Cinler, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri, hiç şüphesiz, gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır. İlk okuduğumda, yirmi yaşımdayken kitabın üzerimdeki etkisini, sarsılmak, hayret etmek, inanmak ve korkmak kelimeleriyle özetleyebilirim. O zamana kadar okuduğum hiçbir roman beni böylesine derinden sarsmamış, hiç bir hikaye insan ruhu ve şahsiyeti hakkında bana bu kadar sarsıcı bir bilgi vermemişti. Sarsıcı olan şey insanın iktidar isteğinin ve affetme gücünün, kendini ve başkalarını kandırma yeteneğinin ve bir inanç bulma azminin, sevmenin ve nefretin, en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğün boyutlarının genişliğini görmek, bu özelliklerin aslında hep yanyana bulunduğunu kavramak ve bütün bu duygu ve ruh durumlarını kitabın ölüm, siyaset ve aldatmacanın şiddetiyle yüklü olay örgüsüyle birlikte yaşamaktı. (Orhan Pamuk)
Dostoyevski sanatçılık bakımından Shakespeare’in hemen yanında yer alır.
Freud
Cinler, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri, hiç şüphesiz, gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır. İlk okuduğumda, yirmi yaşımdayken kitabın üzerimdeki etkisini, sarsılmak, hayret etmek, inanmak ve korkmak kelimeleriyle özetleyebilirim. O zamana kadar okuduğum hiçbir roman beni böylesine derinden sarsmamış, hiç bir hikaye insan ruhu ve şahsiyeti hakkında bana bu kadar sarsıcı bir bilgi vermemişti. Sarsıcı olan şey insanın iktidar isteğinin ve affetme gücünün, kendini ve başkalarını kandırma yeteneğinin ve bir inanç bulma azminin, sevmenin ve nefretin, en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğün boyutlarının genişliğini görmek, bu özelliklerin aslında hep yanyana bulunduğunu kavramak ve bütün bu duygu ve ruh durumlarını kitabın ölüm, siyaset ve aldatmacanın şiddetiyle yüklü olay örgüsüyle birlikte yaşamaktı. (Orhan Pamuk)Dostoyevski sanatçılık bakımından Shakespeare’in hemen yanında yer alır.
Freud
ÖNSÖZ
CİNLER’İN KORKUTUCULUĞU
ORHAN PAMUK
Cinler, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedisekiz romandan biri, hiç şüphesiz, gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır. İlk okuduğumda, yirmi yaşımdayken kitabın üzerimdeki etkisini, sarsılmak, hayret etmek, inanmak ve korkmak kelimeleriyle özetleyebilirim. O zamana kadar okuduğum hiçbir roman beni böylesine derinden sarsmamış, hiçbir hikâye insan ruhu ve şahsiyeti hakkında bana bu kadar sarsıcı bir bilgi vermemişti. Sarsıcı olan şey insanın iktidar isteğinin ve affetme gücünün, kendini ve başkalarını kandırma yeteneğinin ve bir inanç bulma azminin, sevmenin ve nefretin, en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğün boyutlarının genişliğini görmek, bu özelliklerin aslında hep yan yana bulunduğunu kavramak ve bütün bu duygu ve ruh durumlarını kitabın ölüm, siyaset ve aldatmacanın şiddetiyle yüklü olay örgûsüyle birlikte yaşamaktı. Hayretimi bütün bu bilgi ve deneyimin bana bir anda ve hızla verilmesinden alıyordum. Bu hız, belki de roman sanatının en üstün yanıdır: Büyük romanlarda, kahramanların duyup yaşadığı, koşup çırpındığı hızla, bizim önümüzde yepyeni dünyalar açılır ve onlara kahramanlara inandığımız gibi inanırız. Dostoyevski’nin peygamberimsi sesine ve itiraf etmeye düşkün kahramanlarının dünyasına aynı şevkle inanmıştım.
Bu kitabın yüreğimde hissettirdiği korkuyu açıklamak ise daha zor. Bunun bir kısmı, kitaptaki o inanılmayacak kadar etkileyici intihar sahnesi (mumun sönmesi, yan odada olup bitenlere dikkat kesilen ötekinin varlığı), ve çok iyi tanıdığımız bir korkunun telaşıyla düşüncesizce tasarlanıp alelacele işlenen cinayetin dehşetiyle açıklanabilir belki. Korkutucu olan belki de roman kahramanlarının kendi küçük, taşralı hayatlarıyla büyük düşünceler arasında hızla gidip gelebilmeleri, Dostoyevski’nin onlarda ve kendinde bulduğu bu büyük cürettir. Kitabı okurken her şeyin, en küçük günlük hayat ayrıntısının bile kaçınılmaz bir şekilde büyük düşüncelere bağlanabileceğini hisseder, bütün paranoyakların hissettiği şu gerçeğe korkuyla ulaşırız: Bütün düşünceler, bütün büyük idealler, hepsi birbiriyle ilgilidir, tıpkı hikâyedeki gizli örgütler, birbirleriyle bir şekilde ilişkili hücreler, devrimciler ve muhbirler gibi. Herkesin herkesle ilgilendiği, bütün düşüncelerin daha arkadaki büyük bir gerçeğe hem bir ilişki kapısı, hem de bir maske olduğu bu paranoyakça korkutucu dünyanın arkasında ise Tanrı’nın varlığı ve insanın özgürlüğü sorulan yatar. Dostoyevski bu iki büyük sorunu Cinler’de yalnızca birbirleriyle artık hayallerimizde birbirlerinden ayrılmayacak bir biçimde birleştirmemiş, Tanrı’nın varlığı ve kendi özgürlüğü yüzünden intihar etmeyi göze alan bir kahramanı inandırıcı ve okurun aklından hiçbir şekilde çıkmayacak bir şekilde canlandırarak dramlaştırmıştır. Dostoyevski kadar soyut düşünceleri, inançları, düşünsel çelişkileri insanlar şekline sokup dramlaştırabilen başka pek az yazar vardır.
Dostoyevski Cinler üzerinde çalışmaya kırk sekiz yaşındayken, 1869 sonunda başladı. Budala’yı bitirip yeni yayımlamış, Edebi Koca’yı yazmıştı. Alacaklılarından kaçmak ve daha rahat çalışmak için iki yıl önce karısıyla gittiği Avrupa’da (FloransaDresden) bunalmaktaydı. Aklında Ateizm, Bir Büyük Günahkar’ın Hayatı dediği, din ve inançsızlık konularında gezinen bir roman vardı. O zamanlar Rusya’da pek moda olan ve bugün yan anarşist, yan liberal diyebileceğimiz nihilistlere (hiççilere) öfke duyuyor, onların Rus geleneklerine düşmanlıklarına, Batıcılıklarına, ve dinsizliklerine karşı alaycı bir siyasal roman yazıyordu. Kitap üzerinde uzun bir süre çalıştıktan sonra bir noktada takılıp hikâyesine olan inancını kaybetmeye başlamıştı ki o sıralarda tipik bir sürgün heyecanıyla Rus gazetelerinde okuduğu ve kansının bir yakınının anlattığı bir siyasal cinayet hayal gücünü ateşledi. Aynı yıl Moskova’da Ivanov adlı bir üniversite öğrencisi davaya ihanet ettiği gerekçesiyle dört arkadaşı tarafından öldürülmüştü. Birbirlerini öldüren gençlerin bu devrimci hücresine Neçayev adlı parlak, zeki ve şeytani bir genç önderlik ediyordu. Dostoyevski’nin Pyotr Stepanoviç Verhovenski figürüyle dramlaştırdığı Neçayev ve arkadaşları (romanda Tolçenko, Virginski, Şigalyev ve Lamşin) tıpkı Cinler’de olduğu gibi, kendilerine ihanet ettiğinden şüphelendikleri arkadaşlarını (Şatov) gene romandaki gibi bir parkta öldürüp cesedini bir göle atmışlardı.
Dostoyevski bu cinayet aracılığıyla dramlaştırdığı Rus nihilistlerinin ve Batıcılarının ruh dünyalarına girerken aslında bütün “yeni dünya,” “devrim,” ve “ütopya” hayallerinin arkasında bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik güçlü bir iktidar isteğinin de yattığını olanca açıklığıyla gösterdi. Bu yüzden ilk solculuk heyecanlarının içinde Cinler’i okurken sanki yüzyıl öncesinin Rusya’sından değil, bana gırtlağına kadar şiddete dayalı radikal siyasete batmış Türkiye ile ilgili bir hikâyeyle karşılaşmışım gibi gelmişti. Bütün o dünyayı değiştirme isteğinin, bir yerlerde bir örgütler olduğu hayalinin, içten devrimciliğin ya da adam tavlayıp kafakola almanın, bizimle aynı dili konuşmayan ve aynı görüşü paylaşmayanları kahredici bir şekilde aşağılama zevkinin gizli dilini, ruh hallerini Dostoyevski sanki bana korkutucu bir sun fısıldar gibi öğretiyordu. O zamanlar bu roman hakkında niye konuşulmuyor diye sık sık düşündüğümü hatırlıyorum. Bizim kültürel iklimimiz hakkında bu kadar çok şey söyleyen bu kitap hakkında solcu çevrelerdeki sessizlik bana sanki bu kitabın korkutucu bir sır fısıldadığı izlenimini veriyordu.
Bu korkunun ve kişiselliğin bir başka nedeni daha vardı. Aynı yıllarda, yani Cinlerin yazılıp yayımlanmasından ve Neçayev cinayetinden aşağı yukarı yüz yıl sonra bir benzeri de Türkiye’de Robert Kolej Boğaziçi Üniversitesi’nde işlendi. Aralarında sınıf arkadaşlarımın da bulunduğu bir devrimci çevre, daha sonraları kayıplara karışan şeytani ve zeki bir “kahramanın” cesaretlendirmesiyle, ihanet ettiklerine inandıkları, aralarındaki bir “haini” kafasına lobutlar vurarak öldürmüşler, cesedini bir bavula koyup, bir gece sandalla Boğaz’ın öteki yakasına geçirirlerken yakalanmışlardı. Bu devrimci çevrenin cinayete kadar varan radikalizmini, “en tehlikeli düşman en yakın düşmandır, demek ki aramız dan ilk ayrılandır” fikrini Cinleri okuduğum için kendi yüreğimde hissederek anlamıştım. Yıllar sonra bu takımın içinde bulunan bir arkadaşıma farkında olmadan taklit ettikleri Cinler”i okuyup okumadığım sormuş, romanla hiç ilgilenmediğini öğrenmiştim.
Siyasal şiddet ve bir korku atmosferi içinde geçmesine rağmen Cinler aynı zamanda Dostoyevski’nin en eğlenceli ve komik romanıdır da. Dostoyevski’nin özellikle kalabalık sahnelerde gösterdiği gülünçleştirme ve hiciv yeteneği eşsizdir. Cinier’de Dostoyevski’nin gerçek hayatta hem dostluk edip hem de nefret ettiği yazar Turgenyev’in de eğlenceli bir karikatürü vardır (Karmazinov). Nihilistlere ve Batıcılara verdiği onay yüzünden ve Rus kültürünü aşağıladığına inandığı için Dostoyevski Turgenyev’den, onun toprak ağası zenginliğinden hiç hoşlanmıyordu. Cinler bir bakıma Turgenyev’in Babalar ve Ogulları ile tartışarak da yazılmış bir romandır.
Ama solcu liberallere, Batılılaşmacılara o kadar öfkelenmesine rağmen Dostoyevski, onları içeriden tanıdığı için onlar hakkında zaman zaman içten bir sevgiyle konuşmaktan da kendini alamaz. Romandaki baba figürü olan Stepan Trofimoviç’in sonunu, onun hep hayallerinde kurduğu Rus köylüsüyle karşılaşmasını içten bir şiirsellikle öyle bir anlatır ki bütün roman boyunca hafifçe gülümseyerek sevdiğimiz bu yapmacıklı adama karşı okurda bir hayranlık hissi de uyanır. Bu aslında Dostoyevski’nin dramlaştırdığı Batılılaşmacı, devrimci, “ya hep ya hiççi” bir aydın çeşidinin tutkularına, yanılgılarına ve yapmacıklı içtenliğiyle hayatiyetine yollanan bir selam olarak da okunabilir.
Ben Cinleri Avrupa’nın kenarlarında, merkezden uzak, Batı hayalleri ve Allah’ın varlığıyokluğu bunalımları içerisinde yaşayan radikal aydınların saklamak istedikleri utanç verici sırlarını haykıran bir kitap olarak gördüm hep.
Nisan 2000
Bilinci Bölüm
ı
GİRİŞ YERİNE: PEK SAYGIDEĞER STEPAN TROFİMOVİÇ VERHOVENSKİ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Bugüne değin hiçbir değişik yanı olmayan kentimizde pek yakın bir geçmişte olup biten son derece tuhaf olayları anlatmaya başlarken (yeteneksizliğim nedeniyle) biraz geriden, özellikle, artamlı, pek saygıdeğer Stepan Trofimoviç Verhovenski üzerine birtakım ayrıntılardan başlamak zorundayım. Sunduğum notların yalnızca girişi olsun bu ayrıntılar, anlatmayı düşündüğüm asıl olaylar ileridedir.
Kestirmeden söyleyeyim: Stepan Trofimoviç aramızda biraz değişik, nasıl söylesem, bir yurttaş rolü oynardı. Hem pek tutkundu da bu rolüne. Öyle ki, onsuz yaşayamazdı gibi geliyor bana. Onu bir tiyatro artisiyle bir tuttuğum için böyle söylüyorum sanılmasın: Tanrı korusun! Üstelik, saygım da vardır ona. Bütün bunlar bir alışkanlık, daha doğrusu, çocukluğundan beri kendisini hep iyi bir yurttaş, önemli bir kişi görmeye olan eğiliminden geliyordu. Söz gelişi, “polisin peşine düştüğünü”, “sürgüne gönderilmiş” olmasını pek severdi. Bu iki deyimin estetik büyüsü, bir daha ayrılmamacasına onu sarhoş etmiş; sonra kendi gözünde bunca yıl yavaş yavaş yükselterek sonunda oldukça yüksek, kişinin gururu için pek hoş bir kendini beğenmişlik düzeyine çıkarmıştı onu. Geçen yüzyılın toplumunu, insanları yeren bir İngiliz romanında Gulliver diye birisi, boylan ancak sekiz on santim olan cücelerin ülkesinden döndüğünde kendini dev insan görmeye öylesine alışmıştır ki, Londra’nın caddelerinde dolaşırken çevresindekileri hâlâ küçük yaratıklar, kendisini de dev sanar, yanlışlıkla ayağının altında kalıp ezilmesinler diye kaldırımda yürüyen insanlara, caddeden geçen faytonlara yana kaçmaları, kendilerini korumaları için elinde olmadan bağırır. Böyle bağırıp çağırıyor diye eğlenirler onunla, ağızlarını bozarlar kentliler, yontulmamış arabacılar kırbaçlarını indirirler Dev’in suratına: Ama hakça bir şey mi bu şimdi? Alışkanlığın kişiye yaptıramayacağı şey mi vardır? Bir kez alıştığı bir şeyi kolay kolay bırakamaz kişi. Stepan Trofimoviç’i hemen hemen aynı duruma sokmuştu alışkanlık. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, onunki daha bir masum, çirkin kaçmayacak biçimdeydi. Çünkü kendisi pek hoş bir insandı.
Son zamanlarda herkesçe, her yerde unutulduğunu bile sanıyorum. Oysa eskiden bilinmedik bir kişi olduğunu kimse söyleyemez. Geçen kuşağın ünlü kişilerinin, herkesin bildiği o üstün grubunda onun da bulunduğu kesindir. Kısa bir zaman için, topu topu bir dakikalık bir zamandır bu, o devrin birçok heyecanlı kişilerince handiyse Çaadayev’in, Belinskiy’in, Granovskiy’in ve o zamanlar Avrupa’da daha yeni çalışmaya başlayan Gertsen’in adlarıyla birlikte anıldı adı. Ama Stepan Trofimoviç’in çalışmalarının, kendi deyimiyle “aynı zamana rastlayan birtakım olaylar kasırgası” yüzünden başlamasıyla bitmesi bir olmuştu. Oysa sonunda ne oldu? Değil “kasırga”, “olaylar” diye bir şeyin bile olmadığı anlaşıldı. Hiç değilse buna benzer bir şey yokmuş. Ancak birkaç gün önce öğrendim Stepan Trofimoviç’in aramızda, ilimizde, herkesin sandığı gibi, sürgün yaşamadığını, hatta ömründe hiç polisçe aranmadığını. Pek şaşırdım elbette. Ama buna kesinlikle inanmak zorundaydım da. Durum böyle iken siz ondaki hayal genişliğine bakın! Bazı çevrelerin kendisinden çekindiğine, her attığı adımdan sürekli haber alındığına, sayıldığına, son yirmi yıl içinde değişen üç validen üçünün de kentimizi yönetmek üzere başkentten yola çıkmadan önce kendilerine üstlerince onunla ilgili birçok özel, huzursuzluk verici bilgiler verildiğine ömrü boyunca içtenlikle inandı durdu. O zamanlar biri çıkıp, son derece dürüst Stepan Trofimoviç’i, kesin deliller göstererek, korkacak hiçbir şeyinin bulunmadığına inandıracak ol saydı, kuşkusuz, gücenirdi bile. Ama bununla birlikte, son derece akıllı, yetenekli bir kimseydi. Dahası, nasıl söylesem, bilimsel… ama bu alanda pek bir şey, belki hiçbir şey de yapmadı. Rusya’da bilim adamlarının tümü böyle değil midir zaten?
1849 yılında Avrupa’dan döndüğünde öğretim görevlisi olarak üniversite kürsüsünde parladı. Topu topu birkaç ders verebildi ancak. Yanılmıyorsam düzensiz toplumlar üzerineydi bu dersler. Bir de 1413 1428 yılları arasında küçük bir Alman kenti olan Hanau’nun toplumsal, ekonomik öneminin artışı, sonra bu önemi ortadan kaldıran belirsiz nedenler üzerine pek parlak bir tez savunma fırsatını bulabildi. Bu tezin içinde o devrin Slavcılarına ustalıkla atılmış pek ağır taşlar vardı. Bir anda sürüyle amansız, gözü dönmüş düşman kazanmış oldu kendine. Sonra, kürsüsünün elinden alınmasının peşinden, (öç almak, kimi kaybettiklerini onlara göstermek için) Dickens’dan çevrilen, Georges Sand’ı öven derin anlamlı bir incelemeyi aylık bir dergide yayımlamayı başardı. Yanılmıyorsam bu incelemede bir devrin şövalyelerinin olağanüstü ahlaklı olmalarının nedenleri, ya da buna benzer şeyler anlatılıyordu. Hiç değilse son derece soylu, yüce bir düşünce vardı bu yazılarda. Daha sonraları ortada dolaşan söylentilere bakılırsa, incelemenin yayımlanması pek çabuk yasaklanmış. İlerici dergi de yarım yamalak yayımlanan bu inceleme yazısından zarar etmiş. Ama bu yazıların, yazarın tembelliği yüzünden yarıda kaldığını düşünmek de pek akla yatkındır. Düzensiz toplumlar üzerine derslerinin kesilmesine, onun birisine yazdığı birtakım “olayları” anlatan bir mektubunun nasılsa birisinin (kuşkusuz gerici düşmanlarından birisinin) eline geçmesi üzerine, birilerinin ondan bazı açıklamalar istemesi neden olmuştu. Doğru mu yanlış mı, kesin olarak bilmiyorum ya, ısrarlı söylentilere bakılırsa, tam o sıralarda Petersburg’da gerçekçi olmayan, aşın derecede güçlü, otuz kişiden kurulmuş, yasa dışı büyük bir şebeke yakalanmıştı. Fourrier’nin yapıtlarını çevirmeye hazırlandıklarını söylüyorlardı. Aksi gibi tam da o sıralarda, Stepan Trofimoviç’in altı yıl önce Berlin’de, daha ilk gençlik çağında yazdığı bir şiiri, iki meraklı gençle bir üniversite öğrencisinin üzerinde bulunuyor. Şimdi benim yazı masamın üzerinde de vardır bu uzun şiir. Pek yakın bir geçmişte, geçen yıl Stepan Trofimoviç kendi elyazısıyla yazıp imzalamış, göz alıcı bir kırmızı maroken cilt içinde bana armağan etmişti onu. Doğrusu, şiir değeri yok değil. Ozanının bir ölçüde yetenekli olmadığı da söylenemez. Oldukça tuhaf da, ama o zamanlar (yani, daha kesin söyleyeyim, 1830’lu yıllarda) çoğu ozan böyle şeyler döktürüyordu. Yapıtın konusunu anlatmak pek güç benim için, çünkü, doğrusunu isterseniz, hiçbir şey anlamıyorum ondan. Faust’un ikinci bölümünü andıran, lirik dramatik türde soyut bir uzun şiir. Kadınlar korosuyla açılıyor sahne, sonra erkekler korosu geliyor, sonra birtakım güçlerin korosu, en sonunda da daha yaşamamış, ama birazcık olsun yaşamak için kıvranan ruhların korosu alıyor tüm koroların yerini. Hepsi de soyut bir şeyi söylüyor, daha çok, bir şeye gülünç lanetler yağdırıyorlar. Ama sahne birdenbire değişiyor, böceklerin bile şarkı söylediği bir “yaşam bayramı” başlıyor. Birtakım Latince kutsal sözler söyleyen bir kaplumbağa çıkıyor ortaya; yanılmıyorsam, bir maden, yani hiç de canlı olmayan bir varlık bile bir şey üzerine şarkı söylüyor. Genellikle her şey durmadan şarkı söylüyor; konuşmalar oluyorsa da, bir belirsiz geçiyorlar, ancak tartışırken konuşuluyor, ama yine de yüce bir anlamı vardır bu konuşmaların. Sonunda yine değişiyor sahne, ortasında bir dağ başı görünüyor, kayalıklar arasında uygar görünümlü bir genç başıboş dolaşmaktadır. Bilinmeyen birtakım otlan koparıyor, emiyor bu genç; peri kızının bu odan niçin emdiğini sorması üzerine, içinde aşın bir canlılık duyduğunu, bu otların özsuyunda derdinin dermanını bulduğunu, ama en büyük isteğinin bir an önce aklını yitirmek olduğunu (belki gereksiz bir istektir bu) söylüyor. Sonra birdenbire yağız bir at üzerinde anlatılmaz güzellikte bir genç çıkageliyor, arkasında her ulustan büyük bir kalabalık vardır. Genç, ölümün kendisidir, arkasındaki insanlarsa onun için yanıp tutuşuyorlar. Sonra, en son sahnede birdenbire Babil Kulesi’yle birtakım asma kadarı görünüyor, yeni umut sarkılan söyleyerek kulenin yapımını bitiriyorlar. Ta tepeye kadar çıkınca, tutalım, Olimpos’un sahibi gülünç bir durumda kaçıp gidiyor, aklı başına gelen insanlık ise onun yerini alıp, yepyeni bir anlayışla yepyeni bir hayata başlıyor. İşte bu yapıtı tehlikeli bulmuşlardı o zaman. Geçen yıl Stepan Trofimoviç’e, artık hiçbir tehlikesi olmadığını anlatmaya çalışarak yapıtını bastırmasını söyledim. Açık bir can sıkıntısıyla reddetti. Hiçbir tehlikesi olmaması hoşuna gitmemişti. Hem sanıyorum, bana karşı tam iki ay süren soğukluğu da böyle söylediğim içindi. Ama ne oldu? Birdenbire, tam benim ona bastırmayı önerdiğim sıralarda bizim uzun şiiri orada, yani Avrupa’da ilerici bir dergide, hem de Stepan Trofimoviç’e hiç haber vermeden basmasınlar mı? Bunu öğrenince dehşete düştü önce, valiye koştu; Petersburg’a, kendisini pek başarıyla savunduğu bir mektup döşendi, iki kez okudu bana bu mektubu. Ama kime göndereceğini bilemediği için yanında kaldı mektup. Anlayacağınız, bütün bir ay heyecan çekti. Yüreğinin gizli köşelerinde buna pek sevindiğine kesinlikle inanıyorum. İlerici derginin eline geçirdiği şiirinin yer aldığı sayısıyla yatıp kalkacaktı neredeyse. Gündüzleri şiltenin altına saklıyordu onu. Hizmetçi kadının yatağını değiştirmesine bile izin vermiyor, her gün bir yerlerden bir telgraf bekliyor, herkese yukarıdan bakıyordu. Hiçbir yerden telgraf falan gelmedi. O zaman benimle bile barıştı ki, bu onun kin tutmayan iyi yürekliliğinin en sağlam delilidir.
Bundan onun sıkıntı çekmediğini iddia etmiyorum kuşkusuz. İsteseydi, gerekli açıklamaları yaptıktan sonra, düzensiz toplumlar üzerine derslerine pekâlâ devam edebileceğini kesinlikle biliyorum şimdi. Ama kendi kendine gururlanmayı yeğledi o zaman. Aşırı bir acelecilikle, mesleğinin “rastlantı kasırgasıyla” artık kökünden yıkıldığına kendini iyice inandırmaya başladı. Ama gerçeği söylemek gerekirse, mesleğinin değişmesinin gerçek nedeni, Tümgeneral Stavrogin’in pek zengin kansı Varvara Petrovna Stavrogina’nın, üstün bir eğitimci, bir dost olarak, tek oğlunun her bakımdan yetiştirilmesini üzerine alması için ona daha önce yaptığı öneriyi o zaman bir kez daha yinelemesiydi. Bu işin zengin ödülünden söz etmiyorum kuşkusuz… Daha Berlin’deyken, birinci karısından yeni dul kaldığı sıralarda yapılmıştı ona bu öneri. Birinci kansı, hayatı toz pembe gördüğü ilk gençlik çağında evlendiği, bizim kentli, havai bir kızdı. Sanıyorum, bu pek güzel genç kadınla yaşadığı süre, karısının bakımına para yetiştiremediği, ayrıca, birtakım nazik durumlar yüzünden pek sıkıntı çektiği bir devredir Stepan Trofimoviç için. Üç yıllık bir ayrılıktan sonra ona, (üzüntülü bir zamanında benim yanımda söylediği gibi) “ilk, mutlu, daha üzerine kara bulutlar çökmemiş aşklarının ürünü”, beş yaşında bir erkek çocuk bırakıp Paris’te öldü bu kadın.
…