Bir Cinayet Romanı
“Hayatta gerçekleştirilen bütün hayati eylemlerin sebepleri sonradan bulunur. Sevmek gibi bir şey öldürmek… Başlangıçta sebepsiz… Olup bittikten sonra anlaşılması olanaksız, açıklanması yapay… Gerçekliği belirleyen sözcükler midir her zaman? Ağzımızdan çıkan ya da kulağımıza ulaşan bir sözcük müdür var olmamızı sağlayan, herhangi bir eylemi mümkün kılan?Sözcükler öylesine güçlü olabilir ki bazen, herhangi bir insanın aklına cinayet fikrini sokup onu bir katile bile dönüştürebilir. Peki bir romanda kurgu nerede biter, gerçek nerede başlar?Polisiye türünün tekniklerini kullanarak, bir yandan Roman ile Gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorgularken, bir yandan da okuru heyecanlandıracak, düşündürecek bir öykü anlatıyor.
Y
Bir cinayet olayı ne zaman başlar?
öldürme düşüncesi aklınıza düştüğünde mi?
öldürme düşüncesini hemen reddedeceğinize ya da kısa bir süre sonra unutacağınıza, yavaş yavaş geliştirmeye koyulduğunuzda mı?
Öldürme düşüncesi, öldürme kararına dönüştüğünde mi?
öldürme karan uygulandığında mı?
Hayır. O son oluyor. Karar uygulandığında, olay bitiyor.
Ama başlangıcı neresi?
Bilemiyorum.
Bu saydığım aşamaların hangisinden ne zaman geçtiği’ mi de bilemiyorum.
öldürme düşüncesi kafamda ne zaman çaktı, ne zaman gelişti, ne zaman olgunlaştı, ne zaman patladı… çıkaramıyorum. Bulup çıkarmam gerek oysa. Eğer yaptıklarımın bir anlamı varsa. Olacakta. En baştan başlayıp her şeyi yeniden düşünmem, belki de yeniden, ama bu kez bilinçle, yaşamam gerek,
Olayın başını, en başını yakalayabilmek İçin ne kadar gerilere gitmek gerekir? Ta çocukluğuma kadar belki. Belki her zaman vardı öldürme düşüncesi. Belki herkeste, her zaman vardır da bilinç düzeyine yükselmesi için uygun öldürülmeye uygun! bir nesneyle karşılaşılması… mı söz konusudur? Ya da, hep var olan öldürme düşüncesi hep bir nesne peşindedir de, bir yerden sonra herhangi birini uygun sayabilir mi? Herkes, her yerde öldürecek birini mi aramaktadır? Ve de, birinin öldürmesi, ötekinin Öldürülmesi, kimin kimi daha önce bulduğuna mı bağlıdır? Ya da, kimin kimi daha önce öldürdüğüne? Düşünceyi uygulama alanına sokmakta kimin daha acele davrandığına?
O zaman, bir cinayet olayı, öldürenle öldürülen ilk karşılaştıklarında mı başlıyor? Ve kimin katil, kimin maktul olacağı son ana dek belli değil mi?
O zaman, öldürmekle kendi canını kurtarmış oluyor insan.
Canımı kurtardım mı?
Bir bakıma, evet. Öldürmesem yaşayamazdım. Ama yaşamayı sürdürüp sürdüremeyeceğim belli değil, dolayısıyla canımı kurtaramamış olabilirim.
Öldürme düşüncesinin, düşünmeye dönüşmeden de var olduğunu kabul etsek, yani, buna bir güdü desek?.. Herkesin doğasında var olan bir güdü… Aklımız, uygarlık özentilerimiz, inceltmeye çalıştığımız duygularımız, hep bu Öldürme güdüsünü maskelemek ve hatta ona kılıflar, bahaneler uydurmak için gelişmişse? O zaman, aslolan, öldürmeyi düşünmek, düşünceyi karara dönüştürmek değil de, başlı başına öldürmek mi? Yalın, kesin, çıplak…
İnsan yalnızca ölmek için değil, ölmeden önce mümkün olduğunca öldürmek İçin doğuyorsa eğer; doğarken çektiğimiz (ve hemen unuttuğumuz), çektirdiğimiz (ve hiç bilincine varmadığımız) acılar, ölmek kadar öldürmeyi de zorunlu kılıyorsa……ben suçsuzum demektir.
Doğanın gereklerini yerine getirmişim yalnızca.
Ama, gerçekten doğal bir şey miydi yaptığım? Öyle olsaydı neden herhangi birini öldürmeyeydim? Belirli birini ya da birilerini öldürmeyi tasarlamak… Kurbanı seçmek… Doğal değil ki bu. Psikolojik, ve hatta, toplumsal bir davranış. Sonradan öğrenilmiş bir şey. Ya da, işte, doğal güdülerin toplum yaşamına uygulanışı… Yani, cinayet!
Demek ki, en doğal güdülerin sonucu olsa da, cinayet toplumsal bir olay. İçgüdü düşünceye dönüştüğünde mi başlıyor bu olay, yoksa düşüncenin yerini içgüdüye bıraktığı anda mı?
Hayır, hayır, hayır. Yapay bir soru bu. Beni aldatmak, yanlış bir yola saptırmak, en azından şaşırtmak için sorulmuş… Çünkü, aslına bakarsanız, kökeni ne kadar doğal, uygulanması ve sonuçlan ne kadar toplumsal olursa olsun, temelde keyfi bir şey değil mi öldürmek? Belki de yapabileceğimiz tek keyfi ve en Önemli şey…
Doğmak, başkalarının yanlışlarının ya da yanlış kararlarının sonucu zorunlu oluyor. Son anda ne kadar dirensek de, bir forseps ya da vakumun esiri eseri (?) olarak geliyoruz dünyaya. Ölmek başlı başına bir basan ama, orada da başkalarının karan ya da karamsarlığıyız. Ölmekle öldür menin aynı anlama geldiği noktaya vardığımızda ise, yok olmayı göze almak gerekiyor ki… bu en zoru.
Ölmeden öldürmek, yaratmaya benziyor bir yerde. Biraz daha kolay belki. Sevmeye de benziyor. Biraz daha zor belki.
Geriye, çok gerilere, öldürmeyi aklımdan bile geçirmediğimi sandığım, onun varlığından bile habersiz olduğum sakin ama sıkıntılı, beklentili ve sabırsız günlere dönebilsem…
Ve sorsam kendime: öldürmesem de olur muydu?
E
Bir vakitler, tembelliğin erdemlerini sıralarken, kişinin yaradılıştan tembel olamayacağını, ya da, yaradılıştan tembel olmanın erdem sayılamayacağını savunurdum. Eski kanma karsı yapardım bu savunmayı. Bana sık sık sorduğu somlardan biri (sözcüklerde pek çeşitlemeye gerek görmeden yinelediği bu som zamanla o kadar sıklaştı ki, yanıtlarımda yeterince esprili olamama tehlikesine bile düştüm) tembelliğimin kaynaklarına inmek amacını taşıyordu: Yaradılış olarak mı tembelmişim, yoksa yetiştiriliş tarzım ve ailemin sağladığı olanaklar mı beni tembelliğe sürüklemiş? Bu tekdüze som karşısında yaptığını, her seferinde yeni anekdotlarla süslemeye çalıştığım ama her sererinde anlamca aynı olan savunmalar onu hiçbir zaman kesinlikle tatmin etmedi. Tembelliğimin kaynaklan fazla bir araştırma, İrdeleme gerektirmiyor oysa. Korkunç çalışkan bir baba ile aşın fedakar bir annenin oğluyum. Yani, kalıtımsal, ya da, daha bilimsel bir deyişle daimi bir tembellik söz konusu değil. Ailemin parasal olanakları sayesinde çocukluğum, gençliğim, epeyce uzayan öğrenciliğim, sonra da meslek yaşamım boyunca; kısacası, kendimi bildim bileli, canımın istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmadığım ise, doğru. Ancak, nice refah içinde büyümüş insan tanırım ki (Örneğin, kardeşlerim) benim kadar kusursuz bir tembel olmayı değil başarmak, denememişlerdir bile. Anlaşılıyor ki, yetişme koşullarının ötesinde bir yetenekten söz etmek gerekiyor; bu ise, İlle aileden gelme değil. Allah vergisi bir yeteneğin, hatta dehanın bile, gelişmesi, hepimizin bildiği gibi, kişisel çaba ister. Bense, her türlü istemsiz kişisel çabadan kaçınmayı ilke edinmiş biri olarak, tembelliğimin doludizgin doruklara tırmanmasına fırsat tanıdığım için, bu alanda virtüözler katına yükselebildim.
Ya da, yakın zamana kadar, buna inanıyordum.
Son zamanlarda, tembellik teorimin sarsılmaz sandığım temel direklerinden birini, küçük fakat ısrarlı ve sinsi bir kurt kemirmeye koyuldu.
Tembelliğin en belli başlı erdemleri arasında, bu yeteneğin (sonuna dek geliştirildiği, yani, kusursuzlaştırıldığı takdirde) insanı yalnızca çalışmaktan, yorgunluktan, tedirginlikten, gereksiz heyecanlardan değil, can sıkıntısından da koruduğunu belirtirdim her zaman. Çalışkan ya da çalışan insanlar, can sıkıntısına kurban olmaya elverişli, batta mahkûmdurlar. Ya boş vakitlerinde ne yapacaklarını bilemedikleri için bunalırlar, ya da çalışırken, aslında hoşlanmadıkları birtakım işler yapmak zorunda kaldıklarından… Ya da, benim bilemeyeceğim bir sürü başka sebep…