Roman (Yerli)

Birdenbire

birdenbire 5edbb1fb3292aSadık Yalsızuçanlar, yeni romanı Birdenbire’de bir üniversite hocasının, Mustafa’nın yolculuğuna eşlik etmeye davet ediyor okuru. Bugünle geçmiş arasında durmadan devam eden bu seyahat aynı zamanda içsel bir yolculuk. Bu geliş gidişlerde bir taraftan hayatımızın parçası olan, yakından takip ettiğimiz güncel olayları görüyoruz diğer taraftan Mustafa’nın çocukluğunun geçtiği Kızılcabölük’e gidiyor, onun büyük arayışına tanıklık ediyoruz. Sadık Yalsızuçanlar’ın tüm kitaplarında olduğu gibi birçok yol, yolculuk var bu kitapta da. İlk aşk Elif. Çocukluk hikayeleri, sorular, arayışlar… Dar gelmeye başlayan kasaba Kızılcabölük… Gündelik hayatın sıkıntıları, siyaset, konferanslar… Tüm bunların yanında ariflerin gölgesinde geçen zamanlar… Birçok tasavvuf ehliyle karşılaşıyor, onların rehberliğinde okuyoruz bir hayatı. Yakup Aziz, Yamalı dede, Ganem Dede, Niyazi Mısri, Yunus bunlardan yalnızca birkaçı… Kızılcabölük’te sorularla ve anlama çabasıyla başlayan hikaye, farklı mekanlardan, başka zamanlardan geçse de aslında hep ariflerin huzurunda akıyor. Çünkü her şey birdenbire oluyor. Bir’le başlıyor, bir’den başka bir şey kalmayıncaya değin devam ediyor.

***

‘Yunus bir doğan idi, kondu Tapduk koluna.. Yunus Emre

Ne mi anlatacağım? inanın ben de bilmiyorum. Çünkü her şey birdenbire oldu. Bir’le başladı, bir’den başka bir şey kalmayıncaya değin devam etti. Göz açıp kapayınca olup bitmişti, gören görmüştü, ben de gördüm. Görünce ben kalmadım, benden benliğim gitti. Bir var sanıyordum, her şey bir’den ibaretmiş biliyordum, oysa bir olunca iki üç dört vardı, sonra o da yok oldu, tek kaldı. Sonra diyorum ya, öncesi sonrası yoktu, sonrasız bir şeyde olup bitti her şey. Bitti diyorum ya biten de yoktu, başlayan biten hep O idi. Sadece O vardı. Her şeyde olan O’ydu. En çok insana benziyordu. Belki bir vardı ama bir’in olmadığı yer de vardı. Orası tek’lik idi. Orada ne yer vardı ne an ne bir, sadece O vardı. Mor bir ışıktı. Bir de değildi sadece nurdu. O’nu görürken ben de mor bir ışığa dönüştüm. Zerrelerimin her biri mor ışığa dönüşerek göğe ağdı, O’na katıldı; katılınca anladım ki O’ndan başkası yok. Her şey kendinden kendine seyirden ibaretmiş, o zaman anladım.

Anladım diyorum ya bilincim de kalmamıştı, O’nun algısına katılmıştım. O’na katılınca ne algım kaldı ne benliğim. Benlik senlik yok oldu. O zaman adımın lamekan olduğunu öğrendim. isimden söz ediyorum ya yine O’nu örtmüş oluyorum, hiçbir şey O’nu örtemiyor, çaresizce bunu da görüyorum; aralandıkça örtüleri daha çok gizleniyor, bunu da biliyorum. Ne desem boş, görüyorsunuz. Ne yapsam hiç. Ne bilsem anlamsız ne görsem yanıltıcı ne anlasam örtülü. Neye baksam O. Bin bir giysiyle örtünüyor, bin bir cilveyle belirip belirip gizleniyor. Benden, senden, ondan görünüyor; girmediği biçim yok, bürünmediği hal, konuşmadığı dil, görmediği göz, koklamadığı burun, dinlemediği kulak yok O’nun. Her şeyin bir şey olduğunu, onun da tek olduğunu, tekliğin bile fazla olduğunu hissediyorum. Bir’in, tek’in, hiç’in de olmadığı bir şey bu. Sesin, kokunun, tadın, kelimenin, şeklin, rengin, boyutun olmadığı.. .sadece O’nun olduğu bir şey. Kendinden kendineydi bunu anladım. Kendimden biliyorum, benim de her halimden beliren O. O’nun da içinde O var. O’ndan başkası diye bir şey yok. O ve ben diye bir şey yok. Söyleyen perdeli.

Konuştukça O’nu çoğaltıyorum farkındayım. Ama çaresizim, ne yapabilirim? Başka türlü nasıl anlatabilirim?

Birdenbire oldu bütün bunlar. Bir anda, sonsuz bölünebilir bir zamanın en küçük biriminde. Bir nefesti orası. Her şeyin bir soluktan ibaret olduğunu bildim.

‘Ben, senin ben olabilmen için sen oldum’ dedin.

Bütün sözler bundan ibaretmiş, bunu da bildim.

Bilince kitaplarımı yaktım. işimden ayrıldım. Giysilerimi attım. Kartvizitlerimi yok ettim. Evimi terk ettim. Eşimi, çocuklarımı bıraktım. Tutkularım ıslak bir yünden dikenli bir dalın çekilişi gibi gitti. Paramı, vadesi yakın uzak bütün çeklerimi yırtıp attım. Unvanlarımı unuttum. Telefonu fırlattım. Defteri çöpe attım.

Hiçbir şeyim kalmamıştı. Sadece dilim vardı, yüzümdeki ifadeler duruyordu. Soluk alıp veriyordum, canlıydım ama ne istiyor ne biliyor ne görüyor ne de yürüyordum. Her şeyden kopmuştum. Herkesten kaybolmuştum. Belleğim silinmişti. Lekesiz beyaz bir kağıt gibiydim. Hiçbir şey kalmamıştı. Sözcükler yok olmuştu. Beyaza dikkatle baktım. Uzun bir süre dikkatle bakınca beyazın içinden siyahın belirdiğini gördüm. Evet evet siyah beliriyordu. Siyah belirginleşince beyaz da yok oldu. Sadece siyah vardı. Siyah kağıda bakıyordum. Gözlerim bir süre sonra sadece siyahı görmeye başladı. Körleşince kağıt da yok oldu, kağıdın üzerindeki siyah taştı, yayıldı ve çevresindeki şeyleri yutmaya başladı. Her şeyi yok etti. Belki de şeyler yok idi, onlar da benim yakıştırmamdı, gördüğüm için var sanıyordum. Siyah genişledikçe onlar da silindi. Onlar sözcüğü de belleğimden çıktı. Yok olan şeyin adını unutuyordum. Bir daha anımsamamak üzere unutuyordum. Yok oluyordu her şey. Her şey yok ola ola bir belirmeye başladı. Yine bir belirti algılıyordum. Siyah beni de yutmuştu. Sadece gözlerim kalmıştı. İki gözüm vardı onu hissediyordum. İki gözüm bir görüyordu, onu yeni fark ediyordum. Bir görüyordum. Bir, elife benziyordu. Elif gibi idi. Sadece bir kaldı. Bir de gözlerim. Gözlerim de birdi. Elif biçimindeydi. Uzun, ince bir şey idi. Bir çizgi. Tek bir şey. O da uzun süre öyle kalamadı, bölündü, azaldı, küçücük bir nokta oldu.

Noktaya bakıyordum. Baktıkça anlar şimdiye hapsoldu. Bir dem, bir an ve bir nokta oldu. Dem ve an da yok oldu nokta kaldı. Gözlerim yok oldu. İki bir oldu. Bir noktaya girdi. Nokta her şeyi yuttu. Noktadaydım artık. İçine girince fark ettim görünmeyen bir kandildi o. Hala fark edebiliyordum. Farklı bir biçimde ışıyor, yerine dönüyordu. Bütün kandilleri yutmuş, hepsine sultan olmuştu.

Her şey insandı.

Nokta insanın ağzı idi.

Ağız biçiminde nurdan bir kandildi. Işıyordu.

Rengi mordu. Başka bir renk yoktu. Her şey mor renkteydi. Nedir bu, diye sordum.

Sırrın rengi, dedim.

Kendim soruyor kendim cevaplıyordum.

O’na ümmi dedim.

Ümmi nedir, diye sordum.

Hakikat dışı bilgilerden korunmuş ve her şeyin kaynağı, annesi, dedim.

Bu nedir, diye sordum.

Çaba, diye cevapladım.

Çaba nedir peki?

Ne çok soruyorsun?

Ben bir soruyum, dedim.

O’na Harem bölgesine ait anlamında Haremi diyorum, dedim.

Bağışlananların büyüklüğü nedeniyle Mekke diyorum O’na, dedim, Medine diyorum.

O’na şehir diyorum, şar diyorum, şar gönüldür, dedim.

O halde gönül şehirdir?

Evet, dedim, gönül bir şehirdir, beden yurttur.

Beden yok artık, burası bir şehir.

Burası insan efendim, burası bir gönül.

Huzurunda dimdik durabiliyor, bu yüzden O’na Medine diyorum.

Kandil ışıyordu, ay doğuyordu, içindeki güneş beliriyordu, bulutların, Yemame bulutlarının arasından ağıyordu. İçindeydim, oradan biliyorum. İçten dışa bakıyor kendimi görüyordum. O, bendim, şimdi gördüm. Şu anda, şimdi oldu bu. Yazarken. Son tuşa bastığımda bir kez daha. Harfler ekranda belirdikçe oluyordu. Belirip belirip yitiyordu noktanın içinde. Huzurundaydım. Göğsümü açtın. Değerimi alabildiğine yükselttin. İşini zorunlu hale getirdin. Olmazsa olmazdım, şimdi görüyordum. Bu anda oluyordu, şimdi, burada, bodrum kattaki bu odada, dışarıda kayısı ağacının yeni ermeye başlayan meyveleri, dalları, yaprakları görünürken, içeride bilgisayarın uğultusu dışında bir ses yokken, onu da duymuyorken…

Bir’den bir’e geçiyordu her şey.

Sır idi.

Bir’e veriliyordu, bir’den bir’e aktarılıyordu.

Bir göğsünü açtı, değerini alabildiğine yüceltti.

Anlattıkça dilin nasıl bir örtü olduğunu daha çok hissediyorum. Sırrı açıklayanlara aldanmayın, açıklamış olmuyorlar. Bizi oyalıyorlar, aldatıyorlar.

Bir’den bir’e aktarılanın ifşasının imkansız oluşuna da şaşırmayın.

Burada, şimdi, her şeyin bir nefesten ibaret oluşunu söylerken ne denli sıradan bir iş yaptığımı bir kez daha anlıyorum. Ama O’nu anlatmaktan da kendimi alamıyorum. O’nun ışığına koşan bir pervaneyim. Hepsi bu. O’nu anlatmak istiyorum. O’ndan söz etmek için yanıp tutuşuyorum. Bütün ışıklar O’nun nurundan çıkıyor. Öncesiz bir ışıktan. O’nun çabası, bütün çabaların üstünde. Eli bütün ellerin üzerinde.

Şimdi hattat gibiyim. Aharlanmış kağıda, gözüyaşlı kamışı değdirince sadece nokta yazabiliyorum. Eli elimin üzerinde. Varlığı yokluktan, adı, kalemden önce O’nun. Kağıda dokununca sadece nokta yazıyorum, O’nun adını yazmış oluyorum.

Benim adım nokta.

Burası öyle bir cennet ki O’ndan daha eliaçık daha merhametli daha eşsiz bir varlık görünmüyor. O ölmüyor, olduğu gibi, nasılsa öyle ve sürekli yaşıyor.

Azrail’i kendisi onun.

Dilediği zaman dilediği biçimde ölebiliyor.

Ona ölüm denir mi bilmiyorum.

Yağmur çiseliyor. Pencereyi açınca toprak kokusu genzimi dolduruyor.

Dayanılmaz bir güzellik. Gözlerin sadece senin işaretinle gördüğünü göstermek için mi yapıyorsun bunu?

Bu koku nedir, bu ses, bu sessizlik, bu altın sarısı, bu yağmur, bu sızı, içimdeki bu dinmeyen hicran nedir?

Nasıl bir oyun bu?

Niçin yapıyorsun bunu?

Şimdi, burada, evimin penceresinde, çiseltinin sessizce yıkadığı şeylere bakarken neden canım yanıyor?

‘Sebepsiz hüzünlenirsen, bil ki Allah’a çok yakınlaşmışsın’ demiştin.

Bu hali mi yaşıyorum şimdi? Neredesin? Gönlüme bıraktığın sırrı başka kimlere verdin? Seninle mi biliniyor bütün sırlar? Sende mi saklanıyor? Senin gönlünde mi yaşıyor yetimler, kimsesizler, yoksullar? Beni konuşturan sen değil misin? Bütün bu oluşları, onlardaki çığlığı koparan sen değil misin? Sana nasıl erişilebilir? Yaratılmış olanın elinin değemeyeceği söz sende midir?

Yağmur diniyor. Gri bulutlar iyice kapattı göğü. Alaca kargaların bağırtısı düşüyor kayaların, sararmış otların arasında hayal gibi yükselen evlerin üzerine. Bir traktör homurtusu geliyor sonra. Keşif uçuşu yapan askeri helikopterin gürültüsü. Telefon çalıyor. Küçük kız giriyor odaya, televizyonu açıyor. Cnbc-e’deki filmde kadın bağırıyor. Adama ağız dolusu küfrediyor. Kuzeni ve karısı araya giriyor. Kadının savurduğu yumruk ıskalayınca kapının camını indiriyor. Bileğinden kan fışkırıyor. Bir yarasa fırlıyor camdan içeri. Duvara çarpıyor. Kanı ve kokusu beyazcamdan içeri yayılıyor. Uyanıyorum. Telefonun alarmı korkunç. Pencereyi açıyorum. Hava cam gibi. Sis kalkmış. Mükemmel bir gün. Arada hiçbir put yok. Saf, ağırlıksız, şeffaf bir yer burası. Şimdi böyle. Az sonra nolur bilemem. Ama şimdi kusursuzsun. Seni öyle biliyorum. Kelimelerime can ver, dilimdeki düğümü çöz, aç kendini, özgürleşmek istiyorum; seni görmek, seni kendimde bilmek istiyorum.

Çıkmalıyım.

Elif yoldadır.

Bu yol da değişmedi.

Kızılcabölük’e dedemin gelişinden seksenaltı yıl sonra, Demokratlar döneminde yapılan asfalta ulanan tali yol yine sağlı sollu tek katlı kerpiç, sonradan biriket ama toprak sıvalı, sac çatılı evlerin arasından kıvrılarak giderdi. Sağda toprak damlı, duvarları açık mor boyalı Mahmut amcaların evini geçince patikadan hep bu saatte Elif görünürdü. Omzunda gül işlemeli, el dokuması bez çantası, kestane saçları iki yandan örgülü. Ceviz ağacının gölgesine, gövdesinin ardına saklanıp bekliyorum. İşte geliyor. Kırmızı lastik ayakkabısıyla her adım atışında minik bir toz bulutu havalanıyor. Acaba, diyorum, bugün iyi bir şey olacak mı? Hayır, iyi şeyler bindenbire olur. Olup biten iyidir, kötü şeyler de birdenbire olur, onlar da iyidir. Kızılcabölük’te, Elif’in ardından gizli saklı okula gittiğim o günlerde, görünce yüreğim yerinden oynar, duracakmış gibi küt küt atar, takip ettiğimi anlayacak diye ödüm patlar, heyecanım katlanırdı. Çatalarmudu’nda, Ardıç dönmesinde, Gerağzı’nda, Kırbağarası’nda, Çalıdedesi’nde, Söğütönü’nde,

Çilen çeşmesinde, Sarıkavak’ta, Çakıloluk’ta, Kavak, Demirci ve Yukarı Mahallede, her yerde onu görmek, onunla olmak isterdim. Onun iri, kömürkarası, şehla gözlerine bakmaya doyamazdım. Allah, gaybının sırrını, arifin kalbine mürekkepsiz yazarmış. Aşk da böyle olmalı. Bunu şimdi düşünebiliyorum. Elif’i düşününce kalbimi saran o coşkunun da o zamanlar nasıl bir şey olduğunu anlayamıyordum. Hele gördüğümde yüreğimin küt küt atışına bir anlam verebilmem imkansızdı. Allah, aşkı da kalbimize mürekkepsiz yazıyor.

Necat ağbiye bir gün Asmalı kahvede, içimdeki ateşle yanıp tutuşurken, bülbülün kim, gülün ne olduğunu sorduğumda; yeşil, hülyalı bakışlarının derinliğine, ince, biçimli ağzının gerisine gizlediği gülümseyişle, ‘bil bul’ demişti. Ne kadar kolay görünüyor. Halim harap, ne biliyorum ne bulmuşum… Bil ve bul.

Bilerek mi bulacağım, bulunca mı bileceğim? Hiçbir şey bilmiyorum. O zamanlar, -hoş zamanın da ardışık olmadığını öğrendiğimden beri bu söz grubunu isteyerek kullanmıyorum- bütün bunlara ilişkin en küçük bir fikrim yoktu. Sadece Elif’i seviyordum, içime düşen ateşle için için yanıyordum. Kör ışığında geceleri ders çalıştığım gaz lambasının fitili gibi.

Varsa yoksa Elif. Gözleri, saçları, elleri, parmakları, yürüyüşü, oturuşu, kalkışı, koşuşu, bakışı, gamzesi, gümüşsü teni, buğulu sesi. Bulut gibi sarhoş, kendimden geçmiş bir haldeydim. Düşünmediğim bir an yoktu. Okula sanki onun için gidiyordum. Onu görebilme umuduyla sokağa çıkıyordum. Yolda bir dedektif gibi onu izliyordum. Adımlarının tozlu yolda, çamurda çıkardığı ize basmaya çalışıyordum. Ders bitmesin istiyordum, eve dönerken de onu Çilen çeşmesine değin izliyor, evlerine sapan patikanın başındaki dut ağacının gövdesine gizleniyor, gözden yitene kadar bakıyordum. Kaybolunca içimdeki ateş iyice harlanıyor, yana yana eve dönüyordum. Annem, babam, ablam anlayacak diye ödüm kopuyordu, utanıyordum. Yanağım kızarıyordu. Onu düşününce gövdemi saran alev büyüyor, yatağa gömülüyordum.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Osmancık

Editor

Beyaz Kaplan Tanrının Gazabı

Editor

Tırpan

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası