Roman (Yerli)

Erken Kaybedenler

erken-kaybedenler-emrah-serbes-iletisim-yayinlariAnKara polisiyeleriyle tanıdığımız Emrah Serbes, bu defa direksiyonu kırıyor ve edebiyatımızda pek de işlenmemiş bir başka meseleye el atıyor. Erkek çocukların enerjik, hüzünlü, alengirli dünyasına giriyoruz…

Baba çalışıyor, anne ev hanımı, muhafazakârlığın kalesi…İşçiler, yoksullar, teyzeler, abiler… Kolay ağlayan sert adamlar… Taşra seyrekliği, mahallenin kalabalığı… Kıskanç, gururlu, saf ergenler… Emrah Serbes, çabuk öfkelenen, kolay vazgeçen, baştan çıkmış erkek çocukları konuşturuyor… Kederli, insana dokunan komik hikâyeler bunlar…

“Dizinin dizime değişi, Handan’ın annesi için bir kelebeğin kanat çırpışıysa benim için kasırgaydı. Kaç sene geçti, hâlâ unutmam, günde en az beş sefer aklıma gelir. Biliyorum bu durumun, kökeni memeden kesildiğim güne kadar uzanan psikolojik nedenleri vardır. Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! Kalırsın öyle…”

Taşrada ve kâinatta, yapayalnız kalmış erkek çocukların hikâyesi…

Erken Kaybedenler… Yoldan çıkmış bir neslin manifestosu…

***

İÇİNDEKİLER

ANNEANNEMİN SON ÖLÜMÜ…9
ZANNETTİĞİN GİBİ DEĞİL…25
KORHAN AĞBİ’NİN KARDEŞİ…43
DENİZİN ÇAĞRISI…65
CAHİDE…81
ÜST KATTAKİ TERÖRİST…89
Alçakgönüllü Arzular…103
KİMİ SEVSEM ÇIKMAZI…11 7

ANNEANNEMİN SON ÖLÜMÜ

Ellerindeki damarları ve yüzündeki kırışıklıktan görseniz yüz elli yaşında zannedersiniz oysaki sadece seksen dört ya­şında. Anneannem. Yakın-uzak gözlükleri, bozuk para çan­tası, keyifli akşamüstlerinde tellendirdiği Ballıca sigarası ve her şeyden önemlisi bitmek tükenmek bilmeyen yalnızlık­lara katlanabilme gücüyle gönlüme taht kurmuş bir tiple­medir. Velâkin ondaki bu yalnızlığa katlanabilme gücü bir yandan da hep ürpertmiştir beni. Çünkü sadece ben ve te­levizyonda gördüğü insanlar yetiyor ona. Misafirliği uzatan komşulardan ve soğuk kış gecelerinde pencerelerin önünde usulca mırıldanan kedilerden bile rahatsız oluyor. Yanında benden başka hiçbir canlının varlığına tahammülü yok. Ço­ğu ihtiyar böyle değildir, kendilerini terk edilmiş hisseder­ler. Arka balkonlarda unutulmuş paslı su varilleri gibi. Bu yüzden de en ufak bir ilgi belirtisinde hemen yelkenleri su­ya indirirler. Bayramlarda gözleri dolar örneğin, kendilerin­den beklenen bütün basmakalıp tavırları yerine getirirler.

Annem babam olacak insanlar bir trafik kazasında öldü­ler. Pek üzülmedim. Beni anneanneme bırakıp davetli oldukları bir akşam yemeğine gidiyorlardı. Bıraktıkları yerde kaldım. Bazen ne uzun yemekmiş diye düşünüyorum, san­ki dönecekler de üç sene süren yemeği anlatacaklar, yiye yi­ye yüz elli kilo olmuş olacaklar Allah bilir. Kendini kan­dırmaca, en sevdiğim oyun. Yoksa bizim arabanın hurda­sını da gördüm, girdiği kamyonun altında akordeona dön­müş. Hurdacıdan iki bin lira aldık, anneannem “O para har­canmaz,” dedi. Ramazanda fitre verdiği, kendisinden on yaş genç ihtiyar bir teyze vardı, yan sağır, ona verdi.

