PASCAL COVICI
Sevgili Pat,
Bir tahta yontuyordum, üstüne geldin, “Neden bana da yapmıyorsun?” dedin.
Ne istediğini sordum sana, “Bir kutu,” dedin sen.
“Ne kutusu?”
“İçine bir şeyler koymak için.”
“Ne gibi bir şeyler?”
“Neyin varsa,” dedin sen.
İşte istediğin kutu. Neyim varsa, hemen hepsi içinde, ama yine de dolmadı. Acı ve heyecan var içinde, iyi ve kötü duygular, karanlık ve aydınlık düşünceler… umut etmenin tadı ve umutsuzluk… yaratmanın o anlatılmaz sevinci var.
Hepsinin üstünde de sana olan minnettarlığım ve sevgim var.
Ama kutu yine de dolmadı…
JOHN
***
BİRİNCİ KISIM
Birinci Bölüm
1
Salinas Vadisi, Kuzey Kaliforniya’dadır. İki dağ sırası arasında kalan dar, uzun bir düzlüktür. Salinas Irmağı, işte bu düzlüğün ortasında, kıvrılıp bükülerek ta Monterey Körfezi’ne kadar uzanır, orada denize dökülür.
Çocukluğumda, benden başka kimsenin bilmediği bazı çiçeklere ve otlara yakıştırdığım adları hâlâ hatırlıyorum. Kurbağalar nerede yaşarlar, yazın kuşlar ne zaman uyanırlar, ağaçlar ve mevsimler nasıl kokar, insanlar nasıl görünür, nasıl yürür, hatta nasıl kokarlar, onları bile hatırlıyorum. İnsanın koku belleği çok zengin oluyor.
Vadinin doğusundaki Gabilan Dağları’nı da hatırlıyorum. Bunlar burcu burcu güneş ve güzellik tüten dağlardı ve insanı öyle bir çağırışları vardı ki, sevgili annenizin kucağına çıkmak ister gibi, onların o sımsıcak eteklerine tırmanmak için can atardınız. Üzerlerini kaplayan boz otlar tutkuyla el ederlerdi sanki. Santa Lucialar ise batıda, göğe doğru dimdik yükselir, vadiyi açık denizden ayırırlardı. Karanlık ve iç sıkıcıydılar. Tehlikeli ve düşmanca bir görünüşleri vardı. Kendimi bildim bileli, batıdan korkmuş, doğuya sevgi duymuşumdur. Bu duygu bana nereden gelmiş, nasıl yerleşmiştir bilemem ama, belki de sabahın Gabilanların doruklarından gelmesi, geceninse Santa Luciaların yamaçlarından yayılmasıdır bunun nedeni. Bu dağlara beslediğim duygularda, günün doğuşunun ve ölüşünün de payı vardır kesinlikle.
Vadinin iki yamacındaki tepelerin yarıklarından süzülen bir sürü küçük dere, aşağıda Salinas Irmağı’na karışırdı. Şiddetli yağmurların yağdığı kış mevsimlerinde bu derecikler sel gibi akarak ırmağı öyle kabartırlardı ki, yatağı silme dolar, coşar, taşardı. Bir felaket olurdu işte o zaman. Ekili toprakların çevrelerindeki çitleri yıkar, dönümlerce araziyi siler süpürür, samanlıkları, evleri önüne katarak, yuvarlaya döndüre götürürdü. İnekleri, domuzları, koyunları çamurlu kara sularında boğar, denize sürüklerdi. İlkbaharın sonlarına doğru, ırmak yatağına çekilince, kumlarla kaplı kıyılar yine ortaya çıkardı. Irmak, yazın, toprağın hemen yüzüne yapışmış gibi akardı. Dik ve yüksek yamaçların dibindeki, derin girdap çukurlarında birikmiş suların oluşturduğu birkaç gölcük kalırdı yalnız. Saz ve otlar yeniden biter, söğütler, tepelerindeki dallara takılı kalmış sel artıklarıyla yeniden doğrulurlardı. Salinas Irmağı, yılın ancak yarısında vardı. Yaz güneşini görünce, yeraltına saklanırdı. Öyle pek matah bir ırmak değildi ama, elimizdeki tek ırmaktı. Bu yüzden de, yazları ne kadar kuru, kışları da ne kadar taşkın olduğunu anlatarak övünürdük. Elinizde başka bir şey olmadı mı, neyiniz varsa onunla övünürsünüz işte. Hatta ne kadar az şeyiniz varsa, o kadar çok övünmek gereğini duyarsınız.
Salinas Vadisi’nin dağ sıraları arasındaki tabanı dümdüzdür. Çünkü bu vadi gerçekte, denizin yüz mil uzunluğundaki eski bir girintisinin dibidir. Moss Landing’deki ırmak ağzı yüzyıllar önce bu upuzun körfezin girişi imiş. Babam bir seferinde, vadinin elli mil aşağısında bir kuyu açmıştı. Delgi önce toprak, sonra çakıl çıkarmış, sonra da deniz kabukları, hatta beyaz balina kemiği parçaları dolu bembeyaz deniz kumu çıkarmıştı. Yirmi ayak derinliğindeki kumdan sonra yeniden kara toprak başlıyordu. Hatta o yürümeyen, dağılmayan kızılağaçlardan bir parça bile çıkmıştı. Vadi, deniz kaplamadan önce bir ormanla kaplı olmalıydı. Ve bütün bunlar, burada, tam bizim ayaklarımızın altında olup bitmişti. Bazı geceler, bana, hem denizi hem de kızılağaç ormanını ayaklarımın altında duyuyorum gibi gelirdi.
Vadinin genişçe, düz yerlerinde toprağın üst tabakası oldukça bereketli ve derindi. Şöyle bolca yağan kış yagmurlarıyla her taraf ota çiçeğe keserdi hemen. Yağışların iyi gittiği yıllarda açan bahar çiçekleri inanılmayacak kadar güzel olurdu. Vadinin bütün tabanını ve dağların eteklerini gelinciklerle bakla çiçekleri örtüverirdi. Vaktiyle bir kadın bana, aralarına beyazlar da konursa, renkli çiçeklerin daha parlak görüneceklerini, renklerinin daha iyi belireceğini söylemişti. Mavi bakla çiçeklerinin de taç yapraklarından her birinin kıyısında beyaz bir şerit vardır, işte bu yüzden bakla çiçeği tarlalarının ne kadar mavi olabileceğini, görmeden imkânı yok düşünemezsiniz. Bu çiçeklerin arasında, yer yer, Kaliforniya gelinciklerinden serpintiler de olurdu. Gelinciklerin alev alev yanan öyle bir renkleri vardı ki, hiçbir şeye benzemezdi, ne portakal rengine ne altın rengine. Yalnız saf altın erise de sonra kaymak bağlasa, işte bu kaymağın rengi gelinciklerin rengine benzeyebilirdi ancak. Mevsim sonuna doğru sarı hardallar biter, adam boyu uzarlardı. Büyükbabam vadiye ilk geldiğinde hardallar öyle yüksekmiş ki, at üstünde dolaşan bir adamın, çiçekler üzerinden yalnız başı görülebiliyormuş. Vadinin daha yukarılarında, çimenlerin üzeri, düğün çiçekleri, mineler ve ortası kara benekli sarı menekşelerle dolardı. Mevsim ilerledikçe, kırmızı ve sarı hint püskülleri dizi dizi açardı. Bunlar, güneşi bol açıklıkların çiçekleriydi.
Diri meşelerin altında, gölgeli ve acı yeşilleriyle eğrelti otları fışkırır, mis gibi bir koku yayarlardı. Derelerin yosunlu yamaçları altında küme küme ılgınlar ve sarı mineler sarkardı. Sonra çan çiçekleri, küçük fener çiçekleri vardı. Bunlar öylesine beyaz, öylesine büyüleyici ve az bulunur çiçeklerdi ki, bir çocuk bunlardan bulduğu gün bayram ederdi, kendini seçilmiş sayar, büyük kıvanç duvardı.
Haziranda otlar bozarmaya başlardı. Kahverenginden çok altına, safrana, kırmızıya çalan, anlatılmaz bir güzelliği olan renk kaplardı tepeleri. Ondan sonra da, bir dahaki yağmurlara kadar toprak kurur, derelerin suyu kesilirdi. Toprağın yüzünde çatlaklar belirirdi. Salinas Irmağı kumların altına çekilirdi. Rüzgâr vadiden aşağı eser, tozu toprağı, samanı sapı havaya savurarak ve gittikçe şiddetlenip sertleşerek güneye doğru inerdi. Akşam oldu mu kesilirdi. Hırçın, yıpratıcı bir rüzgârdı, tozlar insanın derisine yapışır, gözlerini vakardı. Tarlalarda çalışanlar, tozdan korunmak için gözlerine gözlük takar, yüzlerine mendil bağlarlardı.
Vadi toprağı zengin ve derindi ama, eteklerde ot köklerinden derin olmayan ince bir üst tabaka vardı. Toprak tabakası, tepelere doğru çıktıkça incelir, orasından burasından çakmak taşları fırlar, giderek, kızgın güneşi kör edercesine yansıtan sert, kuru bir çakıl tabakası olurdu.
Yağışın bol olduğu, verimli yıllardan söz ettim hep. Ama kurak geçen yıllar da vardı ve bu yıllar vadiye bir felaket gibi çökerdi. Su durumu, otuz yıllık sürelerle hep aynı çemberi çizerdi. Bol yağışlı, son derece verimli beş-altı yıl, ardı ardınca elli-altmış santim yağmur düşer, bütün toprak yeşile keserdi. Ondan sonraki altı-yedi yıl orta karar geçer, otuz-kırk santim kadar yağmur düşerdi. Sonra kurak yıllar başlardı, on beş-yirmi santimi ancak bulurdu yağmur. Toprak kurur, cılız otların boyu beş-on santim kadar ya uzar ya uzamazdı. Vadiyi kocaman çıplak alanlar kaplardı. O dipdiri meşeler büzülüp solar, adaçayları kurşuni bir renge bürünürdü. Toprak, çatır çatır çatlardı. Fışkınlar kurur, bitkin davarlar bulabildikleri kuru kökleri kemirmeye çalışırlardı. Çiftçilerle hayvan yetiştiriciler, Salinas Vadisi’ne öfkeyle bakarlardı. İnekler sıskalaşır, bazıları açlıktan ölürdü. Halk, ancak variller içinde içme suyu biriktirebilirdi. Bazı aileler, topraklarını yok pahasına satar giderlerdi. Kurak yıllarda, bolluk yılları unutulur; yağışlı yıllarda ise kurak yılların o kötü anıları silinir giderdi. Hiç şaşmazdı bu. Her seferinde böyle olurdu.
2
İşte, uzun Salinas Vadisi böyleydi. Tarihi de, eyaletin geri kalan yerlerinin tarihine benzerdi. Önce Kızılderililer vardı. Bayağı bir soydan gelen, güçsüz, yaratıcılığı, kültürü olmayan bir halk. Karınlarını çekirge, tırtıl ve kabuklu deniz hayvanlarıyla doyururlardı. Avcılık ya da balıkçılık bile yapamayacak kadar tembeldiler. Ne bulurlarsa yiyorlar, ama hiçbir şey ekmiyorlardı. Un elde etmek için acı palamutları öğütüyorlardı. Savaşları bile, bezdirici bir pandomimden öteye gitmiyordu.
Sonra, keşfe çıkan kuru, sert İspanyollar geldiler. Açgözlü ve gerçekçeydiler. Bütün tutkuları altın ya da Tanrıydı. Mücevher toplar gibi insan ruhlarını topladılar. Dağları, vadileri, ırmakları, ufuk çizgisini adlandırıp sahip çıktılar. Bu sert ve kuru adamlar, bütün kıyıları bir boydan bir boya tedirgin tedirgin dolaştılar. Bazıları, kendilerine bağışlanan ve bir prenslik kadar büyük topraklara yerleştiler. Bu toprakları onlara, bağışladıkları armağanın değeri konusunda en küçük bir bilgileri bile olmayan İspanyol kralları vermişti. Toprağın bu ilk sahipleri, oldukça yoksul, feodal birimler kurdular. Sürüleri serbestçe yayıldı, çoğaldı; onlar da zaman zaman, derileri ve donyağı için bu hayvanları kestiler, etlerini akbabalara, çakallara bıraktılar.
İspanyollar geldiklerinde, gördükleri her şeye bir ad vermek zorunda kaldılar. Bu, her kâşifin ilk göreviydi -görevi ve ayrıcalığı. Elle çizdiğiniz haritaya geçirmeden önce, her şeyi adlandırmanız gerekiyordu. Bu işi yapanlar daha çok dindar kişilerdi elbet; okuması yazması olan, kayıtları tutan, haritaları çizen, bu sert ve yorulmak bilmez askerle birlikte yola çıkmış olan rahiplerdi bunlar. Bu yüzden keşfedilen ilk yerler, azizlerin ya da konak yerlerinde kutlanan kutsal günlerin adını aldı. Bir sürü aziz vardır elbet, ama sayıları sonsuz da değildir, bunun için ilk adlandırmalarda birtakım tekrarlar görüyoruz. San Miguel, St. Michael, San Ardo, San Bernardo, San Benito, San Lorenzo, San Carlos, San Francisquito’muz var. Sonra bayramlar geliyor -Natividad, Nativitv, Nacimiente (Doğuş); Soledad, Solitude (Yalnızlık). Ama keşfedilen yerler o anda verdiği duygularla da adlandırılıyordu: Güzel umutlar verdiği için Buena Esperenza, görünümü güzel olduğu için Buena Vista, sevimli olduğu için de Chualar. Ardından tanımlayıcı adlar geliyordu: Meşe ağaçları nedeniyle Paso de los Robles, defnelerden ötürü Los Laureles, bataklıktaki kamışlarıyla Tularcitos ve tuz gibi beyaz alkali yüzünden de Salinas.
Sonra, keşfedilen yerler, orada görülen hayvanlara ve kuşlara göre de adlandırıldı: Gabilanların adı bu dallarda ucan şahinlerden geldi, Topo köstebeklerden, Los Gatos yaban kedilerinden geldi. Bazen de doğanın aldığı biçimler çağrıştırıyordu adları. İşte, Tassajara, tabağıyla bir fincana benzediği için, Laguna Seca kurumuş bir göle, Corral de Tierra doğal bir çite, Paraiso cennete benzediği için takılmıştı.
Sonra Amerikalılar geldiler; daha açgözlüydüler, çünkü daha kalabalıktılar. Toprakları ele geçirdiler, adlarını temize çıkarmak için yeni yasalar kovdular. Ve çiftlikler her yana yayıldı. Önce vadilerde, sonra dağ eteklerinde, çatlak kızılağaçtan çatı ve ahırlarıyla ahşap evler belirdi. Nerede biraz su çıksa, hemen orada bir ev bitiveriyor, bir aile serpilmeye, çoğalmaya başlıyordu. Kapı önlerine kırmızı sardunyalar ve gül fidanları daldırılıyordu. Daha sonra, ayak izlerinin yerini iki kişilik arabaların tekerlek izleri aldı. Arpa, buğday ve mısır tarlaları, sarı hardal çiçeklerini yerlerinden ediverdi. Yolculuk yapılan yolların üzerinde her on milde bir nalbant ve bakkal dükkânları belirdi. Bunlar giderek, Bradley, King City, Greenfield gibi küçük küçük kasabaların çekirdeği oldular.
Amerikalılar, buldukları yerlere birtakım kişilerin adlarını verme konusunda İspanvollardan daha büyük bir eğilim taşımaktaydılar. Vadilere yerleşildikten sonra, ad vermek gerektiğinde, orada geçen olaylardan esinlenmeye başladılar. Bana en çok çekici gelenler de bu türden adlardır. Çünkü her biri, unutulmuş bir öyküyü hatırlatır. Bolsa Neuva deyince yeni bir cüzdan düşünürüm, Morocojo deyince topal bir Faslı (kimbilir kimdi, buraya nasıl gelmişti?); Vahşi At Vadisi, Mustang Yokuşu, Kısa Kuyruk Vadisi… Bu yer adları, onları oraya veren kişileri de yargılar gibidir; saygılı ya da saygısız, tanımlayıcı, şiirsel ya da küçük düşürücüdür bu adlar. Herhangi bir şeyi San Lorenzo diye adlandırabilirsiniz, ama Kısa Kuyruk Vadisi ya da Topal Faslı çok başkadır.
Öğleden sonraları rüzgâr çıkardı. Çiftçiler, ekili topraklarını bu rüzgârdan korumak için sıra sıra okaliptüs ağacı dikmeye başlamışlardı. Ve işte, dedem karısını alıp gelerek King City’nin doğusundaki dağların eteğine yerleştiği zaman, Salinas Vadisi böyle bir yerdi.