat açıklıkları bir insanın iki katı olan devasa boyutlardaki yırtıcı kuşlar. Yaratıkların bazıları bölgelerini savunuyordu, hepsi saldırgandı ve kış soğuğu Larch ile Immiker’in dört bir yanını sardığında, tüm hayvanlar aç kal­mıştı. Bir gün iki dağ aslanı atlarım kapmıştı.

Geceleri Larch’ın çalı çırpıdan yaptığı dikenli barınaklarının içinde babası çocuğunu montunun sıcaklığına çeker ve ulumaları, bayır aşağı yuvarlanan taşlan ve bir hayvanın onların kokusunu aldığı anlamına gelen çığlıkları dinlerdi. İlk tehlikeli sesi duydu­ğunda uyuyan çocuğu göğsündeki taşıyıcıya koyardı. Olabildiğince büyük bir meşale yakıp barınaktan çıkar ve orada durup ateş ya da kılıçla, gelecek saldırıları uzak tutardı. Bazen saatlerce orada öylece dururdu. Çok fazla uyuyamıyordu.

Çok fazla yemiyordu da.

Bir keresinde Immiker Larch’a, lif lif olmuş kurt eti ve sudan oluşan küçük akşam yemekleri sırasında, “Bu kadar çok yemeye devam edersen, kendini hasta edeceksin,” dedi.

Hasta olmak çocuğu korumasını zorlaştıracağı için Larch hemen çiğnemeyi bıraktı. Payının büyük bölümünü ona verdi. “Uyan için teşekkürler, evlat.”

Immiker, Larch’ın payım da yerken bir süre sessizce oturdu­lar. “Dağlann daha da tepesine çıksak ve diğer tarafa geçsek ne olur?” diye sordu Immiker.

Larch çocuğun uyumsuz gözlerine baktı. “Böyle mi yapmamız gerektiğini düşünüyorsun?”

Immiker küçük omuzlarım silkti. “Geçidi geçerken hayatta kalabilir miyiz?”

“Sence kalabilir miyiz?” diye sordu Larch ve ardından kendi sorusunu duymuş gibi silkindi. Çocuk üç yaşındaydı ve dağlardan geçmek konusunda bir şey bilmiyordu. Sıklıkla ve umutsuzca oğlunun görüşünü sorması ne kadar yorgun olduğunun bir belirtisi olmalıydı.

“Hayatta kalamayız,” dedi Larch d üz bir sesle. “Şimdiye dek hiç kimsenin dağların üzerinden geçerek doğuya, bu tarafa. Estill ya da Nander’e geçtiğini duymadım. Doğulu insanların gökkuşağı renkli canavarlar ve yer altı labirentleri hakkındaki uzun masalları dışında yedi krallık ötesindeki ülkeler hakkında hiçbir şey bilmiyorum.”

“Öyleyse beni tekrar aşağıya götürmelisin, baba. Beni saklamalısın. Beni korumalısın.”

Larch’ın zihni puslu ve karmaşıktı, Immiker’in söylediklerini yapma konusundaki kararlılığı dışında hiçbir şeye odaklanamıyordu.

Larch dik bir bayırdan aşağı doğru yola koyulduğunda kar ya­ğıyordu. Çocuk montunun içindeydi. Kılıcı, ok ve yayı, birkaç battaniye ile bohçaladığı et parçalan Larch’ın sırtında asılıydı. Büyük kahverengi bir yırtıcı kuş tepenin üzerinde belirdiğinde Larch yorgunlukla yayına uzandı. Ancak kuş öyle hızlı pike yaptı ki bir anda vurulamayacak kadar yakına geldi. Larch yaratıktan uzaklaşmaya çalışırken düştü ve aşağı doğru kaydığını hissetti. Çığlıkları kuşun bağrışlarını bastıran çocuğu korumak için kollarını önünde kavuşturdu. “Koru beni, baba! Beni korumak zorundasın, baba!”

Larch’ın arkasındaki toprak aniden çöktü ve karanlığın içine düşmeye başladılar. Larch uyuşuk bir halde, bir çığ, diye düşündü. Vücudundaki her bir sinir hâlâ montunun içindeki çocuğu ko­rumaya odaklanmış durumdaydı. Omzu keskin bir şeye çarptı ve Larch etinin parçalandığını, ıslaklığı ve sıcaklığı hissetti. Bu şekilde aşağıya düşmek tuhaftı. Baş döndürücüydü ve bilincini kaybetmeden hemen önce, dağdan yer seviyesine kadar düşüp düşmeyeceklerini merak etti.