Aradan çok uzun zaman geçti, çok büyüdüm, onları özle­dim mi? Daha çok geceleri. Öfkeyle sıvanmış bir özlem. Ba­zen sinirden mi gözlerim doluyor, sevgiden mi, özlemden mi, yoksa nostalji ihtiyacından mı bilemiyorum, herhalde alışkanlıktandır deyip uyuyorum. Beni bu çıkmazdan Yase­min kurtarabilirdi, o da düşünmek için biraz sûre istedi. Ye­di sene önce. Bazen amma uzun düşündü diye düşünüyo­rum, daha çok günbatımlarında. Sadece gittikleri şehrin is­mini biliyorum oysa. Dediğim gibi, kendini kandırmadan yaşamanın ne anlamı var. Çıplak gerçekler kimi tatmin ede­bilir ki? Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilse­niz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız.

Anneannemin en önemli özelliği ölmemesi. Geçirdiği hastalıkların haddi hesabı yok, her türlü badireyi atlattığından olsa gerek hayatta kalma sanatını çok iyi biliyor. Dolabın ya­nında otuz tane ilacı var, hangisini neden aldığını tam olarak bilmiyorum. Sadece aynılarından içmemesine dikkat ediyo­rum. Bir gün bütün bu ilaçlann plasebo etkisinden başka bir esbabı mucibesi yoktur diye düşündüm, onlann yerine de­ğişik renklerde bonibonlar verdim. Öyle değilmiş. Sahiden hastalandı, beni rahmetli dedem Rüstem Bey zannetti. Bir duvardaki fotoğrafa baktım bir de kendime. İçten içe kork­tuğum, fazla bakmamaya çalıştığım bir fotoğraftı o, dedem de olsa, yirmi beş sene önce ölmüş birinin siyah beyaz fotoğ­rafı sonuçta. Anneannem beni o fotoğraftaki adamla karıştırıyorsa harbiden hastalanmış demekti. Elini tuttum, buz gi­biydi, evdeki bütün battaniyeleri attım üstüne, yeni döşetti­ğim kaloriferleri sonuna kadar açtım, ayaklarını ısıttığı elek­trik sobasını da tuttum yüzüne, böylece ısınıp hayata dön­dü. Sonra bir daha denemedim bunu. Çünkü anneannem beni bu hayatta anlayan tek kişi, başımı yaslayabileceğim en yumuşak yastıktan daha yumuşak bir insan ve tek bir siyah saçı yok.

Bütün ev ödevlerimi beraber yapıyoruz. Bana ödev veril­diğinde anneannem kendine verilmiş gibi sorumluluk duyu­yor. Geçen sene matematikten çaktık. Fonksiyonlar zor gel­di, çıkamadık işin içinden. Veli toplantısına beraber gittik. Çünkü her yere beraber gideriz. Anneannem matematik ho­cası olan yeni mezun kızcağızı bir köşeye sıkıştırdı. “Mate­matik hocası sen misin?” diye sordu.

“Evet teyzecim.”

“Sen ne biçim öğretmensin kahpenin doğurduğu kancık! Bu kadar zor ödev verilir mi manyakoğlumanyak…”

ihtiyarlığın güze) yanı şu, ağzına geleni söyleyebiliyorsun, insanlar sadece gülüyor. Çocukluk zor bu açıdan, bir küf­redeyim diyorsun, herkes kaşlarını çatıyor. Anneannem bir toplum düşmanı esasında. Ben, anneannemle toplum ara­sındaki tampon bölgeyim. Çarşıda, pazarda, her yerde. Ba­na ne kadar yumuşaksa başkalarına o derece sert. Bu durum da hoşuma gitmiyor değil. Yufka yürekli bir insan olsa beni de o yüzden seviyor herhalde derdim, başka insanlardan bir farkım olmazdı o zaman. Anneannemin, sevgisini tek insan üstünde toplayabilme gücü var. Sevgiyi yüzeysel olarak da­ğıtacağına bir noktada yoğunlaşabiliyor. Sevebilme kapasite­si aynı kapasite, sadece sevilen insan için daha yoğun, daha etkili. Buna da saygı duymak lazım.

Bir de şu var, anneannem bu hayatta fikirlerime gerçekten değer veren tek kişi. Seçimlerde bile danıştı. Oy pusulamı­zı alıp paravanın arkasına gitmiştik. Evet’ mührünü aldım, “Kime oy vereceksin anneanne?” diye sordum.

“Bilmem, kime verelim?”

Düşündüm, sorumluluk altında hissettim kendimi, “Boş atalım istersen,” dedim.

“Buraya kadar boşuna mı yürüdük?”

Saadet Partisi’yle TKP arasında kararsızlık yaşıyordum. Genellikle muhafazakâr bir insanimdir ama komünizm he­yecanını da her zaman yaşamak istemişimdir.

“Anneanne sen solcu musun?” diye sordum.

Sonuçta oy onun, ben sadece yardımcı olmaya çalışıyor­dum.

“Bir şeyci değilim,” dedi.

“Her türlü manipülasyona açıksın yani.”

“Evet.”

“Bu yaştan sonra komünizm heyecanım yaşamak ister mi­sin?”

“İsterim.”

“O zaman oyumuzu Türkiye Komünist Partisine verelim mi? Onlar da seksen dört yaşındaymış, sen de seksen dört yaşındasın. Broşürlerinde okudum.”

”E iyidir o zaman, verelim.”

Bastım mührü çark çekicin altına. Teyzem oyumuzu ko­münistlere verdik diye çok kızdı. Anneannem, “Kime ister­sek ona veririz,” dedi. Teyzem de aklınca CHP’ye verdire­cek. Ben hiçbir zaman merkezî bir partiye oy vermem, ver­dirmem, duygusal ve romantik bir insanım, beş yaşından be­ri şairim ve muhafazakâr olduğum kadar da radikalim, her türlü ortamda kişiliğimi belli ederim yani. Beni bir sefer gö­ren adam bir daha unutmaz zaten, hard jöleyle bütün saç tellerimi tek tek dikiyorum havaya çünkü. Ayrıca imkân ol­sa terör örgütlerine veririm oyumu çünkü bu devletin yıkıl­masını istiyorum, çünkü annem babam öldüğü zaman hiç­bir şey yapmadı devlet, ayrıca Yasemin düşünmek için süre istediği zaman hiçbir devlet büyüğünün araya girip işleri yo­luna koymak için çaba sarf ettiğini de görmedim. Hep boş vaatler; yaralar sarılmadı.

