Mehmet Keskin tarafından Türkçeye kazandırılan bu eser, İslam aleminde medreselerde ve ilahiyat fakültelerinde ders kitabı olarak yıllarca okutulmuştur. Binlerce fıkhi konunun özünü bu eserde bulabilirsiniz. Hanefi mezhebinin görüşlerini bir araya toplamış ve diğer mezheplerle farklı bulunan içtihad ve görüşleri, delilleriyle..
Değerli Prof. Dr. Hayreddin Karaman Bey’in Takrizleri:
EL- İHTİYAR TERCÜMESİ
19 Muharrem 693 (7 Nisan 1284) tarihinde Bağdad’da Hakk’ın rahmetine kavuşan Abdullah b. Mahmûd el-Mavsılî, Ebû Hanîfe mezhebine göre İslâm ibadet ve muâmelât (fıkıh) hükümlerini özetlediği bir eser kaleme almış ve adını da El- Muhtar li’l-fetvâ koymuştu.
İlgilenenlerin ısrarlı talepleri üzerine bunu El-İhtiyar adıyla şerhetti. Diğer mezheblerle farklı bulunan içtihadlara harflerle işaret etti. Muhtasar; açık ifadeli, halkın ihtiyaçlarına göre tercihli ve diğer mezheblere de işaret yoluyla yer vermiş bulunan bu eser çok tutuldu; ders kitabı olarak okundu, üzerinde çeşitli yönlerden çalışmalar yapıldı. Baskı tekniği icad edildikten sonra da, kıymetine binâen defalarca basıldı.
Bildiğim kadarıyla bu eserin metnini (El-Muhtar’ı) hâlen M. Ü. İlâhiyat Fakültesinde öğretim üyesi olan Celal Yeniçeri tercüme etmişti. Metnin şerhi olan El-İhtiyar’ı ise, Bingöl Müftüsü Mehmed Keskin Hoca böylece tercüme etmiş bulunuyor. Keskin Hoca daha önce fıkıh, târih, tefsir gibi ilim dallarına âit ciltler dolusu eseri tercüme ederek; hem bu alanda tecrübe kazanmış, hem de başarısını isbat etmişti.
İncelediğim kısımlardan anladığıma göre; El-İhtiyar tercümesinde de muvaffak olmuş; metni doğru anlamış, kullanılan bir Türkçe ile kolay anlaşılır bir üslupta ifade edebilmiştir. Kendisini candan tebrik ediyor daha nice İlmî çalışmalarda başarılar diliyorum.
El-İhtiyar gibi eski ve değerli eserler; üzerlerinde iyi çalışıldığı takdirde günümüzde de kullanılır ve ihtiyaçlara cevap verir olacağında şekk yoktur. Ebû Hanîfe mezhebine göre özet halinde fıkhı öğrenmek isteyenler için ise, El-İhtiyar her zaman aranacak bir kaynaktır.
Bu gibi eserler, fıkıh târihi ve dolayısıyla İslâm kültür ve medeniyet târihine ışık tutması bakımından daha ziyade önem arzetmektedir.
Hem müellifin, hem de büyük bir emek sarfederek eseri dilimize kazandıran Keskin Hoca’nın sa’yleri meşkûr, amelleri makbül olsun.
Prof. Dr. Hayreddin Karaman
Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. de İslâm Hukuku Profesörü.
YAYINCININ ÖNSÖZÜ
Değerli okuyucu; genç ve kararlı bir yayınevi olarak bugün karşınıza çok kıymettar bir eserle çıkmış olmanın gururu içinde bulunuyoruz. El- İhtiyar ayarında bir eser her zaman telif edilemediği gibi, her zaman tercüme de edilemez. Kıymetini anlatmaya kelimeler yetmeyen bu eser, tarafımızdan Türkçe’ye kazandırılmış olarak elinizde bulunuyor.
Şunun idraki içindeyiz; bu eserin yazıldığı zamanla bu gün arasında küçümsenemeyecek bir zaman ve mes’ele farklılığı vardır. Bunu hiç bir şekilde göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak yayınevi olarak bu eksiği de telâfi yoluna giderek; zamanımızda telif edilmiş, tutulmuş ve beğenilmiş, güvenilir eserlerden yararlanıp; yeri geldikçe günümüz mes’elelerini de bu değerli esere -dipnot olarak- almış bulunuyoruz.
Böylece çok sağlam bir klasik eserle, zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek maddeler de bir araya gelmiş ve eserin kıymeti daha da artmıştır. Esasen şunu da kabul etmek gerekir ki; fıkhın her mevzuunda yeni şeyler söylemeğe zaten lüzum yoktur, olmayacaktır da… Olması gerekenler de, çok fazla teferrûata dalmadan burada nakledilmişlerdir.
Ayrıca eserden faydalanma kolaylığı ve dikkat çekmesi gereken mes’elelere rahat ulaşılabilmesi için, kelimelerinin baş harfleri büyük ve sonlarında iki noktalı olarak (:) ilâve ara başlıklar konmuş; böylece aranan ve çok sorulan mevzulara fihristten de bakılarak kolayca bulunması temin edilmiş bulunmaktadır. Nitekim bu haliyle de eser, başka çalışmalara örnek olacak bir mâhiyet arzeder.
Bu eser; her hangi bir sebeple dinî bilgiler elde etmek isteyenlerle çeşitli ilim dallarında çalışan târihçiler, araştırmacılar, öğrenciler ve sosyoloji ile uğraşanlar için de esaslı bir kaynak durumundadır.
Gayret bizden, tevfik Allah (cc) dandır.
Nesebi ve doğumu:
İmam Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûdb. Mahmûd ebu’l-Fadl Mecdüddin el- Mavsılî H. 599’da Musul’da doğmuştur.
Hocaları:
İlk olarak babası Şeyh Mahmûd’dan ders aldı. Sonra Şam’a gitti. Orada Cemaleddin el- Husayrî’den ders aldı.
Alimler arasındaki yeri:
Usûl-i fıkıh ve fürû-i fıkıhda kendi asrında tek adamdı. Nassların hepsi ezberinde olduğu ve tatbikat durumlarını gayet iyi bildiği için, fetva verme zamanında onlara müracaat etmeğe ihtiyaç duymazdı.
Eserleri:
El- Muhtâr li’l- Fetvâ: Bu eserini gençliğinin ilk zamanlarında kaleme aldı. Sonra bunu şerh ederek, adını “El- İhtiyâr” koydu. Muhtâr adlı eseri sonradan gelen ilim adamlarının güvenini kazanan dört metin (el- mütunü’l- erbaa) dan biri olmuştur ki, bu dört eser şunlardır:
1 – El- Vikâye
2- Mecma’ü’I- Bahreyn
3- El- muhtar
4- Kenzü’d- Dekâik
İlmî derecesi:
Mavsılî, zayıf ile kuvvetliyi, râcih ile mercûhu ayırdetmeye muktedir olan mukall idler tabakasındandır.
Yaptığı vazifeler ve ölümü:
Kûfe’de kadılığa tayin edildi, sonra azledildi ve Bağdad’a gitti; orada Ebû Hanîfe meşhedinde ders verdi. Hicrî 683 senesinde 19 Muharrem cumartesi günü vefat edinceye dek, ders ve fetva vermeye devam etti. (Şanı yüce olan Allah (cc) ona rahmet eylesin ve bizleri de onun eserinden yararlandırsın) Amin…
Bol nimetlerine karşılık Allah (cc) a hamd olsun. Nimetlerinin büyüklüğüne karşı O’na hamd, imtihanlarının güzelliğinden dolayı O’na şükrediyorum. O’ndan başka ilâh bulunmadığına şehâdet ediyor ve bu şehâdetimi O’nun huzuruna varacağım gün için bir hazırlık yapıyorum.
Muhammed’in; O’nun kulu, elçisi, elçilerinin efendisi ve son peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum. Allah (cc) m salât ü selâmı ona, âile efrâdına, ashabına ve seçkin dostlarına olsun.
Beni onun sünnetinin yollarına uyan ve ardınca gidenlerden eylesin. Dininin yolunda yürüyenlerden ve bu Dinin ırmağından kana kana içirdiklerinden kılan Allah (cc) a, nimetlerine ve bağışlarına gark olan insanların hamdi gibi hamdederim.
Asıl mes’eleye gelince; benden imam-ı Âzam Ebû Hanîfe (Allah (cc) ondan razı olsun ve onu hoşnut kılsın) nin mezhebi üzerine muhtasar bir eser meydana getirmemi ve bu eserde Ebû Hanîfe’nin fetvalarına dayanmamı ve sadece onun mezhebine bağlı kalmamı isteyenlerin bu isteklerine cevap vermem gerekiyordu. Böylece onların arzularına uygun olarak bu muhtasar eseri meydana getirdim. Adını da, “El- Muhtâr li’l- Fetva” koydum; zira onu fakihlerin çoğu seçip beğenmiştir.
Fıkıhçılardan bir topluluk bunu ezberleyip, eser meşhur olunca ve aralarında şanı yayılıp etrafa ün saldığında, bazı samimi dostlarımın çocukları, faidesinin çok ve umumi olması için; diğer fakihlerin de mezheblerinin bilinmesine vesile olabilecek şekilde, bu esere bir takım rumuzları koymamı benden istediler; ben de o isteklerini kabul ettim: Allah (cc) dan yardım isteyip, O’na güvenip dayandıkdan, istihâreye yattıkdan ve işimi O’na havale ettikden sonra bu arzuyu yerine getirmeye koyuldum. Her fıkıhçının isminin hece harflerinden o ismi gösteren bir harf koydum ki; bunlar da şunlardır: (İmam Ebû Yûsuf): (S), (İmam Muhammed): (M), Her
ikisi için: (SM), (İmam Züfer): (Z), ve (İmam Şâfiî): (F).
Noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah (cc) dan bu eseri tamamlamaya beni muvaffak kılmasını ve neticeyi benim için mutlulukla getirmesini diliyorum. Gerçekten Allah (cc) buna Kadîr ve bu hususda bana yardımcıdır. O bana kâfidir, O ne güzel Vekîl’dir.
Bizler için dimdik ayakda duran bir Din teşri’ buyuran, bizleri dosdoğru hakikat yoluna ileten ve bizleri bu yolun muallimleri ve talebeleri kılan Allah (cc) a hamd olsun.
Rahmet ve lûtfimun, bağış ve rızıklarının kapsayıcı gölgesine girenlerin hamdıyla O’na hamdediyorum. O’ndan başka ilâh bulunmadığına, bir olduğuna ve ortağı olmadığına şehâdet ederim. Nimetinin bolluğunu daha da artırıcı, kerem ve cömertliğini daha da fazlalaştırıcı bir şehâdetle buna şehâdet ederim.
Daha önce izmihlale uğramış olan hakkı, peygamber olarak gönderilişiyle toparlayan, daha evvel kuvvetlenmiş olan bâtıl erbabım peygamberliğiyle çevresinden söküp atan Muhammed (sas) in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim. Allah (cc) ın salât ü selâmı onun, âile efrâdının, ashâbmın, sünnetine uyan ve doğru yoluna giren tâbilerinin üzerine olsun…
Bundan sonra diyeceğim şu ki; arkadaşlarımdan ilim tahsiline yeni başlayanlar için, gençliğimin ilk zamanlarında fıkıh hakkında muhtasar bir kitap derledim. Adını da; “El- Muhtâr li’l- Fetva” koydum. Bu eserimde İmam ebû Hanîfe (ra) nin kavillerini seçip topladım: Çünkü en evvel gelen ve evlâ olan odur. Bu kitap ilim adamlarının ellerinde dolaşmaya başlayınca, fakihlerin bir kısmı bu eserle meşgul oldu ve buna bir şerh yazmamı; onda, meselelerin illet ve mânalarını göstermemi, suretlerini açıklamamı ve esaslarına dikkat çekmemi, kendilerine ihtiyaç duyulan ve nakilde kendilerine dayanılan fer’î konulan zikretmemi… ve orada arkadaşlarımız arasında geçen ihtilâfları nakletmemi, adaletten şaşmadan, öz olarak bunları sebep ve neticelere bağlamamı benden istediler.
Bu hususda bana Allah (cc) dan haber ilham olunması gayesiyle istihâreye yattım, işimi O’na havale ettim. Allah (cc) dan yardım dileyerek, O’na güvenip bağlanarak bu işe koyuldum. Şerhin adını “El-İhtiyâr li- Tâlîli’l- Muhtâr” koydum.
Çoğunluğu zor duruma sokan, halledilmesi zor olup, umumî belvâ haline gelen mes’eleleri ve fetva bakımından kendilerine ihtiyaç duyulan rivâyetleri bu kitapda çoğalttım. Fıkıh tahsiline ilk başlayanların bu kitaba çok ihtiyaçları olduğu gibi, bu ilimde son merhalelere ulaşanlar da bundan müstağni değillerdir.
Noksanlıklardan yüce olan Allah (cc) dan; eseri tamamlamaya ve bu hususda isabetli bir iş yapmaya beni muvaffak kılmasını, tevbe ve bağışlamayı bana nasib etmesini niyaz ediyorum. Şüphesiz O buna Kadîr’dir, duâma karşılık vermeye ehîldir. O bana Kâfî’dir, O ne güzel Vekîl’dir. O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır.
TAHARET (TEMİZLENME) KİTABI
TAHARET (TEMİZLENME): Lügatte mutlak temizlik demektir. Şer’î mânası ise; pis olan şeylerden temizlenmektir. Abdest (vudû) lügatte; güzellik ve parlaklık demektir. Şer’î ıstılahda ise, belli organları yıkamak ve meshetmektir. Bunda lügat mânası da bulunmaktadır; çünkü yıkanan ve meshedilen organlar abdestte güzelleşir. Gasl (yıkamak) lügatte su akıtmaktır. Mesh ise, isabet demektir.
Abdestin farz olmasının sebebi; pis ve abdestsiz bulunulduğunda, namaz kılınmak istenmesidir. Zira Yüce Allah (cc) bu hususda şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman …
yıkayınız. ” (Mâide: 6). Ibn. Abbas dedi ki; “Ayette geçen; Namaz kılmaya kalktığınız zaman” sözüyle; ‘Abdestsiz olduğunuz halde namaz kılmak istediğinizde…” mânası kastedilmiştir.”
Abdestin farzları şunlardır: Yüzü yıkamak, dirseklerlerle beraber elleri yıkamak (İmam Züfer), başın dörtte (İmam Şâfıî) birini meshetmek ve topuklarla birlikte ayakları yıkamak (İmam Züfer).
Yüzün sınırı: Uzunluğuna; alındaki saç bitim noktasından çenenin altına kadar. Enine ise; iki kulak yumuşağı arası. Zorluğundan ve zarar vermesinden korkulduğu için, gözlerin içini yıkama mecburiyeti kaldırılmıştır. Gözlerin üst kapaklarının yıkanmasıyla temizlik yapılmış olur. Şakak ile kulak arasının yıkanması gerekir; çünkü burası da yüzden sayılmaktadır. Ancak Ebû Yûsuf a göre yüzde sakal bittikden sonra buraların yıkanması icab etmez; çünkü ona göre şakağın altını yıkama mecburiyeti yoktur. Kulak da şakağa yakın olduğu için, sakal bittikden sonra şakak ile kulak arasının abdestte yıkanması icab etmez.
Biz deriz ki; sakal bittikden sonra yüzün sakal altı kısmının yıkanması; aradaki tüylerin suya mani olmasından dolayı mecburiyet kapsamından çıkarılmıştır. Oysa, kulakla şakak arasında tüy engeli bulunmamaktadır. Bundan dolayı abdestte buranın yıkanması gerekir.
İmam Züfer dedi ki; “Dirsekler ve topuklar abdestte yıkanacak yerlere dahil değillerdir, çünkü abdestle ilgili âyette geçen (J’) (ilâ) edatı,varılacak sınırı göstermektedir. ‘Dirseklere kadar, topuklara kadar yıkayın’ mânasına gelmektedir.” Biz deriz ki; âyette geçen (Ji) (ilâ) edatı,beraberlik mânasında kullanılmıştır. Nitekim başka bir âyette Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
“Onların mallarını kendi mallarınıza katarak (malınızmış gibi) yemeyin.” (Nisa: 2). Şu halde abdestle ilgili âyet mücmel olmaktadır. Onu açıklayan sünnet vârid olmuştur. Sahih bir rivâyete göre Hz. Peygamber (sas) abdest alırken, suyu dirseklerinin üzerine akıtmıştır. Abdest alırken suyu topuklarına ulaştırmayan bir adamı gördüğünde Hz. Peygamber…