İki büklüm uyandı ama tek bir düşünceyle çıldırmıştı: Immiker. Çocuğun bedeni onun bedenine değmiyordu ve göğsündeki bağların içi boştu. Sızlanarak elleriyle etrafı aradı. Karanlıktı. Üzerinde yattığı zemin sert kaygan ve buz gibiydi. Daha geniş bir alanı araştırmak için yer değiştirdiğinde aniden başına ve omzuna saplanan acı yüzünden çığlık attı. Midesi bulandı. Kusmamak için çabaladı ve çaresizce ağlayıp çocuğun adını mırıldanarak yine sessizce uzandı.

Çok yakınında bir yerde Immiker’in sesi, ‘Tamam, baba,” dedi. “Ağlamayı kes ve kalk.”

Larch’ın ağlaması rahatlamadan kaynaklı bir ağlama nöbe­tine dönüştü.

“Kalk, baba. Etrafı araştırdım. Bir tünel var, gitmeliyiz.”

“Yaralandın mı?”

“Üşüdüm ve açım. Kalk.”

Larch kafasını kaldırmaya çalışınca acıyla feryat etti, neredeyse bilincini kaybediyordu. “Yapamam. Canım çok acıyor.”

“Aon ayağa kalkamayacağın kadar kötü değil,” dedi Immiker ve Larch tekrar denediğinde çocuğun haklı olduğunu gördü. Neredeyse dayanamayacağı kadar canı yanıyordu, bir iki kez kustu ancak durumu, dizlerine ve yaralı olmayan koluna yasla­namayacağı kadar kötü değildi; bu yüzden oğlunun arkasından buzlu zemin üzerinde emekledi.

“Nerede…” diye güçlükle soludu ama sonra sorusunu yanda kesti. Bu çok zahmetliydi.

“Dağdaki bir yarıktan içeri düştük” dedi Immiker. “Kaydık Burada bir tünel var.”

Larch anlamadı, yaptıkları iş öyle bir konsantrasyon gerekti­riyordu ki, anlamaya çalışmayı da bıraktı. Yol kaygandı ve aşağı iniyordu. Gittikleri yer, geldikleri yerden biraz daha karanlıktı. Oğlunun küçük şekli önündeki bayırdan hızla aşağı doğru iler­liyordu.

“Burada bir iniş var,” dedi Immiker ancak Larch bunu o kadar yavaş kavradı ki, henüz anlayamadan minik bir çıkıntıya takıldı. Yaralı omzunun üzerine düştü ve bir anlığına bilincini yitirdi. Soğuk bir esinti ve başım ağrıtan ağır bir kokuyla uyandı. Birbirine çok yakın iki duvarın arasına sıkışmış, daracık bir boş­luktaydı. Çocuğa, düşüşünün onun canını yakıp yakmadığını sormayı denedi ama tek yapabildiği inlemekti.

Immiker’in sesi, “Ne tarafa?” diye sordu.

Larch onun ne demek istediğini anlamadı ve tekrar inledi.

Immiker’in sesi yorgun ve sabırsız geliyordu. “Sana söyledim ya, bu bir tünel. İki yönde de duvarlar olduğunu hissettim. Hangi yönden gideceğimizi seç, baba. Beni buradan çıkar.”

İki yol da eşit derecede karanlıktı ancak çocuk böylesinin daha iyi olacağını düşünüyorsa Larch bir seçim yapmak zorundaydı. Dikkatle hareket etti. Esintiye yüzünü döndüğünde başı, arkasını döndüğü zamankinden daha az acıyordu. Esintinin kaynağına doğru yürüyebilirlerdi.

Bu nedenle kanama, topallama ve açlıkla dolu, aynı zamanda Immiker’in babasına yürümeye devam edecek kadar iyi olduğunu hatırlatıp durduğu dört günün ardından Larch ve Immiker tünelden dışarı çıktılar ancak Monsea tepelerinin eteklerinin aydınlığına değil, zirvenin diğer tarafındaki garip bir yere adım atmışlardı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Mario Puzo – Sicilyalı

Editor

Dört Kişilik Bahçe

Editor

Karanlığın Sol Eli – Ursula K. Le Guin

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası