“Geçen akşam bir ateşböceği gördüm. O, ışıklarını çakarak ‘eşini’ ararken onun kıvılcımlı ışığı benim geçmişimi aydınlattı. Ve çok şeyi farkına bile varmadan yitirdiğimizi düşündüm. Varlıklarına, var olduklarına özen göstermediğimiz birçok şey bizi terk edip gidiyor ama biz bazen terk edildiğimizi bile anlayamıyorduk. Sonra tek bir kıvılcım, eşini arayan bir ateşböceğinin parıltısı gibi bir işaret, kaybolanları bize hatırlatıyor ve içimizi hüzünlü bir özlemle yakıveriyordu. Tek bir ışık bile yetiyordu bazen buna.”
Mehmet Altan, yavaş yavaş unutulmakta olan pek çok güzelliğin arasında gezdiriyor okurunu. Şiirlerle besliyor anlattıklarını. Çehov’un, Balzac’ın satırlarında dolaştırıyor ya da Schumann’ın bestelerinde, New Orleans cazının buğulu notalarında. Az bildiğimiz konulara geniş pencereler açarken “Zaman nereye akar?” sorusu üzerine düşündürüyor.
***
Ezbere Bildiğiniz Aşk Şiiri Var mı?
Sanki şiirsiz, aşksız, ihtirassız, kendi büyüsünden ve derinliğinden kopmuş yayan bir ‘sevgi’ kalıbının içinde pörsümüşüz gibi geliyor bana.
Uzun zamandır, şiir ile bağlantımızın kalmadığını, Orhan Veli’den Yahya Kemal’e kadar birçok şairimizi unutmaya başladığımızı görüyoruz. Özellikle gençlerin şiirle ve şairlerle irtibatlarının tamamen kopması gibi ürkütücü bir durum var…
Şiir, kelimeleri kullanarak kelimelerin ötesine geçer. Aşk, şiirin sihirli volkanik patlamalarından yardım alır, şiirsiz aşk pek olmaz.
Bunu en güzel anlatan karelerden biri “Postacı” filmindeydi. Postacı filmi, askeri diktatörlükler nedeniyle başı beladan kurtulmayan ünlü Şilili şair Pablo Neruda’nın bir Akdeniz adasındaki yaşamından bir kesit anlatır. Neruda’nın dünya ile ilişkisini postacı sağlar. Aralarında bir dostluk kurulur. Neruda’ya postacı şöyle der:
“Şiir, yazanın değil, ihtiyacı olanındır.
Şiire en çok ihtiyacı olanlar ise âşıklardır.
Acının ve mutluluğun kenarında duranlar.”
Bizde kaç kişi duygularını bir şairden ödünç aldığı mısralarla açıklar?
Kaç evde duygusal coşkular, arada bir de olsa, şiirle ifade edilir?
Şiirden, belki de gerçek duygulardan koptuk.
Şiir kitaplarının peşine düşmüyoruz, genç şairlere ilgi göstermiyoruz. Şiir, yaşam alanında gittikçe soluksuz kalıyor. Hiç olmazsa “Sevgililer Günü”nü şiirli bir gün haline getirebilirdik.
Güne ve sevgiye şiir katabilirdik.
Şiirin esintileriyle büyümemiş, şiirin ırmaklarında yıkanmamış, şairlerin deli dünyalarından habersiz birine şiir okumanın bir riski vardır elbet. Kinci bir sessizlikle karşılaşabilirsiniz. Ama bir mucizeyle de karşılaşmanız olasıdır.
Şiirin var olması, ona uygun bir iklim ile mümkün.
O iklimin “Sevgililer Günü”nde yaratılabileceğine neden inanmayalım?
Kızlar oğlanlara, oğlanlar kızlara sorsa:
“En çok sevdiğin aşk şiirini bana okur musun?”
Sadece kızlar oğlanlara, oğlanlar kızlara değil, herkes kendi kendine sorsa:
“Benim en sevdiğim aşk şiiri hangisi?” diye.
Aynı soruyu ben kendi kendime sordum. Hatta kütüphanedeki tüm şiir kitaplarına da yeniden bir göz attım. Antolojileri bir kez daha okşadım.
Böyle bir duygunun tek bir şiir üzerine oturtulmasının zor olduğuna karar verdim.
Binlerce kelime içinden anlatmak istediğine en uygun olanını seçmeye özen gösterilse toplumun kendi duyguları üzerindeki valsı de hızlanacak.
Orhan Veli’nin dediği gibi ‘kelimeler kifayetsiz’ kalınca da şairleşeceğiz. Şairlerle şiirler dünyasının bir parçası olacağız.
O dünyaları tanıyarak, kelimelerin arkasına saklı gizli bahçeleri keşfedeceğiz.
En sevdiğiniz aşk şiiri hangisi?
Hiç yoksa Necip Fazıl Kısakürek’in “Beklenen” şiirinin ilk dörtlüğü size yardım edebilir:
“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan, bir günahı Seni beklediğim kadar.”
Postacının dediğini unutmayın: “Şiir, yazarın değil, ihtiyacı olanındır.”
Yeter ki sizin ihtiyacınız olsun.
Balzac’ın Kahvesi..
51 yıllık kısa ömründe yazdığı romanların sayısı 91 ’i bulan Honore de Balzac, keşişlerin giysisini andıran beyaz geceliği ve kaz tüyü kalemiyle hiç durmadan günde 16 saat çalışırdı.
Çalışırken de aralıksız kahve içerdi.
Bir gecede içtiği kahve sayısının 50’ye vardığı söylenir.
Honore de Balzac’ın bu kahve düşkünlüğü onu “Modem Uyarıcılar” adlı bir kitap yazmaya da yönlendirmişti.
Fransa’da yeniden basıldı.
Balzac, kitabında içkileri, kakaoyu, çayı ve kahveyi anlatıyor.
1822 yılında bir gece, Balzac, ‘sarhoşluğun etkilerini’ incelemek üzere ‘sarhoş’ olmaya karar vermiş.
Bu karannı uyguladıktan sonra da, İtalyan müziği dinlemeye gitmiş. Yanında oturan ‘koltuk komşusu’, Balzac’ın, ‘şarap koktuğunu’ mırıldanmış.
Balzac yanıtlamış:
“Hayır, madam, müzik kokuyorum…”
Balzac, operayı dinledikten sonra geze geze evine dönmüş.
O gece, ‘yaşamın en keyifli işinin’ Paris’i geceleyin dolaşmak olduğunu yazmış. Sokak lambaları altındaki yağmuru, dükkânları, gölgeleri anlatmış uzun uzun…
İçkiye de övgüler düzmüş…
Sarhoşluğun; gerçek yaşamı bir şalın ardına sakladığını, acıları ve kederleri söndürdüğünü, düşüncenin üzerindeki yükleri kaldırdığını söylemiş…
Ama yazının sonuna fazlaca alkolün, ‘toplumu sersemleş- tireceğini’ eklemeyi de ihmal etmemiş.
Balzac’ın bir saptaması daha var…
Toplumların ‘sakin dönemlerde’ alkol ve sigara içimini ‘ifrada’ vardırdıklarını öne sürüyor.
Barış dönemlerinde insanlar: ‘Alexander Dumas gibi içip, römorkörler gibi tüttürüyorlar’ ona göre.
Balzac, kahve kadar sigaraya da dost… Sigaranın, ‘iç daraltılarının ve can sıkıntısının’ düşmanı olduğunu belirtiyor.
“İnsanlık Komedisi”nin bu ölümsüz yazarı, ulusları da ‘siyasal rejimlerine’ göre değil, ‘yemek rejimlerine’ göre ayırıyor.
‘Ağza girenin’ insanların yazgısını oluşturduğunu yazıyor.
Gerçeğin, yenen ve içilende ‘saklı’ olduğunu iddia ediyor.
Örneğin, Balzac’a göre ‘çay içen ve içmeyen uluslar’ ayrımı, toplumlarm karakteristik özelliklerini belirliyor.
Tabii kendisi katiyetle çaydan yana değil. Çünkü çay, dedikoduculuğu’ kışkırtıyor…
Ayrıca, İngiliz kadınlarının ‘soluk renklerinin’ nedeninin çay olduğu kanaatinde…
Kakaoya da muhalif…
İspanyolların, kakao nedeniyle ‘yorgun’ olduklarından şüpheleniyor.
Kahve ise Balzac’ın gözdesi…
Edebiyat tarihçileri, Balzac’ın ‘okyanuslar kadar’ kahve içtiğini, yazıyor. Balzac’ın kahvesi; uykusuz gecelerinin, durup dinlenmeksizin çalıştığı saatlerin, yoğun zahmetlerin yakın dostu…
Alexander Dumas için yemek neyse De Quincey için afyon neyse Balzac için de ‘kahve’ o… Neden kahve?
Balzac, bunu “kahve nasıl yapılır?” reçetelerini sıraladıktan sonra, ‘bir savaş anlatır gibi’ açıklamakta…
Çünkü kahve: “Tüm fikirleri, bir savaş alanında savaş yapıyormuşçasına sarsıyor.”
Çünkü kahve: “Anıları, saldırı adımlarıyla hücuma kaldırıyor.”
Çünkü kahve: “Mukayeselerin hafif süvari alayı.”
Çünkü kahve: “Mantığın topçusu”…
Kahve savunması burada da bitmiyor.
Bir de örnek anlatıyor, Balzac…
Vaktiyle İngiltere’de üç kişi ölüme mahkûm olmuş. Mahkûmlara, hükümetin şartlarını kabul etmeleri halinde öldürülmeyecekleri söylenmiş. Hükümetin şartı, kendilerine tavsiye edilen beslenme usulünü uygulamalarıymış…
Tavsiyeye göre, birinci mahkûm hiçbir şey yemeden sadece kakao, İkincisi çay, üçüncüsü de kahve içerek beslenecekmiş. Üçü de bunu kabul etmişler, Kakao içen üç ayda ölmüş.
Çay ve kahveyle beslenenler ise üç yıl dayanmışlar.
Hoş, çay içenin ‘zayıflığı’ o hale gelmiş ki, neredeyse ‘arkasından bakarak önünde duran Times dergisini okuyabiliyormuşsunuz.’
Ama gene de, ‘kahvekolik’ Balzac. İngiliz Hükümetinin bu ‘bağışlamasını’ insani bulduğunu söylüyor.
Evet, günde 16 saat yazı yazan Balzac’ın sanatı üzerinde, ‘kahvenin’ gerçekten ‘etkili’ olup olmadığını merak ediyor musunuz?
O zaman buyurun Balzac’ın kitaplarına… Bakın bakalım gecede 50 kahve içilerek yazılan romanlar nasılmış?
Neden hemen şimdi olmasın?
Hem kahvenizi yudumlar hem de Balzac okursunuz…
Ateş Böcekleri..
Yatılı okuyanlar, sabahın ilk ışıklarıyla kalkıp, etüdün yolunu tutacakları için erkenden yatmak zorundaydılar. Yatmadan önce çıkarıldığımız avludaki haşarılıklar, bizler için günün sonunu noktalardı. Uyumak istemeyen çocuklar, avluda uçuşan ‘ateş böceklerini’ yakalar, şişelere doldururdu. Pijamalar giyilip, minik ellerle ayaklar yıkandıktan sonra yatma vakti gelir, otoritenin sevimsiz yüzü ‘frerler’ denetiminde yataklara girerdik. Günü uzatmanın beyhude çabası, böyle anlarda başkaldırırdı. Şişelerdeki ateş böcekleri yatakhanenin karanlığına bırakılırdı. Bu sevimli isyan, nöbetçi hocanın o günkü ruh haline göre bazen görmezden gelinir, bazen de tüm yatakhane, etüt salonlarına gönderilip, gece boyunca yüzlerce satır yazma cezasına çarptırılırdı. Hafızam, ateş böcekleriyle ilgili anıları yokladıkça, asılı kalmış gibi ekranına ilk önce hep bu anı geliyor.
Biz o zamanlar farkında değildik ama renksiz gecelere oyun yaptığımız ‘ateş böcekleri’, ışıklarını birbirleri için çakıp duruyordu. O kıvılcımlar sayesinde ‘erkek’ ile ‘dişi’ buluşmaktaydı. Üstelik gecenin karanlıklarına serpilen o ışıkların yanma sönme ritmi, sadece bir buluşmanın başlangıcı olarak kalmıyor, özel aşk konuşmalarının sihirli metnini de oluşturuyordu.
Kendi aşk şelalelerinin parıltılarında uçuşan ‘ateş böcekleri’ mutlu akşamların mucize aksesuarını, yeknesak yatılı okul gecelerinin, ilerde gülümseyerek hatırlanacak anılarının kurbanı haline geliveriyorlardı. Üstelik ateş böceklerinin özel yaşamlarına saldırı, sadece canı sıkılan okul çocuklarından değil, kurbağalardan da gelmekteydi. Hatta kurbağalar, ateş böceklerinin can düşmanıydılar. Buldukları her yerde onları yutuyorlardı. Bazen bu vahşet, öyle boyutlara varıyordu ki, kurbağalar oburluğu da aşan bir şekilde yuttukları böcekler sayesinde kendileri de ışık saçar hale geliyorlardı. Aslında, okul yılları geride kalıp, yaşamın çetrefil mahfillerinde yolculuk ilerledikçe ateş böceği yemeye meraklı kurbağaların, hayatta da var olduğunu görüyordunuz. Yaşamın kurbağalan, aydınlığından huzursuz oldukları ‘ateş böceklerini’ yiye yiye, onların ışıklarından yararlanmak istiyordu. Ama gene de başkasının parıltısından kendine ışık yapmak uzun sürmüyor, kurbağalar anlık olarak ateş saçsalar da kurbağa olarak kalıyorlardı. Ateş böcekleri ise ateş böcekleri olarak…
Yaz gecelerinin karanlıklarında uçuşarak, çakmak çakmak kıvılcımlanyla vals yapan ateş böcekleri, bizlerin aşinasıydı. Uzunca süre de öyle kaldı. Sonra ateş böceklerinin ışıklarını sanki birileri alıp götürüverdi. Bizler de sanki kayıtsızca unutuverdik.
Geçen akşam bir ateş böceği gördüm. O, ışıklarını çakarak ‘eşini’ ararken, onun kıvılcımlı ışığı, benim geçmişimi aydınlattı bir an. Ve çok şeyi farkına bile varmadan yitirdiğimizi düşündüm. Varlıklarına, var olduklarında özen göstermediğimiz birçok şey, bizi terk edip gidiyor ama biz bazen terk edildiğimizi bile anlayamıyorduk. Sonra tek bir kıvılcım, eşini arayan bir ateş böceğinin parıltısı gibi işaret, kaybolanları bize hatırlatıyor ve içimizi hüzünlü bir özlemle yakıveriyordu. Tek bir ışık bile yetiyordu bazen buna.
Yaşam Bir Satranç mı?
Amerikan kolonilerinin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasında çok önemli bir rol oynayan, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve ABD Anayasası’nın yazımında görev alan yazar Benjamin Franklin: “Satranç bir tür yaşam, yaşam bir tür satrançtır.” demiş.
Zarif satranç takımının muhafazası üzerine bu söz işlenmişti.
Hediye olarak gönderilen muhafazanın içinde bir kitap buluyorsunuz. Efsanevi dünya satranç şampiyonlarından Kübalı Jose Raoul Capablanca’nın kaleme aldığı ve İnkılâp Yayınevi tarafından yayınlanan “Satrancın Esasları” isimli kitabı.
Yaşamı satranç ile neredeyse özdeş sayan Franklin’in sözü, Franklin ile Capablanca’nın yaşamında nasıl somutlaşıyor acaba?
Satrançla yaşamın ilişkisi kadar bu iki insanın yaşamı da ilgimi çekiyor.
Altıncı yüzyılda Hindistan’da doğan, sonra tüccarlar sayesinde İran’a geçen ve yedinci yüzyıldan sonra da Arap topraklarına yayılmaya başlayan bu oyun neden yaşama benzetiliyor?
Hemen hemen her zaman bir kazananı, bir kaybedeni olduğu beraberliklere çok az rastlandığı için mi?
Düşüncesizce yapılan yanlış bir hamlenin etkisi, oyunun sonuna kadar hissedildiği için mi?
Galip ya da mağlup olmayı, insafsızca, oyuncunun yeteneklerine ve zekâsına bıraktığı için mi?
En büyük şampiyonlar, daima oyunun bilinen kalıplarını zorlayıp, değiştirenler arasından çıktığı için mi?
Bir oyun olduğu halde bir savaşa benzediği ya da aslında bir savaş olduğu halde bir oyuna benzediği için mi?
“Satrancın Esasları” adlı kitabı yazan Kübalı Dünya Satranç Şampiyonu Capablanca’nın yaşam öyküsüne bakıyorum.
Yaşama benzetilen bu oyunun efsanevi şampiyonu nasıl yaşamış diye…
Capablanca, ilk oyununu dört yaşındayken babasına karşı kazanıyor.
Sekiz yaşında Havana Satranç Kulübüne giriyor.
On iki yaşında Küba birincisi oluyor.
Yirmi iki yaşında Amerika birincisini yeniyor.
Yirmi üç yaşında dünyanın en iyileri arasına giriyor. Araya savaş girdiği için ancak otuz üç yaşında dünya şampiyonu oluyor.
Altı yıl boyunca dünya satranç şampiyonu olarak kalıyor.
Satranç tahtası üzerindeki yaşamı bu…
Yaşam tahtası üzerindeki ise daha değişik…
On altı yaşında New York’a gelerek Columbia Üniversitesine giriyor.
Ama orada satrançtan edindiği hasletler para etmiyor. Üniversitede iki yıl okuyor, sonra bu eğitimi bırakıyor. Neyse ki yaşam arenasındaki bu sendelemeyi, Capablanca’nın satranç tahtasındaki dehası dengeliyor…
Küba Hükümeti, kendisine dolgun maaşla diplomatik bir görev veriyor.
Hem geçim derdinden kurtuluyor…
Hem çeşitli ülkeleri dolaşması sağlanıyor…
Yaşamı satranca benzeten Benjamin Franklin’in yaşamı ise çok zor kazanılmış bir oyuna benziyor.
On yedi çocuklu bir sabun ve mum satıcısının onuncu oğlu.
On yaşında okulu bırakmak ve ağabeyinin yanına çırak girmek gibi, pek de parlak sayılmayacak bir ilk hamleyle yaşama başladı.
On sekizinde Amerika’dan Londra’ya gitti. Basım işlerine girdi.
On dokuzunda yazdığı ilk kitapta, insanın aslında gerçek bir seçme özgürlüğü bulunmadığı için, ahlaki olarak davranışlarından sorumlu tutulamayacağını savunacak kadar bunalmıştı.
Sonra bunun yanlış olduğunu söyledi.
Geçici öğretmenlik, tüccar yanında yardımcılık, gazetecilik, bilim adamlığı, paratoneri bulmak, yaşamının önemli hamleleriydi.
Deborah ile evlenmesi ise maceralıydı…
Tam Deborah ile evleneceği sırada, bir başka kadından çocuğu olacağını öğrendi. Ama Deborah ile evlenmekten vazgeçmedi. Oğlu William’ın doğumunu da önlemedi.
Capablanca 54 yaşında Manhattan Satranç Kulübünde, bir karşılaşmayı izlerken kalp krizi sonunda öldü. Satranç tahtasındaki büyük ustalığı insanların ilgisini çektiği için, otopside beynini incelediler. Normalden büyük ve çok kıvrımlı çıktı.
Benjamin ise 84 yaşma kadar yaşadı. Tarihe mal oldu ama kimse, bu sabun ve mum satıcısının oğlunun beynini merak etmedi. Otopside beynine bakmadılar.
“Satranç bir tür yaşam, yaşam bir tür satrançtır.” Benjamin Franklin, bu özdeyişi söylemiş ve yaşamını ‘satranç’ gibi oynamış…
Capablanca ise satrancı müthiş oynamış ama satranca yaşamını gömmüş…