Emekli polis memuru Herbert Molin, İsveç’in kuzeyindeki uçsuz bucaksız ormanda tek başına yaşıyordu. Molin’in ne bir yakın arkadaşı, ne de yakın bir komşusu vardı. Cesedi bulunduğunda tanınmayacak haldeydi.
Uzun bir hastalık iznine çıkan polis memuru Lindman söz konusu cinayet vakasını takibe karar verir. İsveç’in bu ücra ve ıssız bölgesinde akıl almayacak kötülükleri içinde barındıran bir ağ keşfetmesi onu hayretler içinde bırakır ve bunu Molin’in ölümüne bağlamakta zorluk çeker.
Mankell günümüzün en iyi polisiye yazarlarından biridir.
Michael Ondaatje
Mankell ağır tempolu romanların ustası. Onun romanlarında belleklerden silinmeyen buğulu atmosferi hasretle bekleyen bizler Dans Öğretmeninin Dönüşü’nde bunu bol bol bulacağız.
Independent
Polisiye roman Wallander dizisini izleyen eşsiz bir roman.
Sunday Telegraph
Büyük yetenekten yepyeni karakterlerle, politik ve psikolojik öğelerle bezenmiş harika bir gerilim.
Scotland on Sunday
İlginç, ürpertici ve kötülük taşan havasıyla muhteşem bir roman.
The Times
Uçak Londra yakınlarındaki alandan havalandığında saat öğleden sonra ikiyi biraz geçmişti. Tarih 12 Aralık 1945’ti. Yağışlı ve dondurucu bir havaydı. Fırtına arada bir coşup rüzgâr hortumlarını dalgalandırıyor, sonra her şey yeniden duruluyordu. Uçak, hizmete girdiğinden bu yana Alman semalarına sayısız sorti yapmış olan dört motorlu bir Lancaster bombardıman uçağıydı. Pek çok kez Alman uçaksavarları tarafından vurulmuş ve acil iniş yapmaya zorlanmıştı, ama her seferinde, ne yapıp edip onarmayı ve tekrar savaşa yollamayı başarmışlardı. Artık nakliye işlerinde kullanılıyor, mağlup ve perişan Almanya’da konuşlanan İngiliz birliklerine temel ihtiyaç malzemeleri taşıyordu.
Yüzbaşı Mike Garbett’e, Bückeburg denen bîr yere bir yolcu götüreceği söylenmişti. Yolcu, ertesi akşam alınıp tekrar İngiltere’ye geri getirilecekti. Adamın kim olduğunu ve niye Almanya’ya gittiğini, amiri Ferkins söylememiş, kendisi de sormamıştı. Savaş bitmiş olduğu halde, bazen hâlâ devam ettiğini düşünüyordu. Gizli görevler alışılmadık şeyler değildi.
Uçuş talimatlarım almış, karargâhta her zamanki mekânlarından birinde Uçuş Subayı Peter Foster ve Kaptan Pilot Chris Wiffin’le oturuyordu. Bîr masanın üzerine haritalarını yaymışlardı. Havaalanı, Hamelin kasabasının birkaç kilometre dışındaydı. Garbett oraya hiç inmemişti ama Foster’in aşinalığı vardı. Piste yaklaşmaları bir sorun olmayacaktı. Tek olası güçlük sisti. Wiffin hava durumu araştırmacılarına danışmaya gitti ve bütün öğleden sonra ve akşam için kuzey ve orta Almanya’da açık hava beklendiği bilgisiyle geri döndü. Rotalarım saptadılar, ne kadar yakıta ihtiyaçları olacağını belirlediler ve haritalarını rulo yapıp topladılar.
“Sadece tek bir yolcumuz olacak,” dedi Garbett. “Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.”
Kimse bir şey sormadı, o da sormalarını beklemiyordu zaten. Foster ve Wiffin’le üç aydır birlikte uçuyordu. Onları bir araya getiren şey, hayatta kalmış olmalarıydı. Savaşta pek çok RAF1’1 personelini kaybetmişlerdi. Kurtulmuş olmak sadece bir rahatlama kaynağı değildi: Ölmüş yol arkadaşlarına verilmeyen yaşama şansına sahip olmanın verdiği duyguları da taşımaktaydılar.
Saat İkiden az önce, karargâh kapısından kapalı bir otomobil girdi. Foster ve Wiffin koca Lancaster’e çoktan binmiş, kalkıştan önceki son kontrolleri yapmaktaydılar. Garbett İse çatlak beton pistte bekliyordu. Yolcunun sivil giyimli olduğunu görünce kaşlarını çattı. Aracın arka kapısından kısa boylu bir adam indi. Ağzında yanmayan bir sigara vardı. Perkins cipiyle geldiği sırada, adam da arabadan siyah bir valiz çıkarmaktaydı. Yolcu yüzünü şapkayla kapattığı için Garbett gözlerini göremedi. Adamdaki bir şey Garbett’i rahatsız etmişti. Perkins onları tanıştırırken yolcu adını mırıldanarak söyledi. Garbett ne dediğini anlamadı.
“Pekâlâ, artık kalkabilirsiniz,” dedi Perkins.
“Başka bagaj yok mu?” dedi Garbett.
Adam kafasını hayır anlamında salladı.
“Uçuş sırasında sigara içmemek en iyisi,” dedi Garbett. “Bu ihtiyar bir sandık. Sızıntılar olabilir. Genellikle, uçak yakıtının buharı çok geç olana kadar fark edilmez”
Adam cevap vermedi. Garbett, onun uçağa binmesine yardım etti. Uçakta üç tane rahatsız metal koltuk dışında hiçbir şey bulunmuyordu. Adam oturdu ve valizini bacaklarının arasına koydu. Garbett, adamda Almanya’ya uçacak kadar değerli ne olduğunu merak etti.
Havalandıktan sonra Garbett, Wiffin’in oluşturduğu rotaya girene kadar sola yatırdı uçağı. İstenen yüksekliğe ulaşınca da kumandayı Foster’e devretti. Dönüp yolcuya baktı. Adam paltosunun yakasını kaldırmış ve şapkasını daha aşağı indirmişti. Garbett, onun uyuyup uyumadığını merak etti, ama bir şey, adamın uyanık olduğunu söylüyordu.
Hava kararmış ve ışıklar yetersiz olmasına rağmen Bückeburg’a rahat bir iniş yapmışlardı. Bîr araba, uzun işletme binasına kadar uçağa rehberlik etti. Çeşitli askeri araçlar hazır bekliyordu. Garbett, yolcunun uçaktan inmesine yardım etmek niyetindeydi, ama valize uzandığında, adam, ona bırakmayıp kendisi almakta ısrar etti. Bekleyen arabalardan birine bindi ve konvoy hemen yola koyuldu. Wiffin ve Foster de uçaktan atlamış, araçların uzaklaşmasını izliyorlardı. Hava soğuktu ve titriyorlardı.
“Neler olduğunu merak ediyor insan,” dedi Wiffin.
“En iyisi hiç sormamak,” dedi Garbett.
Uçağa doğru gelmekte olan bir cipi gösterdi. “Bizi yakınlardaki bir üsse yerleştirecekler,” dedi. “Sanırım bu bizim aracımız.”
Yerlerine yerleştikten ve akşam yemeklerini yedikten sonra, birkaç teknisyen, bombardımandan kurtulmuş barlardan birinde bir bira içmeyi önerdi. Wiffin’nle Foster hemen kabul ettiler, ama Garbett kendini yorgun hissettiği için kampla kaldı. Uyumakta zorlanıyordu ve
yolcunun kim olduğunu merak ederek uyanık vaziyetle yattı. Kimsenin dokunmasına izin vermediği o valizde ne vardı? Yolcu gizli bir görevle gelmiş olmalıydı. Garbett’in yapması gereken lek şey onu ertesi gün eve geri götürmekti. Geri kalanı onu ilgilendirmezdi. Saatine baktı. Gece yarısı olmuştu bile. Yastığını düzeltti ve Wiffin’le Poster döndüklerinde o çoktan uyumuştu.
Donald Davenport, Alman savaş suçlularının bulunduğu İngiliz hapishanesinden çıktığında saat gecenin on biriydi. Hamelin’deki İngiliz subaylarına üs olarak hizmet veren bir otelde odası vardı. Ertesi günkü görevlerini etkin bir biçimde yerine getirebilmek için biraz uyuması gerekiyordu. Kendisine yardım etmekle görevlendirilen subay MacManaman’la ilgili ufak rahatsızlıkları vardı. Davenport işe alışık olmayan kimselerle çalışmaktan hoşlanmazdı. Her çeşit hata yapılabilirdi ve de bu kadar büyük bir görev söz konusuysa.
Bir fincan çay teklifini geri çevirdi ve doğruca odasına gitti. Masanın başına oturup gelişinden yarım saat sonra başlamış olan toplantıda tuttuğu notlan sınıflandırdı. Ancak ilk ele aldığı kâğıt, bu operasyon için görevlendirilmiş olan Stuckford adında genç bir binbaşıdan aldığı daktiloyla yazılmış bir belge oldu.
Kâğıdı düzeltti, masa lambasını ayarladı ve isimleri okumaya başladı. Kramer, Lehmann, Heider, Volkenrath, Grase… Hepsi on iki kişi, üçü kadın, dokuzu erkek. Boyları ve kilolarıyla ilgili verileri inceledi ve birkaç not daha aldı. Bu yavaş İlerleyen bir süreçti. Mesleki gururu, kesinlikle çok dikkatli davranmasını gerektiriyordu. Kalemini bıraktığında saat bir otuz olmuştu. Artık her şey düzene girmişti. Hesaplamalarını yapmış ve iki kez kontrol etmişti. Hiçbir şeyi gözden kaçırmamıştı. Sırf emin olmak için, bir kez daha kontrol etti. Masadan kalktı, yatağına oturdu ve valizini açtı. Asla hiçbir şeyi unutmamasına rağmen, her şeyin yerli yerinde olduğundan emin olmak için bir daha baktı. Temiz bir gömlek aldıktan sonra valizi kapadı ve otelin sunduğu yegâne şey olan soğuk suyla yıkandı. Uykuya dalmakta asla zorluk çekmezdi.
Sabah beşte odasının kapısına vurulduğunda o çoktan kalkıp giyinmişti bile. Hafif bir kahvaltı yaptıktan sonra arabaya binip hapishanenin bulunduğu soğuk, kasvetli kasabaya doğru hareket ettiler. MacManaman onları bekliyordu. Rengi ölü gibi beyazdı ve Davenport bir kez daha onun bu işe uygun olup olmadığını düşündü. Stuckford, Davenport’un endişelerini sezmiş gibi onu bir kenara çekti ve MacManaman’ın mahvolmuş gibi görünmekle beraber kimseyi yarı yolda bırakmayacağını söyledi.
Saat on birde her şey hazırdı. Davenport kadınlarla başlamayı tercih etmişti. Onların hücreleri koridorda, darağaçlarına en yakın yerdeydi ve kapakların açılıp kapanışını duymamaları imkânsızdı. Onları bundan korumak istemişti. Davenport mahkûmların suçlarıyla ilgilenmiyordu. Kadınlarla başlamasının nedeni kendi nezaket anlayışıydı.
Orada bulunması gereken herkes yerini almıştı. Davenport, Stuckford’a başını sallayınca o da muhafızlardan birine işaret etti. Emirler verildi, anahtarlar sakırdadı, bir hücre kapısı açıldı. Davenport bekledi.
İlk görünen Irma Grese olmuştu. Anlık bir şaşkınlık duygusu Davenport’un buz gibi sükûnetini bozdu. Bu narin, yirmi iki yaşındaki sarışın kadın, fielsen Toplama Kampındaki mahkûmları nasıl kırbaçlamış olabilirdi? Çocuk denecek yaştaydı. Fakat hakkındaki hüküm verilirken kimsenin herhangi bir kuşkusu olmamıştı. Kadın, Davenport’un gözlerine baktı ve sonra darağaçlarına göz attı. Muhafızlar basamakları çıkmasına yardım ettiler. Davenport, kadının ayaklarını tanı kapağın üzerine gelecek biçimde düzeltti ve ilmeği boynuna geçirip MacManaman’ın da deri kayışı düzgün bir şekilde bacaklarına bağlayıp bağlamadığını kontrol etti. Davenport kukuletayı kadının başına geçirmeden hemen önce, onun net bir şekilde bir kelime söylediğini işitti: “Schnell!”
MacManaman bir adım geri çekildi ve Davenport kapağı açıp kapayan kola uzandı. Kadın yüzükoyun düştü ve Davenport ipin uzunluğunu doğru hesaplamış olduğunu gördü. Boynunu kıracak kadar uzun ama kafasını koparacak kadar değil. O ve MacManaman darağacının durduğu iskelenin altına indiler ve İngiliz tıp subayı kadının kalbini dinleyip öldüğünü onaylayınca, Davenport cesedin boynundan ilmeği çıkardı. Ceset bir sedyeye konarak götürüldü. Davenport hapishane bahçesinde mezarların kazılmış olduğunu biliyordu. Tekrar darağacının bulunduğu İskeleye tırmandı ve bir sonraki kadın için notlarından İpin uzunluğunu kontrol etti. Hazır olunca yeniden Stuckford’a başını salladı ve çok geçmeden kapıda Elisabeth Volkenrath göründü, elleri arkadan bağlıydı. Irma Grese ile kıyafetleri aynıydı, boyu dizlerinin altına kadar uzanan gri bir önlük giymişti.
Üç dakika sonra o da ölmüştü.
İdamlar iki saat yedi dakika sürdü. Davenport ise iki saat on beş dakika olarak düşünmüştü. MacManaman her şeyi kendisinden beklendiği gibi yapmıştı. Her şey planlandığı gibi gitmişti. On iki Alman savaş suçlusu öldürülmüştü. Davenport ipi ve deri kayışları toparlayıp valizine yerleştirdi ve subay, MacManaman’la vedalaştı.
“Gel de bir kadeh konyak iç. İyi iş çıkardın.”
“Başlarına geleni hak etmişlerdi,” dedi MacManaman. “Konyağa filan ihtiyacım yok.”
Davenport, Stuckford’la birlikte hapishaneden ayrıldı. İngiltere’ye planlandığından daha önce dönmenin mümkün olup olmadığını merak ediyordu… herhangi bir aksilik çıkması ihtimaline karşı, uçuşun akşam olmasını öneren kendisiydi. İngiltere’nin en deneyimli celladı olan Davenport bile, bir günde on iki kişiyi asmaya alışık değildi. Ama sonunda, düzenlemelere sadık kalmaya karar verdi.
Stuckford, onu otelin yemek salonuna götürüp öğle yemeği ısmarladı. Onlar için ayrılmış bir yan oda vardı. Stuckford’un sol ayağında hâlâ topallamasına neden olan bir yara bulunuyordu. Davenport en azından gereksiz sorular sormadığı için onu takdir etmişti. Gazetelerde yazılanlar yüzünden ün kazanmış şu ya da bu suçluyu asmanın neye benzediğini soran insanlar kadar sevmediği kimse yoktu. Yemeklerini yerken hoş şeylerden, havadan söz ettiler ve İngilize Noel için ekstra çay ya da tütün ikram edilmesinin zamanı geldi sonunda.
Ancak bir fincan çay da içildikten sonra o sabah olanlara değindi Stuckford.
“Beni endişelendiren bir şey var,” dedi. “İnsanlar İşlerin kolayca başka türlü de gelişebileceğini unutuyor.”
Davenport, Stuckford’un neyi kastettiğinden tam olarak emin değildi, ama sormasına gerek kalmadı. Stuckford açıkladı. “İngiliz savaş suçlularını asmak üzere bir Alman cellat İngiltere’ye uçuyor olabilirdi. Bir toplama kampında insanları ölesiye dövmüş genç İngiliz kadınlarını. Bizler de aynı kolaylıkla Almanlar gibi şeytana uyabilirdik; Hitler ya da Nazi kılığına girmiş olan şeytana.”
Davenport cevap vermedi. Arkadan gelecekleri bekledi.
“Kimse kötü doğmaz. Bu kez Naziler Almanlardan çıktı, ama aynı şeyin kolayca İngiltere’de de olmayacağına kimse inandıramaz beni. Ya da Fransa’da. Ve hatta Amerika’da.”
“Düşüncenizi anlıyorum,” dedi Davenport. “Ama haklı olup olmadığınızı bilmiyorum.”
Stuckford fincanları yeniden doldurdu.
“En kötü suçluları idam ediyoruz,” diye devam etti Stuckford. “Gerçekten canavarlık etmiş savaş suçlularını. Ama aynı zamanda çoğunun elimizden kurtulduğunu da biliyoruz. Tıpkı Josef Lehmann’ın kardeşi gibi.”
Lehmann o sabah asılan son kişiydi. Ölümü sakin, hatta neredeyse kayıtsız bir tavırla karşılayan ufak tefek bir adamdı.
“Son derece zalim bir erkek kardeşi vardı,” dedi Stuckford. “Ama o erkek kardeş kendini görünmez yapmayı başardı. Belki Nazilerin kaçış yollarından birini kullanarak kaçtı. Arjantin ya da Güney Afrika’da olabilir ve onu asla bulamayız oralarda.”
Sessizce oturdular. Dışarıda yağmur başlamıştı.
“Waldemar Lehmann inanılmayacak kadar sadist ruhlu biı adamdı,” dedi Stuckford. “Sadece mahkûmlara karşı acımasız olmakla kalmıyor, maiyetindekilere İnsanlara işkence etmeyi öğretmekten şeytani bir haz alıyordu. Kardeşi gibi onu da asmış olmalıydık. Ama onu yakalayamadık. En azından şu ana kadar.”
Davenport akşam beşte havaalanına döndü. Kışlık kalın bir palto giydiği halde üşümüştü. Pilot uçağın yanında onu bekliyordu. Davenport, onun ne düşündüğünü merak etti. Buz gibi kabindeki yerini aldı ve motorların sesini duymamak için paltosunun yakasını kaldırdı.
Garbett de yerine oturdu, Lancaster hızlandı ve bulutlara doğru uçuşa geçti.
Davenport görevini tamamlamıştı. İngilizlerin en becerikli celladı sıfatını hak ettiğini göstermişti.
….