Roman (Yerli)

Eylembilim

Eylembilim“Sevgili Oğuz,… Sana kısaca şunu söylemek istiyordum: “Eylembilim”le bize, tamamlayamamış da olsan, anlattığın olaylar ve çizdiğin kişilerle, gene de kendi içinde belli bir bütünlüğü olan unutulmaz bir başyapıt bıraktın. Sahte sağduyuya, yapay aydınlara, basmakalıp kavramlara, kof duyguluklara “Eylembilim”in intikam kılıcını korkusuzca çeken Server Gözbudak aracılığıyla, çok dolaylı bir biçimde ve kendine özgü inceliğinle çekilen acıları da eski ustalar gibi yerli yerine yerleştirmeyi başardın. Binlerce teşekkür. Gözlerinden öperim.”-Cevat Çapan-

***

I

Bir insan özellikle benim gibi bir insan ne zaman yazmaya başlar? Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçamayacağı bir yoğunluğa ulaşır? Bilmiyorum, insan kendisi için böyle bir durumda olduğunu söyleyebilir mi? Bilmiyorum. Büyük bir acı, belki bir aşk, belki de çok başka bir sarsıntı sonucu insan kendini önemli bir kararın öncesinde; belirsiz de olsa, yaklaşan bir değişimin huzursuzluğu içinde bulabilir. Korkulu bir bekleyiştir bu: insan bu bilinmeyen sarsıntının yaklaştığını hissedince bir süre ne yapacağını bilemez. Sonra bütün gücüyle, belki de daha önce hiç hayalinden geçirmediği girişimlere atılır -daha doğrusu kendini daha önce düşünmeye bile cesaret edemeyeceği bir eylemin içinde bulur.
Bir eylemin içinde bulur… daha önce düşünmeye bile cesaret edemeyeceği bir eylem… bir eylemin içinde nasıl bulur insan kendini? Hayalinden bile geçirmediği bir eylemin içinde bulur mu kendini insan? Hayır, böyle bir şey olamaz. Hiç olmazsa daha önce tasarladığı, ya da hayal gücünü açmayan bir durumda insan akıl ve ruh gücünü koruyabilir. İnsan… insan… kim bu insan?
İnsan genel bir isimdir, çeşitli şartlar altında, çeşitli bireyleri ifade etmek için kullanılabilir. Ona, ‘insan’ yerine, meselâ ‘X’ de diyebilirsiniz. Ona ‘X’ denilebilirse, özellikle ben, bu varsayımdan dolayı çok mutlu hissederim kendimi. Çünkü ben bir matematikçiyim ve içinde bulunduğum durumda bütün umudum, başıma gelenleri, bir ‘X’ bilinmeyeninin çözülebilir fonksiyonlarından ibaret olarak görebilmektir. Böylece birçok korkulu rüya hiç yaşanmamış olacaktır.
Ben bir matematik hocasıyım, daha doğrusu bir matematik profesörüyüm -yıllarca, ‘ben bir matematik profesörüyüm’ diyebilmeyi hayal etmiştim; şimdi “hoca” gibi, belirsiz ve kaçak bir deyime sığınıyorum nedense-. Kendime ‘profesör’ demekte güçlük çekiyorsam bu çekingenliğimde meselâ Reşit Beyin de kartvizitinde adından önce aynı başlığı kullanmasının payı büyüktür. Aman Allahım Reşit Bey ve ben: Profesör ve profesör. Olamaz! Bütün olanlardan sonra… Oysa bir zamanlar -evet ne yazık ki öyle zamanlar da vardı- profesör Reşit Beye benzemek için… Hayır, ben bu yazma işini sürdüremeyeceğim. Nasıl olur? Biraz önce ‘kaçınılmaz bir yoğunluk’tan söz ediyordun. Hayır hayır… biraz duralım, yeni baştan düşünelim.
Yeni baştan düşündüm. Hayır ben ‘insan’ gibi, ‘X’ gibi genel bir deyim olmaya katlanamam; ‘matematik profesörü’nün yerine geçen bir ‘X’ olarak Reşit Beyle aynı fonksiyonlarda bulunmaya razı olamam. Bu nedenle, düşünmek üzere bu satırlara ant verdiğim günlerde -evet ‘yeni baştan düşünelim’ ile ‘yeni baştan düşündüm’ arasında beş gün var- beni bu satırları yazmaya zorlayan nedenlerle uğraşırken ‘matematik alışkanlıklarım’dan mümkün olduğu kadar uzak durmaya karar verdim. Bütün genellemelerden uzaklaşarak, ‘kişisel bir belge’ ortaya koyma girişimi de beni ürkütüyor. Hayatım boyunca çeşitli vesilelerle, kendimden bile ‘biz’ olarak söz etmiş olmamdan dolayı bir tutukluk var bu ‘kişisel girişim’le ilgili. Duygusal bir hesaplaşmaya girmiş olmaktan da ürküyorum. Peki ne istiyorsun? Bilmiyorum: belki de her şeyi yaşayarak göstermek istiyorum. Ancak gerçek bir yaşantıda insan -bu kelimeyi kullanmayacaktım ya, neyse- İnsan filân değil, yani ben, hayatın dışında kalan küçük endişelerden, görünüşü kurtarmaya çalışan kuruntulardan sıyrılır… esaslı bir yaşantı demek istiyorum. Kim böyle yaşadığını ileri sürebilir? Ben, hiç olmazsa, gerçekleri görmeye başladığımı, bir şeyler aramaya başladığımı ileri sürüyorum. Çünkü bir süreden beri biliyorum ki, bir şey ileri sürmeden, ‘ifade edilmesi kaçınılmaz duruma gelen duyarlıklardan’ söz etmenin anlamı yok. Öyleyse hemen anlatmaya başlamalıyım, gerçek yaşantı oyalamaya dayanamaz.
Olayların başlangıcında -olaylar diyorum, çünkü her şeyi tek bir nedene bağlayabileceğimi sanmıyorum- benim dış görünüşüyle düz ve yatay çizgili hayatıma bakanlar -ben dahil- bu yıpranmış matematik profesöründen herhangi bir şaşırtıcı atılım beklemiyorlardı. Yaş konusunda belirli sınırlar koymak isteyenler arasında sık sık tartışmalar çıkağını görmüşümdür, ama beni ‘orta yaşlılar’ bölgesinden gençlere doğru kaydıracak kimse olduğunu sanmıyorum. Aynca ona yaşlı olmaktan da şikâyetçi değildim olayların başlangıcında. İlk gençliğimde kendimi çekici bir erkek sanırdım, ama bu sanımı benimle paylaşacak bir kadın çıkmadığı için, bir süre ortalıkta mahzun ve kalbi kırılmış olarak dolaşmayı denedim. Sonradan karım olan genç kızın, hangi özelliğimi (çekicilik, kalp kırıklığı ve hüzün) beğendiğini hiçbir zaman kesinlikle bilemedim. Evlendikten bir süre sonra yapma hüznümü yürütmeyi beceremediğim için, olsa olsa çekiciliğimle karımı etkilemiş bulunabilirim. Oysa gerçekten çekici olan erkekler kadınları ancak düzenli ve güvenli bir hayatın etkilediğini çok iyi bilirler. Ve elbette bu bakımlardan kadınlara her zaman çekici geldiğimi -öğünerek mi, üzülerek mi bilmiyorum- belirtmeliyim. Ne var ki, hüzünlü ve kalbi kırık dolaştığım sahipsiz günlerimde bazı küçük yaşantıların verdiği münasebetsiz huyların -bunların neler olduğunu ben bile unutmuştum- ‘güvenirliğim’ konusundaki etkenliği beni bile şaşırttı (olayların başlangıcında). Yarattığım hayal kırıklığı için herkesten özür dilerim.
II

İlk günler
Bugün kendimi yorgun, ama huzursuz hissediyorum. Kürsüdeki odamda amaçsız ve çevreme ilgisiz otururken asistanlardan biri geldi: Refik Bey rahatsızlanmış, onu haber vermeye gelmiş, isteksiz bir hareketle telefon defterime uzandım. Profesör Refik Bey, ağır hareketli, canlı ve kurnaz bakışlı gözlerinden başka ilgi çekici bir yanı olmayan ihtiyar bir hoca. Kimsenin pek anlamadığı hesaplarla sözü öyle dolaştırır ki, insanda sözlerinin sonunu dinleme isteği kalmaz. Santrala Refik Beyin numarasını verdim; Refik Bey olsaydı, arayacağı kimsenin adını verirdi o kadar. Yaşayışını tasarruf esası üzerine kurmuştur: Kelimelerini bile israftan çekinir.
Telefona karısı çıktı: Ağlamaklı bir sesle, kocasının bir kalp krizi geçirdiğini, onu hastaneye yatırdıklarını söyledi. Bir iki geçmiş olsun kelimesi mırıldanıp telefonu kapadım, içim sıkılıyordu, kötü birtakım şeyler olacaktı sanki. Nitekim biraz sonra dekan aradı Hepimize geçmiş olsunmuş. Refik Beye acil şifalar diledi (yöneticilerin görevi) neredeyse, ‘Bunları karısına söyleyin’, diyecektim. Zaten aramız iyi değildi dekanla vazgeçtim. Dekan da asıl amacını açıkladı bu arada: Refik Bey yerme derslerine giremez miymişim? İtiraz edecek halim yoktu, üstelik telefonu hemen kapadı. Kurnazlar arasında kaldık diye tembel tembel düşündüm Sonra Refik Beyi düşündüm: Enerjiden tasarruf bile bazen kalbe yaramıyordu. Herkes hakkında kötü şeyler düşünüyordum, fakat o zamanlar her şeyin farkında değildim. Miskin bir kötülük içinde olduğuma yavaş yavaş, ancak bu satırları yazarken farkediyorum.
Refik Beyin asistanını çağırttım: Daha şimdiden Refik Beye benzemeye başlayan silik bir gençti; meselâ şimdiden sanki hocası gibi küçülmeğe başlamıştı. Hocanın hastalığını duymuştu, görevinin geçici olarak bana verildiğini de duymuştu. Bana karşı saygısı birden artmış gibiydi. Yok canım olamazdı, herhalde yorgundum, her şeyi büyütüyordum. Gene de asistan üzerinde düşünmekten kendimi alamıyordum: İşte genç adam hasta hocasından vazgeçiyordu, karşımda yavaşça büyülmeğe, irileşmeğe başlıyordu. Refik Beye oranla oldukça iri sayıldığım için bana benzemeğe çalışıyordu, hatta biraz da gençleşmişti. (Saçmalama dedim kendime. Genç bir adam bu, asistan.) Kendimde bir gariplik seziyordum, aklıma gelen münasebetsiz şeyleri durdurmaya gücüm yetmiyordu. Asistan Refik Hocanın anlattığı konuları gösteriyordu notların üzerinde. Öğretim yılı yeni başlamıştı, daha aylar ve aylar vardı ders yılının bitmesine. Refik Hoca hastanede, yatağında kımıldamadan yatıyordu. Daha aylarca yatacaktı kımıldamadan. Ben de çalışma odamda, masamın gerisinde kımıldamadan oturuyordum. Hareketsizlik diye düşündüm. Kalp diye düşündüm: Benim kalbim. Belki dekan, bir gün gelecek, asistanı arayacaktı telefonla, Server Bey diyecekti. Belki geçmiş olsun bile demeyecekti, başsağlığı dileyecekti. Masanın öteki ucunda asistan kımıldamadan oturuyordu: Bazen büyüyor, bazen küçülüyordu. Sonra asistan notlarıma bakacaktı, kaldığım yerden devam edecekti. Hangimize karar verecekti sonunda? Bana mı? Refik Beye mi? Ona göre sınıfta büyüyecekti, ya da küçülecekti. Kendi boyutlarında kalamaz mıydı? Asistana baktım: Kalamazdı. Bu, daha nice asistanları parçalayıp istediği boyutlara getirmiş bir dişli çarktı. Ben de kim bilir kime benzemiştim? Hepimizi benzetmişlerdi. Birden, öfkelendiğimi hissettim. Daha doğrusu, bilmediğim ya da unuttuğum bir duyguya kapıldım, tanımadığım bir rahatsızlık hissettim. Bu duygunun öfke olduğunu anlayınca da önce kendime öfkelendim, sonra her şeye ve herkese.
Asistanı odadan kovdum – yani kovduğumu hissettim. “Siz buyrun,” gibi bir söz ettim galiba. Sesim de biraz kötü çıktı. Fakat asistan bana benzemekten hemen vazgeçmedi: Büyüyerek ayağa kalktı. Bir günde benim gibi olamayacağını biliyordu elbette. Benimle derse girmek istedi, kabul etmedim. “Tatbikat… problem çözmek…” dedi galiba. İstemedim. Onu reddettim hiçbir neden göstermeden. Sevinmiştir. Ne kadar anlamsız sıkıntılar çekerse, bir gün başarısı o kadar anlam kazanır. Eskiler, ‘hocanın vurduğu yerde gül biter’ derlermiş. Siz de o zamandan beri çok ilerlediğimizi sanıyorsunuz. Ben ilerlemeklerle pek uğraşmıyordum. Sınıfa tek başıma girecektim, o kadar.
Akşam oluyordu, sınıfa bir gariplik çökmüştü. Bana yeni devredilen talebelerimin yüzlerine şöyle bir baktım. Bir kütle olduklarını düşünürüm onların; yalnız ön sırada oturanlar biraz insana benzer, ötekiler onları saran bir yığındır. Ben de ön sıraya baktım, şöyle bir baktım yani. Onların bakışları, her zamanki gibi donuktu, ifadesizdi; ama, gene her zamanki gibi, bilinmeyene karşı duyulan korkuyla doluydu: Beni tanımak istiyorlardı. “Hocamız rahatsız,” dedim onlara. “Biz” diliyle konuşuyordum her zamanki gibi: “Bir süre birlikte yürüteceğiz dersleri.” Biri, arka sıralardan biri adımı sordu. Tahtaya yazdım. Sonra profesör olduğumu da öğrendiler. Bunları hep arka sıralardakiler sordu. Ön sıradakiler daha ciddi görünmeğe çalışırlardı. Onlar da hangi kitapları tavsiye edeceğimi sordular. Refik Beyin kitabı yoktu: kitabın icadından önce profesör olmuştu. Benim kitabım vardı. Biraz ısrar etmelerini bekledikten sonra kitabımın adını da yazdım tahtaya. Yılda bir iki kere yayımlanan dergilerde de bazı makalelerim çıkmıştı. Uzak ülkelerde yaşayan ve matematik dünyasında bile çok az kişiyi ilgilendiren konularla uğraşan meslektaşlarımın işine yarayabilecek şeyler… bilim denizinde sonsuz küçük birkaç nokta… Başka araştırmalarda, ‘Prof. S. Gözbudak’ın aynı konudaki araştırması- şeklinde bir dip notu… Bunların adlarını tahtaya yazmadım tabii. Henüz o kadar kendimden geçmemiştim. Başka kitap adları da yazdım: tavsiyelerime tarafsız bir görünüm vermek için. “Siz hangisini tavsiye edersiniz?” diye sordu ön sıradan biri. Hep bunu sorarlardı. Talebe denilen şekilsiz kütle her yıl başkalaşır, fakat içlerinden bazıları sanki yarıştaki bayrak gibi yıldan yıla hiç değişmeden aktarılırdı. Bu öğrenciyi sanki yıllardır tanıyordum. Sanki yıllardır aynı soruyu bıkmadan usanmadan soruyordu bana. Ben de yıllardır gene bir bayrak gibi taşıdığım, “Kendi kitabımı tavsiye etmem,” karşılığını verecektim ve yıllardır değişmeyen biçimde gülünecekti cevabıma. Ne bitmez bir bayrak yarışıydı bu, Allahım!
Artık değişik bir çıkış yolu bulunmalıydı: Değişmez öğrencimi tanımak için, sesin geldiği tarafa, ön sıralara dikkatle baktım. Donuk yüzler, beklenen cevabı duymak istiyorlardı. Belki de geçen yılların öğrencilerinden, benim beylik cevabımı duymuşlardı bile. Bu nedenle gülmeye hazırlanıyorlardı, gülümseyenler bile vardı. Onları gerçekten tanımak için baktım. Birden aralarında, başka türlü gülümseyen bir yüz gördüm.
Beni tanıyormuş, sanki merhaba demek istiyor gibiydi bu gülümseme. Daha yorgun ve meraksız bir gülümsemeydi bu. Birden terlediğimi hissettim: Bu yüz beni tanıyordu, ben de onu tanıyordum. Üniversite arkadaşım Murat İkinci’ydi bu. Bazı olaylara karıştığı için yıllarca önce, yani biz üniversite birdeyken fakülteden çıkarılan 404 Murat İkinci. Birlikle, bizden büyük toplumcularla gece yarılarına kadar tartışır, sabahlara kadar dergimizin yazılarını hazırlardık. Sonra bir gün onu tutuklamışlardı. Sonra bir daha görmemiştim onu. Sonra fakülteyi bitirmiş, sonra asistan olarak yıllarca merhum profesörüm Şevki Beyin peşinden gitmiştim. Uzak geçmişim de yıllarca benim peşimden gelmişti. İşte tam beylik sözlerimden biriyle talebeyi güldürmeğe hazırlandığım sırada Murat İkinci olarak karşıma çıkmıştı. Beni buraya kadar izlemişlerdi. Murat’la birlikte bütün ön sıra gülümsüyordu: Seni tanıyoruz, seni biliyoruz diyorlardı. Terliyordum; saçmalama dedim kendime? Kendine gel. Gülümsemek istedim, her şey bana vız gelir demek istedim. Murat, kendisine gülümsediğimi sandı; başıyla hafifçe selâm verdi bana. İşte korkacak bir şey yoktu, her şey yolundaydı. Kötü bir şey yapmamıştım: profesör olmuştum. Murat da başarılı bir öğrenciydi: tutuklanmasaydı belki benim yerime dersi verebilirdi şimdi. Ben de çok yorulmuştum bu arada: belki de Refik Bey yerine de ben hasta olabilirdim. Dünyada her şey olabilirdi. Saçmalıyordum. Yani içimden saçmalıyordum. Evet ben de bir zamanlar Murat’la birlikle toplumu kurtarmak için az çalışmamıştım. Gençler, bir zamanlar böyle işlerle uğraşıyorlardı, ben de gençtim. Birden kendime geldim: öğrenciler yüzüme bakıyorlardı. Hemen derse başladım: Genel kuralları biraz uzattım tam kendime gelebilmek için. Hayır gençler bir zamanlar uğraşmıyorlardı sadece, her zaman uğraşıyorlardı. Son günlerde daha çok uğraşıyorlardı. Daha geçen gün fakülteyi işgal etmişlerdi. Hatta odasında oturmakta direnen Refik Beyi, gazetelerdeki deyimiyle, ‘biraz hırpalamışlardı’. Refik Bey de onlara, sonu gelmez ve dolambaçlı sözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışmıştı, ama işgalciler bizim kürsüye ‘mensup’ olmadıkları için Refik Hocanın sözlerini bitirmesini beklemeden onu itip geçmişlerdi. Bütün bunları şimdi hatırlıyordum. Evde bile sözünü etmemiştim. Refik Bey sonradan bize gençleri sözleriyle nasıl ‘müşkül mevki’de bıraktığını anlatmıştı. “Kendilerine ne istediklerini sordum.” diyordu. Doğru dürüst bir karşılık verememişler. Bunları düşünürken yeni öğrencilerime neler anlattığımı hatırlamıyorum. Onların da aklı başka yerlerdeydi herhalde. Hayatın bunca derdi arasında denklemler, bilinmeyenler, fonksiyonlar onlar için çok soyut kavramlardı. Ben de sıkıntılarımı unutup, kısa bir süre ilgisiz gözlerle seyrettim. Onlara öfkelendim. Beni kötüye kullanıyorlardı. Eylem için başka ortamlarda başka yollar bulsalardı onlar da.