Anneannem Bağ-Kur emeklisi, maaşı düdük kadar. Maaşı­nı çektiği gün pizzacıya gidiyoruz, sonra çeşitli kurumlarda sıraya girip elektrik-su-telefon-doğalgaz faturalarını yatıyo­ruz, eve dönerken dondurma alacak paramız bazen kalıyor, bazen kalmıyor. Allah’tan rahmetli Rüstem dedemden ka­lan üç tane ev var, onlann kiralarını yiyoruz. Rüstem dedem vaktinde bir arsa almış, yan yana iki müstakil ev yapmış, bi­rinde biz otururuz demiş anneanneme birinde de çocuk­lar. Ben çok küçükken evin birini kat karşılığı verip apart­man yaptırdılar. Anneannem kendi oturduğu evi yıktırma­dı. Böylcce yandaki apartmandan, toprak sahibi statüsüyle üç daire sahibi oldu. Daire başına 600 liradan 1800 lira ki­ra gelirimiz var. Ayın on altısında kiralan toplamaya gidiyo­ruz, anneannem paraların çoğunu bana veriyor. Harca harca bitiremiyorum. Bir ay harcamadım, lap top aldım. Ertesi ay ADSL bağlattım, iki tane kameralı cep telefonu aldım. Dört megapixel. Sürekli birbirimizi çektik. Ayrıca arka odalardan birbirimizle muhabbet etmeye, sanki çok uzak yerlerdeymiş gibi konuşmaya başladık. En sevdiğimiz oyunlardan biri ol­du bu, sonuçta bir sürü bedava dakikamız var. Ben genel­likle Kuşadası ndan telefon eder gibi arıyorum, anneannem çok seviniyor, ‘İyice gez çocuğum oraları,” diyor. “Ama üşütme sakın, akşamlan serin olur hırkanı giy. denizde çok açılma.” Ben, “Tamam anneanne tamam, şimdi kapatmam lazım artık,” diyorum gittiği tatil beldesindeki her yeri gör­me telaşındaki turistler gibi. Bunun üzerine o da, “Ağzında sakız varken su içme!” diye bağırıyor son bir gayrette. Bir sefer bu yüzden boğuluyordum da. Telefonları kapatıyoruz. Arka odada makul bir süre bekledikten sonra elimdeki boş valizle koşarak giriyorum salona, “Döndüm anneanne!” di­ye üstüne atlıyorum. Karşısına oturtuyor beni. “E anlat ba­kalım, tatilin nasıl geçti?” diye soruyor. Ben de o zaman, ta­tilden yeni dönmüş birinin heyecanıyla başımdan geçen her şeyi yeni baştan, daha detaylı anlatmaya başlıyorum. Anla­tırken kendimi o kadar kaptırıyorum ki bazen, sahiden tati­le gitmiş olsam bu kadar güzel anlatamazmışım gibi geliyor.

Kira gelirlerinin bir kısmını bankaya yatırıp faturalar için de otomatik ödeme talimatı verdirecektim ama anneannem istemedi, “Ödemez o kopiller,” dedi. Ama asıl neden o de­ğil, ayda bir sefer evden çıkıyor, kuyrukta bekliyor, herkesle kavga ediyor, vazgeçemeyeceği bir atraksiyon bu onun için. Ayrıca o öyle koluma tutunup ayakta iki büklüm bekledikçe bizi gören herkes vicdan azabı duyuyor, nerede beklersek o kurumun bütün imajı sarsılıyor.

Geçen aya kadar vaziyet buydu, her şey yolunda gidiyor­du. Kazanın yıl dönümünde fıttırdım. Annemle babamı ay­nı mezara gömdüler çünkü. Hayatta olduğu gibi ölümde de beraberler. Bu dünyaya beni dışlamak için gelmiş iki tip, ölümleri bile değiştiremedi bunu. Moralim o kadar bozuktu ki bakkala gittim, cin tonik istedim, sadece cin verdi, tonik ayrı bir şeymiş ve yokmuş, parka oturdum, birazını içtim.

Hemen Yasemin geldi aklıma. Yasemin’den niye vazgeç­tim ki diye sorgulamaya başladım kendimi. Sonuçta biraz düşüneyim demişti ama net bir cevap vermemişti. Onun res­mî cevabını öğrenmek için dâhiyane bir plan da yapmıştım vaktinde. Babasının tayininin çıktığı şehre gidecek, en iş­lek caddede oturacaktım. O şehirde yaşayan herkesin yolu­nun bir gün mutlaka düşeceği o caddede, gelip geçen bütün insanlara bakacaktım. Ve böylece, makul bir süre bekledik­ten sonra mutlaka onu da görecektim. Ve o zaman tesadü­fen görmüş gibi yapacak, cevabını soracaktım. Ama yapama­dım. Neden? Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkın­lıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. Büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yanm metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim. Burada şairin dünyası Yasemin oluyor.

Cep telefonum çaldı. Anneannem anyordu. Hava kararın­ca merak etmiş.

‘ Beni neden yanına almadın?” diye sordum. “Beni o kadar seriyordun da annem babam sağken ve çalışıyorlarken ben niye anaokuluna gitmek zorunda kaldım.”

“Ben istedim, onlar bırakmadılar.”

“Neden?”

“Ne bileyim. Kırk sefer söyledim ya çocuğum, okul öncesi eğitim miymiş her ne sıçtığımın şeyiyse çok mühimmiş de­diler.”

“Ben sana kaldığım için sevindin mi?”

“Ne?”

“Annem babam öldü, ben sana kaldım. Sana da meşgale oldu. Ben olmasam teyzem bakıcı tutacaktı sana.”

Anneannem bir şey demedi. Beş saniye sustuk.

“Eve gel çocuğum, çok üzülüyorum.”

Cinin yarısını içlim, yere kustuktan sonra anneanneme haksızlık yaptığımı düşündüm. Kaç sefer kardan adam yap­mıştık bahçede. Bayramın birinde Çeşme’ye tatile bile git­miştik. Kuşadası’nda yer yoklu. Ben bütün rezervasyon iş­lerini internetten yapmıştım. Hatta oradayken yat turu­na bile çıkmıştık, anneannem denize küsmüştü, yine ölü­yordu az daha. Kimin için? Tabii ki de benim için. Aynca o, bütün dünyaya posta atmış bir insan. Pazarcının yüzüne ezik domatesleri fırlatmıştı bir kere. Bugün eli bıçaklı psi­kopat pazarcının yüzüne domates fırlatan insan. Roma dev­rinde yaşasa Sparıaküs’ün ordusuna katılmaz mıydı? Kirk Douglas’ın oynadığı Spartakûs filmini seyretmiş ve hayatın­da en az bir kez pazara gitmiş herkes bu konuda bana hak verecektir.

Anneannemi aradım, daha fazla merak etmesin diye. Te­lefonu açmadı. Evden aradım, yine açmadı. Döndüm geri. Koltuğa gömülüp kalmıştı, hiç kımıldamıyordu. Yine buz gibi olmuştu.

“Teyzemleri arayayım mı?”

“Yok arama,” dedi.

Eh iyi, ben de teyzemlere bayılmıyordum zaten.

“O zaman ben gidip bir doktor getireyim sana filmlerdeki gibi,” dedim. “Ama senin de doktor gelene kadar ölmemen lazım. Sakın ölme.”

“Tamam.”

Üstüne üç tane battaniye attım. Elektrik sobasını ayakları­nın dibine koydum. Ama hayat filmlerdeki gibi değil, bir ke­re akşam olunca bütün doktor muayenehaneleri kapalı, özel polikliniklerdeki doktorlar gelmiyor, hastanedekiler de siz buraya gelin diyorlar. Oysaki ne kadar isteseler verecektim, peşin. Öksüz ve yetimim ama para bende Doktorların bur­nu çok büyük.

Eve döndüm, uyumuştu. Bütün gece başında bekledim, ağzına ayna tuttum, buğulanıyordu. Ertesi sabah teyzem aradı. Her sabah arar. Damladılar hemen Eniştem de işten izin alıp gelmiş. Arabayla hastaneye gittik. Anneannemi bir bölmeye aldılar, serum taktılar, iğne yaptılar. Sonra da, “Ya­tıracağız,” dediler.

“Ne! Yatıracak mısınız? Hani devlet hastanelerinde yeter­li yatak yoktu. Bizi mi buldu? İlaçlarını verin, evde yatsın.”

Teyzem kolumu çimdiklediği için doktora daha fazla çıkı­şamadım. Gece oldu. Bir refakatçiden fazlasına izin yokmuş. Teyzem, “Ben kalırım, sen eniştenlerle eve git,” dedi.

“Ne! Ben şimdi sizde mi kalacağım?”…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Doris Lessing – Beşinci Çocuk

Editor

Yavuz – Okay Tiryakioğlu

Editor

Barnabas – Kutsal Ruhun İzi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası