Roman (Yabancı)

Bin Muhteşem Güneş

bin-muhtesem-gunes

Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan’ın Khaled Hosseini’de yaşadığı gibi…

Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısı’yla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseini’nin ikinci romanı. Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden…

Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar…

Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem.

Bin Muhteşem Güneş, kelimenin tam anlamıyla “beklenen” bir roman…

1
Meryem harami sözcüğünü ilk duyduğunda, beş yaşındaydı.
Günlerden perşembeydi. Bundan emindi, çünkü yerinde duramadığını, zihninin hani hani çalıştığını çok iyi anımsıyordu; bir tek perşembeleri böyle olurdu; Celil’in onu görmeye, kulübe’ye geldiği günler. Meryem vakit geçirmek, sonunda onun, dizboyu otların arasından geçip açıklığa çıktığını ve el salladığını göreceği âna kadar oyalanmak için, bir iskemleye çıkmış, annesinin Çin malı porselen çay takımını indirmişti. Bu takım, annesi Nana’nın elindeki tek aile yadigârıydı, daha iki yaşındayken kaybettiği annesinden kalmıştı Nana’ya. Mavilibeyazlı porselenlerin her bir parçası, zarif, kıvrımlı ağzıyla demlik, elle boyanmış ispinozlarla kasımpatılar, şeker kâsesindeki, şeytanı kovalayan ejderha, hepsi de Nana için aziz, paha biçilmez şeylerdi.İşte, Meryem’in elinden kayan, kulübe’nin zeminindeki tahta döşemelere çarpıp kırılan parça, bu sonuncusuydu.
Nana şekerliği görünce kıpkırmızı kesildi, üst dudağı titremeye başladı; gözleri, hem bozuk hem de sağlam olanı, dümdüz, kırpışmasız bir bakışla Meryem’e dikildi. Nana öyle kızgın görünüyordu ki, Meryem ona yine cin gireceğinden korktu. Ama cin bu kez gelmedi. Onun yerine, Nana Meryem’i bileklerinden yakaladı, yanına çekti, sıkılı dişlerinin arasından, “Seni küçük, sakar harami seni,” dedi. “Çektiğini onca çilenin ödülü bu iste. Aile yadigârımı kıran, sakar bir haramı”
O sırada, Meryem anlayamamıştı. Haramı piç sözcüğünün anlamını bilmiyordu. Buradaki haksızlığı aynmsayacak, asıl suçlunun, tek günahı doğmak olan imranu’yi dünyaya getirenler olduğunu bilecek yaşta da değildi. Yine de, Nana’nın sözcüğü söyleyiş biçimi, Meryem’i kuşkulandırdı; haramı olmak çirkin, tiksindirici bir şeydi galiba; bir böcek, Nana’nın sürekli lanet okuduğu, kulübe den süpürüp attığı, şu telaşlı karafatmalar gibi bir şey.
Daha sonra. biraz büyüdüğünde, anladı. Meryem’in asıl içine batan, Nana’nın kelimeyi söyleme, daha doğrusu, tükürme biçimiydi. Annesinin ne demek istediğini artık kavrıyordu, haramının istenmeyen bir şey olduğunu yani; kendisi, yani Meryem, başkalarının sahip olduğu şeylerde, sevgi, aile, yuva, topluma kabul edilme gibi konularda hiçbir zaman hak iddia edemeyecek, gayri meşru bir varlıktı.
……

“Celil’le karıları itin ben bir Dikendim. Bir pelin olu. Sen ile öyle. oysa daha doğmamıştın bile.”
“Pelin otu nedir?”
“Zararlı, yabani bir ot,” dedi Nana. “Hemen koparıp attığın bir şey.”
Meryem içinden kaslarını çattı. Celil ona yabani ot muş gibi davranmıyordu ki. Hiçbir zaman da davranmamıştı. Ama akıllılık edip itirazını yüksek sesle dik getirmedi.
“Anne, yabani otların aksine, benim yeniden bir yere ekilmem, beslenip sulanmam gerekiyordu. Senin hatırına. İste, Celil’in ailesiyle yaptığı sözleşme buydu.”
Nana, Herat’na yaşamayı kabul etmemişti.
“Ne diye kalacaktım orada? Şu kinfini karılarını akşama kadar arabayla gezdirmesini seyretmek için mi?”
Babasından boşalan evde, Herat’ın iki kilometre kuzeyindeki Gül Daman köyünde de oturmayacaktı.
Uzak, tarafsız bir yerde yaşamak istiyordu; komşuların gözlerini dikip kanuna bakmayacağı, onu gösterip burun bükmeyeceği, ya da daha kötüsü, içtenlikten uzak, yapmacık bir şefkatle tebelleş olmayacağı
“Zaten, inan bana, gözünün ününde olmamam babana da rahat bir nefes aldırdı. Bu durum çok isine geldi.”
Bu küçük araziyi öneren, Celil’in ilk karısı Hatice’den olma, en büyük oğlu Muhsin olmuştu. Gül Daman’ın epeyce dışındaydı. Buraya, Herat’la Gül Daman arasındaki anayoldan ayrılan, delik deşik, meyilli bir toprak yolla ulaşılıyordu. Patika, her iki yandan dizboyu otlarla, beyaz ve parlak sarı çiçeklerin beneklediği çayırlarla kuşatılmıştı. Yokuş yukarı, döne kıvrıla tırmanıyor, çeşitli kavak cinslerinin boy attığı, yabani çalı öbeklerinin büyüdüğü, düz bir araziye ulaşıyordu. Bu yükseklikten sıkıldığında, solda, Gül Daman’ın yeldeğirmenlerini puslu karadan seçilebiliyordu, sağ yandaysa Herat uzanıyordu. Patikanın dibinde, Gül Daman’ı çeviren Safidkoh dağlarından doğup gelen, geniş, alabalık dolu bir nehir akıyordu. Irmağın yukarı kısmında, dağlara doğru, iki yüz metre kadar ileride, silkınıv irinlerden oluşan, yuvarlak bir koru vardı. İşte, sözü edilen açıklık, bunun tam ortasında, söğütlerin gölgesindeydi.
Celil gelip araziye bir bakmıştı. Geri döndüğünde, dedi Nana, hapishanesinin temiz duvarlanyla, pırıl pırıl zeminiyle övünen bir gardiyan gibiydi.
“Böylece, baban bize bu sıçan deliğini yaptı.”
Nana on  beşindeyken, evlenmesine ramak kalmış. Talibi, Şindandlı bir delikanlıymış; genç bir muhabbetkuşu satıcısı, Meryem öyküyü bizzat Nana’dan dinlemişti; annesinin o kısma hiç değinmemesine karşın, gözlerindeki hülyalı, gelen dolu ışıktan, onun için çok mutlu bir dönem olduğunu anlayabiliyordu Düğün gününe doğru akıp giden bu günler, belki de Nana’nın hayatında en mutlu olduğu, gerçek saadeti tattığı dönemdi.
Nana öyküyü anlatırken, onun kucağında oturan Meryem, annesinin gelinlik provasındaki halini gözünde canlandırmaya çalıştı. Onu bir atın sırtında hayal elti; yeşil duvağının gerisinde mahcup mahcup gülümsüyor; avuçları kızıl kınalı; gümüş tozuyla ortadan ayrılan saçlarına, bir bitki sapına dizili boncuklar iliştirilmiş. Şennay zurnası üfleyen, davulları döven çalgıcıları, gelin alayını bağırış çağrış kovalayan çocukları görür gibiydi.
Sonra, düğüne bir hafta kala, Nana’nın bedenine bir cin girmişti. Bunu Meryem’e uzun uzun anlatmasına gerek yoktu. Ona kendi gözleriyle defalarca tanık olmuştu zaten. Nona ansızın yere devrilir, vücudu kasılır, kaskatı kesilir, gözleri kayar, kolları ve bacakları, bir şey onu içeriden boğuyormuş gibi titremeye, seğirmeye başlardı; ağzının iki yanında beyaz, bazen de kan yüzünden pembe köpükler. Sonra uyuşukluk, o ürkütücü bilinçsizlik, anlaşılmaz sayıklamalar.
Haber Şindand’a ulaşınca, muhabbetkuşu satıcısının ailesi düğünü iptal etti.
……………..

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Herman Melville – Benito Cereno

Editor

Aşka Dönüş

Editor

Ahlaksız Teklif

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası