Başlangıç diye bir şey yok. Herkes gibi, sıram gelince ben de doğdum, o zamandan beri de bir aidiyettir gidiyor.
Kendimi toplamdan çıkarmak için her yolu denedim, ama bunu kimse başaramamış, hepimiz birer artıyız.
Oysa satrançta benim adımla ‘Ajar savunması’ diye bilinen, son derece yetkin bir savunma sistemi geliştirmiştim. Önce Cahors Hastanesi’nde yattım, sonra da birçok kez Doktor Christianssen’in Kopenhag’daki psikiyatri kliniğinde.
Beni uzmanlara gösterdiler, incelediler, testlerden geçirdiler, keşfettiler; savunma sistemim çöktü. ‘Tedavi’ edildim ve yeniden piyasaya sürüldüm.
Dosyamdan birkaç rapor çalmayı başardım, belki edebî açıdan işe yarar bir şeyler bulurum, kendimi toparlarım diye.
“Rol yapma alışkanlığının yıllar boyunca böylesine kararlı ve sürekli biçimde benimsenerek bu aşırı noktaya vardırılması ve bir saplantıya dönüşmesi, ciddi kişilik sorunları olduğunu göstermektedir.”
Pekâlâ, buna bir diyeceğim yok; ama herkes zaten birbiriyle yarışırcasına rol yapıyor. Cezayirli bir tanıdığım var, kırk yıldır çöpçü rolü oynuyor; bir başkası, metroda bilet zımbalama görevlisi, o da günde üç bin kez aynı hareketi yapıyor; rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz. Hatta daha da ileri gidip size bütünüyle düzmece bir dünyada, oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim, ama o zaman da olgunlaşamadığımı düşünürsünüz.
“Yetim oluşu nedeniyle çocukluğundan beri uzak bir akrabasına karşı beslediği nefret duygusu, belirgin bir Baba arayışına işaret etmektedir.”
Macoute dayı1 namussuzun tekidir, ama bu ille de babam olduğu anlamına gelmez. Öyle olduğunu hiçbir zaman ileri sürmedim; yalnız zaman zaman, umutsuzluk anlarımda umut ettim. Onun asıl yazarım olduğunu ben değil, La Vie Devant Soi2 adlı kitabımın yayınlanmasından sonra kim olduğumu araştıranlar ileri sürdü.
“Ayakkabılarının bağını çözmeye çalışırken her seferinde açılmaz düğümler atıyor; ardından da öfke içinde bağları koparıyor ya da kesiyor. Çözmeye çalıştıkça daha da karışık hale getirdiği psikolojik düğümlerin bağcıklara aktarımı.”
Bağcıklar konusunda yazılanlar doğru, gerisi palavra.
Ayrıca tenimle ilgili sorunlarım olduğu doğrudur, çünkü tenim benim değil; bana kalıtımla geçmiş. Tenim üzerime kalıtım yoluyla geçirilmiş, özenle, taammüden -sanık ayağa kalk-, özellikle geceleri, saat dörde doğru, söylendiğine göre kanımdaki şeker oranı en düşük olduğu sırada, içeride çığlık çığlığa bir korku kol gezerken.
Aidiyetimin ‘klinik belirtileri’nin, onların deyimiyle ‘semptomlarım’ın ne zaman başladığını bilmiyorum. Tam olarak hangi kıyım söz konusuydu, hatırlamıyorum; ama birdenbire bütün parmakların beni işaret ettiğini, olağanüstü bir görülebilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumu hissettim. İşte o, yakalayın! Dünya çapında biri olduğumu, sınırsız sorumluluk taşıdığımı keşfediyordum. Zaten psikiyatrlar da bu yüzden sorumsuz olduğuma karar verdiler. Dünya çapında bir işkenceci olduğunuzu hissettiğiniz anda, ‘işkence kurbanı’ teşhisini yapıştırıverirler size.
Kendimden kaçmak için her yolu denedim. Hatta Svahili dilini öğrenmeye bile kalktım; benden fersahlarca uzakta olsa gerekti. Çalıştım, çok uğraştım; ama boşuna, Svahili dilinde bile kendimi anlıyordum, aidiyet yakamı bırakmıyordu.
Bunun üzerine Macarca-Fince’yi denedim. Cahors’da Macarca-Fince bilen birine rastlamayacağımdan, böylece kendi kendimle burun buruna gelmeyeceğimden emindim. Ama kendimi güvende hissetmiyordum; Lot Bölgesi’nde bile Macarca-Fince bilen insanoğullarının bulunabileceği düşüncesi beni tedirgin ediyordu. Bu dili bilenler bir tek biz olacağımızdan, duygulanıp birbirimizin kollarına atılmamız ve açık yüreklilikle konuşmamız tehlikesi vardı. Karşılıklı suçüstüler açığa vurulacaktı, ondan sonra da gelsin posta arabası saldırısı. Tosta arabası saldırısı’ diyorum, çünkü konumuzla hiç ilgisi yok, bu da kaçırılmaması gereken bir fırsat. Konuyla ilgili olmayı kesinlikle istemiyorum.
Bu arada, beni anlamayacak ve benim de anlamayacağım birini aramaya devam ediyorum, korkunç bir kardeşlik ihtiyacı içindeyim.
İlk sanrılarımı gördüğümde on altı yaşındaydım. Birdenbire, uluyan gerçeklik dalgalarıyla çevrelenmiş, her yandan gerçekliğin saldırısına uğramış durumda görmüştüm kendimi. Çok gençtim, psikiyatriyle ilgili hiç bilgim yoktu; ekranımda Vietnam görüntülerini, Afrika’da ölen şiş karınlı çocukları, üstüme atlayan asker cesetlerini gördükçe gerçekten delirdiğimi ve sanrılar gördüğümü sanıyordum. Böylece yavaş yavaş, kendim bile farkında olmadan, çeşitli hastanelere sığınmama imkân tanıyan savunma sistemimi geliştirmeye başladım.
Öyle birden olmadı, uzun çalışmaların sonucuydu.
Kendimi ben yaratmadım; işin içinde ana-baba kalıtımı, alkolizm, beyin sklerozu ve biraz daha geride veremle şeker hastalığı vardı. Ama çok daha gerilere gitmek gerek, çünkü tarifsiz gerçek ancak ana kaynakta bulunabilir.
İlk uydurmaca eserim basılır basılmaz, aslında var olmadığımı ve büyük ihtimalle kurmaca olduğumu fark ettiler. Ortak bir eser olduğum bile düşünüldü.
Evet, ortak bir eser olduğum doğru, ama kasıt olup olmadığını şimdilik söyleyemem. İlk bakışta, sırf
benden dandik bir edebî eser çıkarabilmek için taammüden frengi ya da benzeri bir kasıt olabileceğini düşünecek ölçüde bir yetenek görmüyorum kendimde.
Kazanç kazançtır diye düşünülürse, olmayacak şey de değil, ama bu konuda kesin bir görüş belirtemiyorum.
“Yazılarında Ajar takma adını kullanıyor; İngilizce açık bırakılmış, aralık anlamına gelen Ajar adı, kuşkusuz bereketli bir edebî ilham kaynağı olarak, bile isteye geliştirdiği mazoşist bir kırılganlığın itirafı.”
Doğru değil. Alçak herifler. Ben kitaplarımı kliniklerde, bizzat doktorların tavsiyesi üzerine yazdım. Tedavi edici olduğunu söylüyorlar. Önce resim yapmamı tavsiye etmişlerdi, ama bir sonuç vermedi.
Kendim kurmaca olduğuma göre, belki de kurmacaya yeteneğim vardır diye düşündüm.
“Sığındığı dokunulmazlık hayallerinde, zaman zaman ileriye giderek çakı, kâğıt ağırlığı, zincir, anahtarlık gibi çeşitli nesnelerin biçimlerine bürünüyor, bu yolla duyarsızlığa varmaya çalışıyor ve bir nesne olarak, tehdidini sürekli hissettiği toplumla kurallara uygun bir işbirliği tutumunu benimser görünmeyi amaçlıyor. Peşine düşecek kişilerden yakasını sıyırmak için Goncourt Ödülü’nü geri çevirdi.”
1975’te Goncourt Ödülü’nü paniğe kapıldığım için geri çevirdim. Savunma sistemimi delmişler, içine nüfuz etmişlerdi; beni bütün sığınaklarımdan çekip çıkaran reklamdan ve Cahors Hastanesi’nde peşimi bırakmayan araştırmalardan çılgına dönmüştüm. Beyin sklerozundan ölmüş olan, kitabımın kahramanlarından Madam Rosa’yı yaratırken yararlandığım annem adına korkuyordum. Benim gibi otuz dört yaşındayken on iki yaşında olan, gizlediğim çocuk adına korkuyordum; belki kırk yaşındaydı, belki yüz, belki de iki yüz bin yaşında, hatta daha bile fazla, çünkü suçsuz olduğunu ileri sürme hakkını elde edebilmek için suçun kökenini bulmak gerekir. İşte bu yüzden geri çevirdim ödülü, ama görünürlüğümü artırmaktan başka işe yaramadı. Reklam olsun diye yaptığım söylendi.
