Kitap arkasındaki tanıtım yazısıdır.
Erica Bauermeister
Bazen eksik bazen fazla bazen tam kararında…Tıpkı hayat gibi aslında…
“Maeve Binchy hayranları, Erica Bauermeister’in olağanüstü romanına bayılacaklar.Zarif ve özenli bir dille yazılmış bu kitap okurlara hayatın pastasından tadına doyulamayacak kadar lezzetli, her ısırışta keyif alacakları kocaman bir dilim sunuyor”
Sarah Addison Allen
Bazı insanlar, hayatın güzel olduğunu hatırlatmak için vardır…
Gözlerini kaldırdığında bakışları Lillian’ınkilerle karşılaştı.
Sesi şaşkınlıktan titriyordu; “Ne kadar da büyümüşsün…”
Henüz sekiz yaşındayken, içine düştüğü bunalımdan kurtardığı annesinin ona söylediği sözlerdi bunlar. O günden sonra Lillian’ın tek amacı; Mükemmel Fikir’i gerçekleştirip açtığı yemek okuluyla kimi yalnız, kimi hayata küsmüş, kimi kendinden vazgeçmiş insanlara hayata umudun penceresinden bakmalarını sağlamak olur.
Lillian, herkeste olan ama henüz kimsenin fark etmediği bir gizemi paylaşmak için hazırdır artık…
Bazen eksik, bazen fazla, bazen tam kararında…
Tıpkı hayat gibi aslında…
***
GİRİŞ
Lillian, en çok ışıkları açmadan önceki anı seviyordu. Yağmurdan sırılsıklam olmuş havayı arkasında bırakarak restoran mutfağının kapı aralığında durdu, oyalandıkça daha da keyif veren kabarmış ekşi hamur mayası, genzi hafif yakan kahve ve saramısak kokularının kendine ulaşmasını bekledi.
Taze et, çiğ domates, kavun ve ıslak marulun onlar kadar baskın olmayan, yakalanması biraz daha zor, belli belirsiz esansı da bu kokulara karışmıştı. Lillian, hepsini derin derin soluyarak içine çekti, hatta bir yığının altında çürümeye başlayan portakalın kokusunu sezdi.
Yeni gelen aşçı yamağı ise sanki körinin dozunu kaçırır gibiydi. Kesinlikle öyleydi. Kız, bir arkadaşının çocuğuydu ve bıçakları çok iyi kullanıyordu; ancak bazı günler Lillian içini çekti fırtınaya incelik öğretmeye çalıştığını hissediyordu.
Neyse ki bir pazartesi akşamıydı. Ne aşçı yamakları, ne de teselli veya kutlama bekleyen müşteriler vardı. Pazartesi akşamıydı, yani yemek okulunun akşamı.
Yedi yıllık öğretmenliğinin ardından Lillian öğrencilerinin ilk ders nasıl davranacağını biliyordu. Yan karanlık restoranın girişine doğru yürürken karşılaşan ve az sonra aynı yemekte kaynaşacak olan bu insanlar, yabancı olmanın getirdiği tedirgin bir sohbete başlayacak, ya tek başlarına ya da ikili üçlü gruplar halinde mutfağa adım atacaklardı.
Bir kez içeri girdikten sonra bazıları dostluğa uzanabilecek ilk girişimlerinde bulunup gruplaşacaklar, diğerleri ise mutfakta başıboş dolaşırken tıpkı Noel çamından sarkan süslerin küçük bir çocuğu cezbetmesi gibi pırıl pırıl parlayan kırmızıbiberleri okşayıp, parmak uçlarıyla döküm tencerelere dokunacaklardı.
Lillian, öğrencilerinin bu anlarını izlemeyi seviyordu. Her biri diğerleriyle kaynaştıkça daha karmaşık, daha entrikacı hale gelen basit cevherlerdi; oysa başlangıçta, tanımadıkları bu çevre sayesinde, özde gayet saftılar. Genç bir erkek kendinden daha genç bir kadının omzuna dokunup, “Adın ne?” diye sorarken, kadın elini paslanmaz çelik tezgâhın pürüzsüz yüzeyinde gezdirirdi.
Tek başına duran bir başka kadının kafası ise kim bilir neye takılmıştı. Çocuk? Sevgili? Arada hâlâ âşık ya da yıkık dökük çiftlerin geldiği de olurdu.
Lillian’ın öğrencilerinin orada olma nedenleri hep farklıydı; kimi mutfakta övgüler almaya can attığı için, kimi ise aşçı olmaktan çok, iyi bir aşçı bulmak için. Bazı katılımcılar ise derslerle hiç alakadar olmaz, kaybetmeye mahkûm olduklarını bile bile ellerindeki hediye çeklerini kullanmak için zoraki gelirlerdi.
Hepsi de keklerinin asla kabarmayacağım ve soslarının içinde daima un topaklarının kalacağını bilirlerdi; tıpkı bir aşk mektubu umdukları halde, posta kutularında sadece makbuz ve fatura buldukları gibi.
Bir de başka şansı olmayan öğrenciler vardı; ellerini cebinde tutmayı başaramayan kleptomanlar gibi mutfağın dışında kalamayanlar. Erken gelip geç çıkarlar, suçluluk ve haz kanşımı bir coşkuyla bir gün şirketteki işlerini bırakıp ünlü bir aşçı olacaklarının hayalini kurarlardı. Lillian, bu son grubu özellikle arasa zor bulurdu; ama gerçek şu ki, öğrencilerinin hepsinin büyüleyici olduğunu düşünüyordu.
Kursa gelme nedenleri ne olursa olsun, dersin herhangi bir anında gözleri ya zevkle ya şaşkınlıkla ya da azim ve gözyaşlarıyla kocaman açılırdı; bu hiç değişmezdi. Her biri için gerekçe ve zamanlama farklı olabilirdi ama zaten işin büyüleyici kısmı buydu. Birbirinin yerini tutan iki baharat asla yoktu.
Mutfak hazırdı. Karanlığın içinde paslanmaz çelik tezgâhlar buz gibi ve alabildiğine uzanıyordu.
Lillian, Robert’ın yalnızca pazartesi günleri servis yapan üreticiden sebzeleri teslim aldığını daha bakmadan biliyordu. Caroline ise, yerleri ovup kalın kauçuk paspasları dışarıda hortumla yıkayarak simsiyah parlatana kadar ukala dümbeleği, sıska Daniel’in tepesinde dikilmiş olmalıydı.
Mutfağın diğer ucundaki kanatlı kapının ardında yer alan restoran, kolalı beyaz keten örtülerin ve dikkatlice üçgen şekilde katlanmış peçetelerin altındaki masalarıyla hazırdı. Ancak bu akşam restoranı hiç kimse kullanmayacaktı. Önemli olan tek yer mutfaktı. Lillian parmaklarım açtı; bir, iki… ve lambayı yaktı.
Lillian
Babası onları terk ettiğinde Lillian dört yaşındaydı. Bu olay üzerine şoka giren annesi, bir fokun suya dalması gibi kitapların içine dalmıştı. Lillian, annesini izlerken o küçücük yaşında bile var olmak adına yapılan bu tercihin insanüstü doğasını sezgileriyle anlayabiliyor, annesinin daldığı okyanusu kıyıdan seyreden biri olarak bundan sonra hayatını sürdüreceği yeni yaşam alanına uyum sağlamaya çalışıyordu.
Bu yeni yaşamda, Lillian’ın annesinin normalde gözlerinin, burnunun ve ağzının olması gereken yerde artık bir dizi kitap kapağı vardı. Annesi, okuduğu kitapların öylesine derinliklerine dalıyordu ki, roman kahramanının kişiliği onu adeta gelişigüzel sıkılmış bir parfüm gibi sarıp sarmalıyordu. Lillian, kısa sürede kitap kapaklarının da en az yüz ifadeleri kadar insan ruhunu yansıttığını öğrenmiş, bornozu, saçı, ayakları aynı görünse bile kahvaltıda kiminle karşılaşacağından hiçbir zaman emin olamamıştı. Bu durum, her ne kadar Lillian doğum günü partilerinde gördüğü sihirbazların eve döndüklerinde bahçede çimleri biçen üç çocuklu iri yarı adamlara dönüştüğünden şüphelense de, sihirbaz bir anneye sahip olmak gibiydi; Lillian’ın annesi bir kitabı bitiriyor, ardından yenisine başlıyordu.
Annesinin kitaplara olan takıntısı, bütünüyle sessiz bir uğraşı değildi. Babası onları terk etmeden çok önce de Lillian sözcüklerin ve çekimlerin ötesinde bir müziğe sahip olduğunu biliyordu; çünkü annesi ona kitapları yüksek sesle okuyordu. Tek heceli tekerlemeler ve ana renklerde boyanmış resimlerden oluşan karton çocuk kitapları değildi bunlar. Lillian’ın annesi eve giren bu tür birkaç kitabı suçluluk duygusuyla ortadan yok etmişti.
“Dört çeşitten oluşan bir mönü seni beklerken,” derdi, “patates yemenin anlamı yok Lilly.” Sonra okumaya devam ederdi.
Lillian’ın annesi için kitapların her bölümü büyüleyiciydi ama onu en çok keyiflendiren sözcüklerin kendileriydi. İncelikli tanımlamaları, karmaşık vezinleri ve bir kek hamurunun tepsiye akışı gibi sayfanın içinde dalgalanan betimlemeleri toplar, sadece görmekle yetinmez, aynı zamanda işitebilmek için yüksek sesle okurdu.
“Ah Lilly,” derdi, “Şunu bir dinle. Kulağa ne kadar yeşil geliyor, değil mi?”
Sözcüklerin renk, düşüncelerin ise ses olmadığını anlayamayacak kadar küçük olan Lillian dinler, heceler onu esir alırken, İşte yeşilin sesi bu, diye düşünürdü.
Bununla beraber, babası gittikten sonra bazı şeyler değişmiş, Lillian kendini alışılmışın dışındaki ifadelerin toplanmasından başka işe yaramayan, sessiz ve zorunlu bir yardımcı olarak görmeye başlamıştı. Eğer halka açık bir yerdeyseler annesinin toplumsal paravanı olarak görev yapıyordu. İnsanlar kızının edebi hayal gücünü besleyen anne modeline gülümseyerek bakıyorlardı. Oysa Lillian, bundan daha fazlasını biliyordu.
Ona göre annesi bir sözcükler müzesiydi; Lillian ise asıl binada yer kalmadığında ihtiyaç duyulan bir müştemilat.
Okuma çağı geldiğinde Lillian’ın ayak diremesi şaşırtıcı olmadı. Anaokuluna başladığında zaten kitaplara karşı biraz şaşkın, biraz da güçlü hissetmesini sağlayan bazı saldırgan dürtüler hissediyordu. Bu kadarla da kalmıyordu.
Lillian’ın dünyasında kitaplar kapaklarından ibaretti ve sözcükler ise biçim değil, ses ya da hareketti. Zihnine sızan vezinlerle kâğıt üstünde gördüklerini eşleştiremiyordu. Harfler kâğıdın üstünde uzlaşmaz bir kesinlikle dizilmiş uzanıyordu. Lillian’ın gördüğü kadarıyla kâğıdın büyülü bir yanı yoktu; bu tespit annesinin yetenekleri ile ilgili görüşünü güçlendirirken kitaplara olan ilgisine bir katkıda bulunmamıştı.
Lillian, basılı sözcüklerle ilk çatışmaları sürecinde yemek pişirmeyi keşfetti. Babasının onları terk etmesinin ardından ev işi annesinin uğramaktan pek keyif almadığı bir durak, hatırını sormayı aklıma bile getirmediği bir arkadaş olmuştu.
Lillian, bu becerileri arkadaşlarını ziyarete gittiğinde onların annelerini izleyerek edinmişti. Anneler farkında değilmiş gibi yaparak ve adeta bir oyunmuş gibi davranarak ona çamaşır beyazlatma ya da elektrik süpürgesinin torbasını değiştirme gibi konularda ipuçları vermişlerdi. Lillian öğrenmişti ve kısa süre sonra evinde en azından kolunun ulaşabildiği yere kadar bir iş düzeni oturtmuştu.
Ancak arkadaşlarının evinde Lillian’ı büyüleyen tek şey yemek pişirmekti. Akşamları eve dönmek zorunda kaldığında kokular onu geri çağırıyordu. Bazı kokular parke zeminde tıkırdayan topuklu pabuçlar kadar keskindi, bazıları ise ılık bir yaz sonu akşamı kadar hafifti. Lillian, eriyen peynirin çocukları nasıl odasından dışarı çıkardığını izlemiş, sarmısağın ise onları nasıl konuşkan ve şakacı yaptığını görmüştü. Lillian bütün annelerin bunun farkında olmamasını garipserdi. Örneğin; Sarah’ın annesi ergen kızıyla tartışırken daima köri pişirirdi, baharatın kokusu adeta meydan okurcasına bütün evde roket hızıyla dolaşırdı.
Lillian, bir süre sonra anladı ki, kendisi için bir ilan panosu kadar açık olan kokuların dilini pek çok kişi anlayamıyordu.
Belki de, diye düşündü Lillian, başkaları için basılı sözcükler ne ise kendisi için kokular oydu; gelişip değişebilen canlı bir şey. Biberiyenin sadece bahçedeki değil, Elizabeth’in annesi için biraz topladığında elinde kalan kokusu, fırında tavuk yağı ve sarmısakla karıştığında yayılan aroma, ertesi gün kanepe minderlerine sinmiş olan koku. O günden beri, sivri uçlu küçük demeti burnuna tuttuğunda Elizabeth’in kahkahayla kırışan yuvarlak yüzünü Lillian biberiye ile özdeşleştirmişti.
Lillian kokulan düşünmeyi seviyordu; tıpkı Mary’nin annesinin tavalarının ağırlığını ellerinde hissetmeyi ya da vanilyanın ılık sütün lezzetine doğru süzülmesini sevdiği gibi. Küçük bir çocuğun en sevdiği doğum günü partisini bütün ayrıntılarıyla hatırlamaya çalışması gibi, Margaret’in annesinin beşamel sos yaparken yardım etmesine izin vermesini hatırlıyordu.
Margaret somurtmuştu, çünkü onun mutfakta yardım etmesinin kesinlikle yasak olduğunu açık yüreklilikle itiraf etmişti. Her türlü sadakat sancısı ve vicdan azabını göz ardı eden Lillian iskemleye tırmanmış ve tereyağının uzaklardaki bir dalganın kumsala uzanması gibi tavanın içinde yayılmasını izlemişti. Sonra un, başlangıçta iğrenç bir kütle gibi görünse de karıştırdıkça biçim değiştiriyordu. Tahta kaşığı tutan elinin üstünde Margaret’in annesinin eli onu yönlendiriyor, yavaşça ve dairesel hareketlerle pürüzsüz olana kadar topakları nasıl açacağını gösteriyor, sonra biraz daha süt ekleniyordu.
Lillian, artık sosun daha fazla sütü kaldıramayacağını, sıvı ve katı halde ayrışacağını zannediyor; ama asla öyle bir şey olmuyordu. Son ana gelindiğinde Margaret’in annesi süt kabını kaldırıyor ve Lillian hiç ayak basılmamış karla kaplı bir tepe gibi önünde uzanan sosa bakakalıyordu. Kokusu ise atlatılmış bir hastalığın ardından gelen huzurla, dünyanın yeniden nazik ve samimi davranmaya…