Daha sonra tedavi gördüm, şimdi daha iyiyim, eksik olmayın. Klinikte son kalışım sırasında üçüncü kitabımı da yazdım.
“Birçok kez piton olduğunu düşleyerek insan kişiliğinden kaçmaya ve taşıdığı sorumluluk, zorunluluk ve suçluluklardan kurtulmaya çalışmıştır. Düşlediği piton halinden, uzun süreli bir mastürbasyon alışkanlığı sonucu kendini kullanarak Gros-Câlin3 adlı bir roman çıkardı.”
Evet, doğru. Hatta bu sıfatla 29 Kasım 1975’te Irkçılık ve Yahudi Düşmanlığına Karşı Hareket’in ulusal kongresine çağrıldım; çünkü sürüngenler daima en çok nefret edilenler olmuşlar ve hedef gösterilmişlerdir. Kongreye gidemedim, çünkü o sırada Kopenhag’da yeniden kafese konmuştum. Burada ilgililere teşekkürlerimi sunmak isterim.
Dosyamdaki raporlardan birini, Yahudi olduğum belirtilerek Yahudi düşmanlığının açıkça ortaya konduğu raporu aşağılıyor ve aktarmıyorum. Bununla birlikte, aşağılık ve suçluluk duygularım Yahudi oluşuma, bu nedenle de İsa’yı çarmıha germiş oluşuma mı bağlı acaba diye düşündüm; Yahudi düşmanları bu yüzden beni suçlayıp durdular. Piton oluşumun nedeni, Yahudi kişiliğimden kaçma isteği olamaz mıydı?
Doktor Christianssen gereğinden çok otuzbir çektiğimi söyledi.
Mastürbasyona karşı değildi; çünkü biraz diyalektik, beyinsel canlılık ve zihinsel doyum zararlı değil, tersine yararlıydı, ama iki bin yıl boyunca otuzbir çekmek de biraz fazlaydı doğrusu. Bana artık siyahların, Arapların, Çinlilerin ve komünistlerin de olduğunu, otuzbir çekmek için Yahudilerin vazgeçilmez olmadığını hatırlattı.
Bunun üzerine, sayın doktora şunu sordum: Yahudiler iki bin yıldır tefeci ve boa yılanı olarak çoğaltıldıkları için piton olmaya zorlanmış olamaz mıydım? O da bunun pekâlâ mümkün olduğunu söyledi. Edebiyat uğruna her şeyi kullanabilirmişim ben, kendimi bile.
Ünlü bir yazar olan ve acıyla felaketten epeyce yüklü bir edebî sermaye çıkarabilmiş Macoute dayı geldi aklıma.
Yeniden yazmaya koyuldum.
Gördüğünüz gibi, artık yakamı kurtaramıyorum. Her yanım çevrildi, aidiyet kıskıvrak bağladı beni.
Klinikte bir meslektaşım var, Kolomb öncesi dönemde Mısır’da kullanılan bir lehçenin hiyerogliflerini çözmeyi başarmış ve olmayan, kimselerin bilmediği, sorumluluk getirmeyen bu dilde düşünmeye, konuşmaya koyulmuş, hatta iyice umutlandırıcı olsun diye bazı hiyeroglifleri çözmeden öylece bırakmış. Bunlar bilinmedikleri sürece, gerçeğin bir açıklamasını, bir cevabı gizliyor olabilirler. Meslektaşım mutlu bir insan, el değmemiş bir şeyi bildiğine inanıyor.
Bu belgede tarih sırasına, düzene ve kurallara bağlı kalmıyorum; çünkü yeterince polis romanı okudum, düzeni izlemenin aynasızları bana ulaştırabileceğini biliyorum; Kopenhag’da Doktor Christianssen’in kliniğine bunun için sığınmadım herhalde.
Danca bilmiyorum, ama yeterince değil. Kurumun izniyle şöyle bir dolaşmak üzere dışarı çıktığımda, Danimarkalılar suçlayıcı tavırlarla bana Arjantin’den, Şili’den ve Kuzey İrlanda’dan söz ediyorlar. Yolda karşılaştığım kişiler, hakkımda öğrendikleri korkunç şeyleri Danca fısıldıyorlar.
Tek kelimesini bile bilmediğim bir dilde söylediklerini nasıl anlayabildiğimi soracaksınız.
Dalga mı geçiyorsunuz!
Ben doğuştan dilbilimciyim. Sessizliği bile duyar ve anlarım. Son derece ürkütücüdür ve anlaşılması en
kolay dildir. Unutulmuş, kimsenin ilgisini çekmeyen, kimsenin duymadığı yaşayan diller, en anlamlı haykırışlardır.
Soluk almak da ciddi bir sorun.
İlk içeri tıkılışım, sabahtan akşama, günde bin kez soluğumu tuttuğumu çevremdekilerin fark etmesi sonucu olmuştu. Önce ağzımı burnumu dağıttılar, çünkü hakaretti bu, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtu, Pascal, İsa ve Soljenitsin’e karşı saygısızlıktı. Önem sırasına göre dizelim: Soljenitsin, İsa ve Pascal’a karşı. İnsanlığın suratına tükürmek gibiydi, yani edebiyata yapılabilecek en ağır hakaretti. O sıralarda komünisttim, ama sonra onları tehlikeye atmamak için kaydımı sildim; çünkü ben bozguncuyum. Kaldırımda ayakta duruyordum, çevremde insanlar vardı, onlarla aynı havayı solumamaya çalıştığımı gördüler. Kamu düzenine hakaret ettiğim için aynasızları çağırdılar. Aynasızlar arabada hâlâ soluk almadığımı, hatta burnumu tıkadığımı görünce, solunum mekanizması temsilcilerine görev başında hakaret gerekçesiyle bir temiz marizlediler beni.
Polis komiserinin karşısında soluğumu tutmaya, burnumu tıkamaya ve sağlık egzersizlerimi yapmaya devam edince komiser küplere bindi; bana burasının Arjantin ya da Lübnan değil, Cahors olduğunu söyledi. Burası bok, kan, irin, ceset kokmuyordu. İnsan türüne yakışır biçimde soluk alabilirdim.
“Bana numara yapmaya kalkma!”
Ama yalnız Cahors’da değildik ki. Her yerdeydik. O geri zekâlı komiser, Pinochet’yle İdi Amin’in sizden, benden başkası olmadığını aklından bile geçirmiyordu.
“Bana numara yapmaya kalkma!” İlk yumurtacık, ilk gelen sperma hücresine böyle demiş, ama yumurtacık korunmasızmış, spermanın dediği olmuş.
Daha sonra Cahors’da yeni düşmanlar edindim, çünkü Arap öykücülerin yaptığını yapmaya kalktım: Pazar kurulduğu günlerde Clemenceau Sokağı’nda durup hayatımı anlatıyordum. Bir kez daha marizlediler beni. Karakolda Komiser Paternel* beni sertçe uyardı.
“Ama sayın komiserim, ne yaptım ki ben? Hayatımı anlatıyordum, o kadar.”
“Senin hayatın iğrenç, Pavlowitch. Bu gibi rezillikleri anlattığında insanlar tiksiniyorlar.”
“Hayatımın herkesinkinden farkı yok ki, komiserim.”
Komiser Paternel kıpkırmızı kesildi.
“Senin ağzını burnunu dağıtırım, it herif!”
“Gerçekten dediğim gibi, başkalarının hayatı gibi bir hayat benimki de.”
“Anladık da, şu müstehcenlik modası sıktı artık. Dikkatli olsana. Hiç değilse deli gibi davran. O zaman seni rahat bırakırız.”
Ben de bir ‘mış gibi’ oyunu çıkarıp oynamaya başladım, beni fark etmez oldular.
Ara sıra Café de la Gare’da arkadaşlarla toplanırdık. Biri muslukçu, biri muhasebeci, biri de memurdu. Aslında ne muslukçu, ne muhasebeci, ne de memurdular elbette. Büsbütün farklıydılar. Ama kimse farkında değil; rol yaparlar, günde sekiz saat ‘mış gibi’ oyunu oynarlar, böylece kimse dokunmaz onlara. İçlerine kapanıp orada gizli bir hayat sürer, ancak geceleri, rüyalarında ve kâbuslarında ortaya çıkarlar.
Sonra olağanüstü bir haber duydum: Amerikalı bilimciler, kalıtımın temel birimi olan geni, yapay olarak üretmeyi başarmışlar. Yapay olarak. Öyle umutlandım ki, çırılçıplak sokağa koşup, “Yaşasın!” diye avaz avaz bağırmaya başladım. Beni ânında karakola götürdüler, Komiser Paternel’e artık başlangıç olacağım, sonunda kendimizi doğuracağımızı, artık orospu çocuğu değil, kendi eserimizin evladı olacağımızı, başlangıç geni, aynasızları ve nükleer ideolojisi olmayan bir insan türü olabileceğimizi açıkladığımda hepsi birden üstüme çullanıp suratımı dağıttılar. Ama bu benim umudumu kırmadı; sokaklarda koşarak bildiriler dağıtıp artık baba kalıtımının sona erdiğini haykırmamı engellemedi. Beni hastaneye tıktılar.
Gerçekliğinden emin olmak için 25 Mayıs 1972 tarihli Cahors Gazetesi’ne bakabilirsiniz.