Tahtayı formüllerle doldurmuştum, düzenli bir biçimde yapmıştım bunu. Kendi kendime oynadığım bir oyunun içindeydim. Bu düzeni tahtada kurmağa çalışırken denklemlerin dünyasına ilgisiz olaylar, izlenimler saldırıyordu üstüme. Fizik Bölümünden Sadık Bey bağırıyordu: “Gözlerimle gördüm efendim! Çocuğu yerlerde sürükleyerek tekmeliyorlardı.” Birden öfkelenmiştim nedense: “Siz bizim bölümdeki birinci sınıf öğrencisinin öldürülüşünü gördünüz mü?” Herkes sustu ve bana baktı. “O zaman neredeydiniz Sadık Bey?” diyerek öfkemi sürdürdüm. Ben de görmemiştim olayı; anlatmışlardı. Gururla başımı kaldırdım sınıfa karşı. Murat’a karşılık veriyordum. Oysa Murat’ın bir şey dediği yoktu.
Dersten çıkarken adımlarımı yavaşlattım, Murat’ın bana yetişmesini bekledim. Onu tanımamış gibi yapamazdım. Bir bakıma onu tanıdığımı göstermek istiyordum. Akademik düzenin bozulduğundan yakınan Sadık Beylerin, Refik Beylerin dünyasında yalnız kalmıştım, bunu şimdi anlıyordum. Evet, insanların bana ihtiyacı vardı. Kimse bilmese de ben geçmişi olan bir in. sandım. Başımı çevirmeden, “Merhaba Murat,” dedim babacan bir tavırla. (Oysa ne kadar istiyordum daha tabii davranmayı. Olmadı.) Sonra Murat’a baktım.
III
İnsanın geçmişinden kaçabilmesi için, kendinden kaçabilmesi gerekiyor. Bunu da bilinçsizce gerçekleştirirse sürdürebilir. İnsan hayalinin ürünlerinde, daha çok kalabalıkların yüzyıllardır usanmadan desteklediği eserlerde, kahramanları geçmişin dumanlı yaşantılarına sürükleyen rastlantılar, karşılaşmalar birbirini izler. Bense yaşantılarımda tekrardan korkarım. Bu yüzden, yıllardan beri tanıdığım kişileri, hayatım boyunca, hayatımla birlikte sürüklemek isterim. Nedense Murat, bunlardan biri değildi. Evlenmiştim, eski ve yıpranmış ve bir daha kullanmayacağımı düşündüğüm kâğıtlar gibi, bazı ilişkilerimi yırtıp atmıştım. Murat -nedense- bunlardan biri de değildi. Belki bir çekmecenin uzak bir köşesinde kalmış silik bir yazıyı taşıyan soluk bir kâgıttı. Çünkü biz o zamanlar hızlı bir yaşantı içinde olduğumuzu sanıyorduk. Yaşamak da bir eylemdi. Gülümsedim. Murat gene kendisine gülümsediğimi düşünerek bana karşılık verdi: “Yıllar geçiyor,” dedi. Ben de itiraz etmedim. Kaldığımız yerden eskisi gibi devam ediyorduk. Belki beni şimdi daha çok beğeniyordu. Oysa ben, Sadık Beye. Refik Beye gülümsüyordum Reşit Beye bile gülümsemiş olabilirdim, fakat Murat’a gülümseyemezdim. Reşit Bey bir bilseydi benim bir zamanlar… Neden bazı insanlar, bazı şeyleri hiç bilmiyorlar? Duysalar, dinleseler, hatta karşılarında görseler bile bilmiyorlar. Oysa Reşit Beyle aynı fakültenin ‘öğretim üyeleri’ olarak aynı lokantanın masalarını paylaşıyor, çoğu zaman aynı masada yemek yiyor, karşılıklı bakışıp duruyorduk. Birbirimizin bardağına su koyduğumuz bile oluyordu. “Biraz ekmek buyurmaz mısınız Hocam,” diyorduk birbirimize.
Hocaların anlattıklarına başımı sallıyordum. Haklısınız diyordum. Ne var ki, ortada haklı olunacak bir durum yoktu. Bir şeyler yaşamışlardı, o kadar. Belki de yaşantılarıyla haklı çıkmağa çalışıyorlardı, yaşantı kırıntılarıyla. Ben Paris’te…” diyordu Refik Bey. Bu Paris’in, bildiğimiz Paris’le bir ilgisi yoktu. Refik Bey Parisiydi bu. Yani adamlar çok ilerlemişlerdi. Evet, şarap içmişlerdi tabii: Refik Bey ısmarlamıştı. Başımı sallıyordum. Çok haklısınız hocam. Sonra metroda çok temiz bir işçi vardı: temiz giyinmişti, temiz bakışlıydı, temiz kucağında temiz bir işçi yemek çantası vardı. Herhalde metro bileti de temizdi. Anlayarak hak veriyordum: Bu temizlik meselesi ülkemiz için, insanlarımız için çok önemliydi. Hele bir de Refik Bey gibi biraz temiz oldunuz mu, Batı demek temizlik demekti. “Adamlar…” diye başlayan birçok söz ediyordu Refik Bey bundan sonra. Gerçi müzeler de temizdi, ama Refik Bey gidememişti. Tabii sohbetlerimizde -ben genellikle susuyordum- resim meselesi açılmıyordu. Van Gogh’dan söz edilmiyordu. Ben de Van Gogh’un temizliğini ileri sürebileceğimi sanmıyordum. Resimlerini görmüştüm, kaldığı odaların sefaletini görmüştüm, her ne kadar kullandığı renklerden çarşafların kirliliği belli olmuyorsa da… Hayır. Van Gogh’un temizliğini savunamazdım. İyi ki müzelere gitmemişlerdi ve benim Van Gogh’u tanıdığımı bilmiyorlardı. Yoksa otobüslerde temiz insanlara sürünen pis işçilerimizi kötüledikleri zaman -Batılıların her iyiliği, bizim kötülüğümüz demekti- onlara ‘can ü gönülden’ katıldığıma inanmazlardı. Van Gogh bir papazdı. Van Gogh bir fahişeyi… aman Allahım! Bu kirli insanlar, bir profesör olarak aralarına katılan bir yabancı aracılığıyla dahi, onların ‘harim-i ismet’lerine sokulamazdı. Evet Refik Bey, bu mesele kapatılmalıdır, evet işçilerimizin adam olması için yapılmasını tensip buyurduğunuz işler (bunlar çok korkunç şeylerdi) hemen yapılmalıdır – Evet, ben alçağın biriydim.
Refik Bey, Tanzimattan beri ülkemizin mutlu azınlığının tanıdığı bir aydın ürününün temsilcisiydi. Yani aramızda kendisi olarak bulunmuyordu. Murat İkinci de başka bir şeyi temsil ediyordu; yıllar sonra da aynı fakülteye aynı sınıfa dönerek, temsilcisi olduğu aydınların direncini, kararlılığını göstermeğe çalışıyordu belki de. Refik Bey hastalanıncaya kadar da ‘temizlikçi aydınlar’ın bu muhterem temsilcisi hocadan matematik öğreniyordu. Murat İkinci’nin Refik Beyden öğreneceği başka bir şey yoktu. Matematik öğreneceği de kuşkuluydu. Refik Beyin Murat’dan hiçbir şey öğrenmek istemeyeceğini de ben biliyordum. Murat Beyin öğrenmesi gereken şeyler Tanzimattan beri başkaları tarafından belirlenmişti. Tarih okumamış olsa da Refik Bey bunları biliyordu; Murat’ı dinlemesi mümkün değildi. Onları karşılıklı konuşurken düşünemiyordum. Her balığın, içinde yüzeceği, ayrı bir denizi vardı. “Refik Hocanızın yerine ben geçtim” diyerek gülümsedim Murat’a. Belki başka bir şey söylemeliydim. Fakat ne diyebilirdim? Toplumcu eylemler konusunda mı konuşmalıydım? Beni dinlemezdi. Belki dinlerdi, bir zamanlar birlikte çalıştığı eski bir eylemci ve yeni profesörün sözlerini; toplumsal bir gözlem yapmış olmak için dinlerdi. Çünkü Murat’ın da en az yüzyıldan beri kaderini çizen hocaları vardı ve Murat -Refik Beyin tersine- onları biliyordu, okuyordu, uyguluyordu. Benden ancak benim nasıl bir insan olduğumu öğrenebilirdi Murat. Beni de ancak temsil ettiği toplumcu akım adına öğrenebilir, eylemin yürütülmesi açısından küçük burjuva aydın kesiminin bilim alanındaki bir örneğinin davranışlarını inceleyebilirdi. Bunun dışında ben bir hiçtim onun için. Üstelik Refik Beyin yerini almıştım. Belki de çıkarcı küçük burjuva aydını da olmuştum artık. Ne var ki, bir bakıma, yerini almış bulunduğum Refik Beye oranla talihli sayılabilirdim: Toplumsal sınıflamada yerimi biliyordum.
Zil çaldı, tekrar sınıfa girdim. Teneffüsü koridorda Murat’la birlikte geçirmiştim. Çok konuşulmamıştı. Zil çalar çalmaz sınıfa girdiğim için, öğrencilerimi beklemek zorundaydım: insanlarımıza, hiçbir işaret gerekli uyarıda bulunamıyordu. Zil çalmıştı bu sadece bu hatırlatmadan ibaretti. Ön sırada, ayakta duruyordum. Sıraların üzeri matematik formüllerle doldurulmuştu. Çeşitli soru ihtimalleri düşünülerek çeşitli kopyalar hazırlanmıştı. Temizliğe düşkün hocalarımız için ‘utanç verici bir manzara’ydı bu. Batılı okul sıralarında görülmeyen bir manzara. Batılı öğrenciler kopya kelimesini duymamışlardı bile. Bu kelimeyi biz icat etmiştik. Fakat nedense icat ederken de İtalyancadan ya da Fransızcadan almıştık. Sıranın tahtasını bir örümcek gibi kaplayan formüllere baktım: Bazılarının üzerine daha koyu ve kalın yazılar yazılmıştı: Devrimci ya da karşı devrimci -yani bir bakıma kendi açısından devrimci- çözümler, tutucu matematik formüllerini ezip geçmişti. Tek yol devrimdi, hayır İslamdı, hayır milliyetçilikti. Kopya formüllerinde büyük bir uyum içinde sıraların üzerini süsleyen öğrenciler ülkenin kurtuluşuna çıkan yollar bakımından derin anlaşmazlıklar içindeydiler. Hepsi çok ciddi, hepsi asık suratlıydı bu yazılarda. Karşılıklı tehditler de eksik değildi. Çapraz yazılmış dört satır ilgimi çekti: Bu daha ürkek bir yazıydı, daha da ince yazılmıştı:
Gönül derdiyle düştüm gurbete ben kaç yıldır
Aşk kapısında girdim nöbete ben kaç yıldır
Yarime kavuşunca Allaha şükreyledim
Doydum sevda denilen şerbete ben kaç yıldır
Hadi ordan yalancı, dedim; acemi şair! Gurbete çıkışının tek nedeni, sefaletten kurtulma içgüdüsüdür. Babanın kaderini yaşamak istemediğin için şimdi sıraların üstünü kirletiyorsun. Çok para getiren bir üniversiteye de giremedin. İnsanlardan kaçtığın için de ‘karşıt gruplar’ içinde yer alamadın. Pis ve küçük bir odada kim bilir kaç arkadaşınla birlikte sefalet çekiyorsun. Aman Allahım dedim, bu ne karışık düzen! Başımı kaldırdım: Sınıfa girilmişti, küçük konuşmaların gürültüsü bile kesilmek üzereydi. Tebeşiri aldım, kolumu tahtaya uzattım: İşte size matematik şerbeti. İçen bir daha ayılmaz.
Suratımı asmış, hızlı adımlarla odama doğru yürüyordum. Yalancı ve zavallı şairlere, devrim konusunda bildikleri birkaç cümleden ibaret edebiyatlarını sıraların üzerine dökenlere, dünyayı tanımayan örümcek kafalarıyla insanlığa saçına sapan yasaklar koyan günah işportacılarına duyduğum öfke suratımdan belli oluyordu. Geniş ve uzun koridor karanlıktı. Olsun dedim, içime uygun bir karanlık: Sonunda aşk kapısının filan olmadığı gerçek bir karanlık! Bütün sahtecilere kızıyordum. Ne var ki, bu öfkenin büyük bir bölümü Server Gözbudak öfkesi değildi, hepimizin -yani bizim kürsünün- çok yakından tanıdığı Refik Bey öfkesiydi. Dalgındım, oysa karşıdan bir kalabalık geliyordu. Dalgınlığımla yol vermek istedim kalabalığa, kenara çekilmek istedim. Olmadı, biri kolumdan tuttu: Dekan Adnan Bey. “Haydi bakalım Server Bey, biraz da gençleri dinlemek lâzım,” diyerek koluma girdi. Yani mesele böyle sıradan bir şekilde başladı. Oysa hemen anlamalıydım: Dekan beni sevmezdi. Durup dururken koluma girmezdi. Hatta, koridor karanlık olduğu için, her zamanki gibi beni görmezlikten gelirdi. Ama, söylediğim gibi, dalgındım, öfkeliydim. Murat’ı görmek de galiba biraz kafamı karıştırmıştı. Bu nedenlerle, “Gençler forum yapıyorlar, bizi de çağırmışlar,” diyerek beni kolumdan çekince ben de yarı uyanık, yarı dalgın sürüklendim. Bu arada, kendime gelip, “Dur yahu, benim bir saat dersim vardı.” gibi zayıf bir direnişte bulunmak istedim, ama dekan, “Serverciğim -daha önce bana böyle hitap etmemişti hiç- forum olunca derse kim girer?” diyerek bu endişemi dağıttı. (Oysa şimdi çok iyi hatırlıyorum -o zaman nedense aklıma gelmemişti, bu aklıma zamanında gelmeyen şeyler yüzünden çok kaybım oldu- dekan Adnan, olaylı günlerde, ‘çocuklar nasıl olsa gelmez’ mantığına güvenerek derse girmeyen bir iki hoca hakkında soruşturma açmaya bile kalkışmıştı. Allahtan üniversite özerkliği vardı, yani işleri kendi içimizde hallediveriyorduk. Neyse.) İşte böylece Reşit Beyin deyimiyle, “âdeta rızanı hilâfına’ toplantı salonuna götürüldüm.
Bize en ön sırada yer ayırmışlardı. Gerçi talebede Refik Beyin zamanındaki hürmet kalmamıştı -hatta benim ilk zamanlarımdaki hürmet de kalmamıştı- ama gene de bir hürmet vardı işte. Fakat önce öğrenciler konuştu. Çünkü, bu günlere gelinceye kadar çok beklemişlerdi. Kendilerine, törenlerde, biz konuştuktan sonra bile hiç söz verilmemişti. Çok beklemişlerdi. Onun için şimdi iyi konuşamıyorlardı. Paslı bir silâh gibi tutukluk yapıyorlardı. Çoğu zaman da, gittikçe artan uğultu yüzünden ne söylediklerini duyamıyordum. Duyamadığım sözler durmadan alkışlanıyordu. Biz, hocalar kesimi alkışlamıyorduk. Tarafsızlığa özen gösteriyorduk. Oysa, işle kürsüdeki genç, daha önce konuşanlara oranla ustalaşmış sesiyle, bizi taraf tutmaya çağırıyordu: Doğrudan yana, halktan yana taraf tutmalıydık. Taraf tutmayanlar bize karşıdır arkadaşlar! Karşı tarafı tutuyorlar demektir onlar! Arkadaşlarımızı öldürenlerden yana olanlardır, seslerini çıkarmayanlar! Çünkü, atılan kurşunlara karşı tarafsız kalınamaz! Gürültüler artıyordu. Herkes buraya gelip hesap vermelidir. Kavgaya katılmanın değil, katılmamanın hesabını vermelidir. Kulaklarım uğulduyordu. Basit ve keskin sözler anlamlarının ötesinde yankılar yapıyordu. Adnan Beye baktım: Kollarını kavuşturmuş, ifadesiz ama ciddi gözlerle izliyordu olup bitenleri. Benim kollarım iki yana sarkmıştı. Benim dekan olmam oldukça güçtü. Hayır, haykırılan sözlerin büyüsüne kapılmış değildim, fakat ne bileyim, meselenin içine girmiştim. Meselâ öğrencilerin daha iyi konuşmasını istiyordum. Onlar beni üzen beceriksizliklerin içine düştükçe, durumlarını kurtarmak için ne yapmaları gerektiğini söylemek istiyordum bulunduğum yerden. Kürsüye de o kadar yakındım ki. Dekan Adnan Bey görünmeyen kollarıyla beni tutmasa, kim bilir kaç kere yerimden fırlamıştım. İşte gene bir genç, hayır âdeta bir çocuk, fırlamıştı yerinden. Kürsüye koşuyordu. Ona engel olmak istiyorlardı. Herhalde hesapta bu yoktu. Herhalde hayatında ilk olarak yerinden fırlıyordu. Onu tutamadılar. Beni tutmuşlardı. Kendime baktım: Adnan Bey gibi kollarımı kavuşturmuştum. Kendimi bir yabancı gibi seyrediyordum. Kürsüye bakıyordum: kendimi yerinden fırlayan genç öğrencide seyrediyordum. Çok yazık olmuştu; ona engel olamamışlardı, işle kürsüde soluk soluğa susuyordu. Bense hep konuşmağa çalışmıştım. Tabii bizim zamanımızda kürsü filân yoktu. Meyhaneler, parklar, arkadaş evleri vardı. Sabahlara kadar soluğu tıkanarak konuşmak vardı. Ertesi sabah ağızda ve kafada duyulan acılıkla uyanmak vardı. Fakat böyle bir kürsü yoktu. Daha ilk sözü söylemeden yüzlerce gözün karşısında kendini bulmak yoktu. Bir kert ağzını açtı genç öğrenci, arkadaşlar! dedi. Bu kadarını ben de yapabilirdim. Ondan daha ileri gitmesini bekliyordum. Ben, Adnan Beyin yanında kollarımı kavuşturarak oturacak kadar ileri gidebilmiştim. Benden bu kadardı. “Arkadaşlar,” dedi zor duyulur bir sesle genç adam. Sanki biraz büyümüştü, yaşlanmıştı. “Çok heyecanlıyım arkadaşlar,” dedi. “Konuşamayacağım.” Arka sıralara baktım: örgütçüler ferahlamış gibiydi, gülümseyenler vardı. Başımı çevirdim: Bizim akademik kariyercilerin yüzü de yumuşamıştı, Kurul toplantılarından çok iyi tanıdığım bir ifade gelmişti yüzlerine: Bunu da atlattık yüzünü takınmışlardı hemen. Ben de herhalde ferahlamıştım. Öyle olmalıydı. Ama ne yazık ki, hiçbir zaman hangi taraftan olduğumu tam bilemediğim için, gerçek duyarlığımın ne olduğunu çıkaramıyordum. Canım dedim, iki taraf da rahatladı, bir ile birin arasında başka tamsayı yoktur. Basit matematik de işin içinden çıkamadığım zaman başvurduğum bir kurnazlıktı. Yani meselâ diyelim ki biri, tam bu sırada içimi dinliyordu ve insanlarımızın çoğu basit aritmetik kurallarının bile farkında olmadıktan için ben de durumu kurtarıyordum. Demek, diye düşündüm, benim gibi insanlardan profesör yapmağa kalkarsınız bu kadar olur. Kimse kendi kişiliği ile profesör olamaz, dedim hınçla.
Oysa durum açıklığa kavuşmamıştı. (Kalıplardan oluşan kapma düşüncelerimi işte böyle beylik kalıplarla ifade ediyordum.) Yani, genç adam bir türlü kürsüden inmek bilmiyordu. Daha doğrusu inmeyi bilemiyordu. Orada takılıp kalmıştı. Çabaları sonuç vermiyordu. Arka sıralarda (ve en ön sırada) hafif bir huzursuzluk başlamıştı. Genç adama bütün kalbimle acıyordum. Kendime bütün kalbimle acıyordum. İkimiz de görünmeyen kuvvetlerin oyuncağıydık. Bizi bırakmazlar dostum, dedim. Ve bize, bizden başka kimse acımaz. İşte kürsüden aşağı iniyordu. Hep böyle olmuştur. Tarih boyunca bunun tersi bir olay görülmemiştir. Bekleyen dervişlerin evrenidir bu. Soğuk ve acımasızların kaybettiği görülmemiştir. Ancak rüyalarda bir şeyler olur.
Ona sesimi bir duyurabilseydim. Beni bu kalabalığın içinde kuşatan tutucu azınlığı bir aşabilseydim. Rüyada olmak istedim birden: gözlerimi kapadım. Ve birden, gerçekten, evet rüyada filân değil, gerçekten, “Arkadaşlar!” çağrısını bir daha duydum. Gözlerimi aça- bilir miydim? “Arkadaşlar!” Bu sesi rüyamda bilmem kaç kere duymuştum: “Arkadaşlar! Buraya sizlere bir öneride bulunmak için geldim. Beni dinliyor musunuz arkadaşlar?” Dinleyeceklerdi, başka çareleri yoktu (yani arka sıradakilerin ve en ön sıradakilerin başka çaresi yoktu. Çünkü soğukluğun ve acımasızlığın büyüsü bozulmuştu. Demek mesele bu kadar kolaydı. Boşuna geçirdiğim yıllara acıdım birden.) “Arkadaşlar, demek istiyorum ki, buraya biz boşuna toplanmadık. Şehit verdiğimiz arkadaşımızın arkasından ağlamak için toplanmadık.” Gözlerimi açtım: Genç adam ağlayabilirdi. Hayır olmazdı. Ona en sert bakışımla baktım. Onu tanıyordum, evet tanıyordum. Benim öğrencilerimden biriydi. Beni gördü herhalde. Belki beni gördüğü için, belki de bir mucize sonucu, oraya, kürsüye ağlamak için çıkmadığını gerçekten hatırladı birdenbire. Başka türlü olamazdı: tecrübesi yoktu çünkü. “Onu hiç unutmamak için buraya getirmeliyiz arkadaşlar! Onun başında gece gündüz nöbet beklemeliyiz.” “Onu hep burada tutamayız!” diye bağırdı ona sıralardan biri. “Tutabiliriz arkadaşlar! Onu hep aramızda tutabiliriz.” Durdu. “Nasıl?” diye sordu ona sıradaki. İş çığırından çıkıyordu, ön ve arka sıralar kontrolü kaybediyordu. Her an bir kaza çıkabilirdi. Genç adam bütün gücüyle, belki de hayatında ilk defa kendi olarak, kendi sesiyle bağırdı: “Onu bahçeye gömelim arkadaşlar! Bahçedeki heykelin altına gömelim onu!” Dünya ekseninden çıkmıştı ve burada, bu eski salonda, Hamlet’in bile aklına getiremeyeceği bir çılgınlık ileri sürülüyordu. “Evet!” dedi orta sıradaki genç. Sonra evetler arttı, bütün salonu sardı. Evetler yerlerinden fırlıyorlardı, kürsüye koşarak teklif sahibi genç adamı kucaklıyorlardı. En ön sırada oturan ‘sağduyu’da ise belirgin bir huzursuzluk görülüyordu: Bu işin sonu ne olacaktı? Birden bu işin sonu bizi sardı. Hayır onları sardı: Ben onlardan biri değildim artık. Onlarla hiçbir ilişkim yoktu artık. Nasıl olurdu ki? Biraz önce kürsüde konuşmuştum: ‘Sağduyu’nun canına okumuştum.
Bütün gözler bize çevrilmişti. (Bir olay yaşanıyordu; bu nedenle ben de ‘olayların dili’ ile düşünüyordum.) Bir eyleme doğru gidiliyordu ve en ön sırada oturan ‘bilim’, ‘eylem’ tarafından kuşatılmıştı. “Hocalarımız da konuşsun!” diye bağırıldı. Başka çare kalmamıştı. Onlara neler söyleyebileceğimi düşünürken. Adnan Beyin yavaşça yerinden kalkarak kürsüye doğru yürüdüğünü gördüm. Koltuğumun kenarlarını hırsla sıktım: gene zamanında davranamamıştım. Oysa benim toplumcu hareketlerle dolu bir geçmişim vardı. (Gerçekten bunu ileri sürebilir miydim? Bilmiyorum işte, ben konuşmak istiyordum. Herhalde Prof. Adnan Targa’dan toplumcuydum.)
“Genç arkadaşlarım,” dedi Adnan Bey – ben düpedüz ‘arkadaşlar’ derdim. Ve kürsüye yumruğumu vururdum. (Çok şey kaçırıyordu bu genç eylemciler.) Bütün gücümle Adnan Beyi izlemeğe çalışıyordum. Ancak şimdi durumun garipliğini sezer gibi oluyorum. Sanki bu konuşma için hazırlanmıştı Adnan Bey “Üzüntülü ve heyecanlı günler yaşandığını biliyorum” dedi, “İnsanlar matematikçi olsalar veya matematikçi olma yolunda ilerleseler bile, bugünlerde içinde bulunduğumuz olayların etkisinden kurtaramazlar kendilerini.” (Gülüşmeler oldu.) “Biz de bu gidişi beğenmiyoruz genç arkadaşlarım: Öğrencilerimizin kırılıp gitmesine seyirci kalmak istemiyoruz. Fakat ne yapabiliriz? Bu olayları nasıl önleyebiliriz? Sizlere nasıl yardımcı olabiliriz?” (Birbirine karışan tekliflerin gürültüsü.) “Heyecanlarınızı anlıyorum genç arkadaşlarım! Fakat her kafadan bir ses çıkarsa biz ne yapabiliriz?” (Yürüyelim sesleri. Saygı duruşu sesleri.) Adnan Bey yalnız, ‘saygı duruşu sesleri’ni duydu, “Evet, saygı duruşu, arkadaşlar,” dedi; dikkatle saatini yelek cebinden çıkardı: “Ölen arkadaşımızın hatırası için sizleri bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.” (Beş dakika sesleri.)
Hepimiz ayağa kalktık. Sesler kesildi. Bana göre, heyecan yatışıyordu. Adnan Bey, başını önüne eğmiş, saatine bakıyordu. Bir ses duyuldu (bu sesi tanıyordum): “Onu bahçeye gömecektik!” (Saygı duruşuna da saygı kalmamıştı.) “Onun tabutunu buraya getirecektik!” (Sus sesleri.) “Susmuyorum. Bizi oyalıyorlar!” “Saygı duruşu sona erdi.” dedi Adnan Bey, saatini cebine koyarak. “Önerime karşılık ver!” diye bağırdı, tanıdığım ses. Adnan Bey, ancak benim sezebileceğim kadar sinirlendi: “Genç arkadaşlarımızın teklifleri üzerinde bir karara varacaksak, bunu önce görüşmeliyiz,” dedi. “Tabii daha önce, bu toplantıyı bundan sonra benim idare etmem isteniyorsa, ona karar verilmeli.” (İdare et, idare et sesleri.) “Sayın arkadaşlar, bu seslerin bana bir yetki verdiğini kabul ediyorsak,” (Evet evet sesleri. Uzatma sesleri.) (Ah sayın dekan! bizim toplantıları yönettiğin zaman da sana böyle seslenebilseydim.) Dekan birden sesini yükseltti: “Kaybettiğimiz arkadaşımız için burada istediğiniz töreni yapabiliriz. Fakat onun burada, bahçeye gömülmesi benim yetkilerimi aşar arkadaşlar! Ben hükümet değilim, ben belediye değilim.” (Yuh sesleri, biz her şeyiz sesleri.) “Fakat siz istediğinizi yapabilirsiniz arkadaşlar! Size engel olamam, ben jandarma değilim, ben polis değilim! (Bravo sesleri, alkışlar.) Acınızı anlıyorum.”
Hayır, onların acılarını anlamıyordu. Vaziyeti idareden anlıyordu. Oysa biraz önce aynı kürsüden vaziyeti idare edenlere karşı ne sözler edilmişti. Ben bile biraz kendimden utanmıştım ve en çok Adnan Bey adına utanmıştım. İşte demiştim, ülkenin tarihinde ilk defa gerçekleri bulandıranların yüzlerine karşı, onların ne mal oldukları söyleniyor. Bu tarihi bir fırsattı. Evet, çok iyi hatırlıyorum, belki gülünç görünecek ama, birtakım tarihçiler olsaydı salonda, diye düşünmüştüm; bu önemli anları bir tarafa yazsalardı, diye düşünmüştüm. O zamanlar, yani olayların daha önemli bir yoğunluk kazanmadığı bir dönemde işte böyle düşünmüştüm.
Aslında, bugünlerde, yani bunları yazdığım sırada, kafamın oldukça dağınık olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle, öldürülen öğrenci için yapılan toplantıda neler düşünüyordum, daha sonra aynı olaylan kafamda canlandırırken neler düşündüm ve şimdi bunlar hakkında ne düşünüyorum diye kesin ayrımlar yapabilecek durumda değilim galiba. Belki de bu yüzden, zaman zaman çok akıllı uslu sözler ediyormuşum gibi görünebilir, sonra da aynı akıllı görünen adamda, insanları hayal kırıklığına uğratabilecek davranışlar ortaya çıkıverir. Yalnız şunu söyleyebilirim: Bütün bunları ben yaşadım, ben söyledim. Ama neyin tam ne zaman olduğu, yani tarihçilerin ‘kronolojik’ dedikleri sıra bakımından bir kesinlik taşıdığını ileri süremem. Zaten zaman nedir ki? Belki birçok kişi, benim gibi, yaşadığı olayların sırasını değiştirmek için kim bilir neler vermezdi! (Olaylar ilerledikçe, özellikle benim, böyle bir zaman düzenlemesine ne kadar ihtiyacım olduğu görülecektir.)
O zamanlar belki bu kadar bilinçli görmüyordum, fakat hiç kimse, hiçbir şeyin farkında olmadığımı ileri süremez. Evet, çok belirli olmasa da, yukarıda sözü geçen toplantıda bazı şeyleri görüyordum: Gençlerin kürsüden saldırılarını yoğunlaştırdıkları sırada, artık Adnan Beylerin, Reşit Beylerin işlerinin bitirildiğini sanıyordum. Hatta hu eski vaziyetidarecilerine biraz acıyordum. Adnan Beyin kürsüye çıkması bile bir cesaretti. Konuşmasından önce ondan beklediğim tek konuşma, bizim dönemlerin deyimiyle ‘otokritik’ gençlerin deyimiyle ‘özeleştiri’ydi. Hem de herkesin biraz yüzünü buruşturmasıyla karşılanacak zavallı bir özeleştiri. Oysa Adnan Bey, bir futbol yıldızı gibi, yenik takımının kaderini bir anda değiştirmeyi başarmak üzereydi. Üstelik kazandığını sanan taraf da durumun hiç farkında değildi. Her an bir facia olabilirdi. Hava kararıyordu. Belki de biraz başım dönüyordu. Evet, muhakkak bir garipliğim vardı. Çünkü Adnan Beyin sözlerini tam ne zaman bitirdiğini farkedememiştim. Birden yanımda gördüm onu. Alkışlanıyordu. Oyuna gelmişlerdi. Kürsünün boş olduğunu gördüm ve yerimden kalkarak kürsüye yürüdüm. Bu, salonun çeşitli yerlerini tutmuş ‘örgütçüler’in bile beklemediği bir şeydi. Birden ön sıralardan gür bir ses, “Simdi de Server Gözbudak konuşacak!” diye bağırmayı akıl elti. Öyleydi işte: Eşitlik ilkesine göre davranılıyordu, kimsenin unvanı söylenmiyordu. Kürsünün çevresinde ayakta duran gençlerden biri, yanındakinin kulağına eğildi: “Bu Server Gözbudak da kim?”
IV
Evet kim oluyordu bu Server Gözbudak? Nereden çıkmıştı birdenbire? Bu salonda ne işi vardı? Küçük sınıflara derse gitmez, o yüzden yeniler tanımaz onu. Yok canım, onu demek istemiyorum. Servet Beyin kim olduğunu biliyoruz elbette, eğer bu mektepte okuyorsak. Burada ne işi var demek istedim. Bu ülke, soruların yanlış sorulması yüzünden batıyor zaten. Saçmalama. buraya, bu toplantıya nerden geldi yani? Koridorda gördüm: Dekan Adnan Bey koluna girmiş getiriyordu. Haklısın, gerçekten soruyu şimdi buldum galiba: Neden, şu hiç konuşamayan öğrenci gibi birden fırladı kürsüye? Şimdi anlaşıldı: Senin ilk sorun doğruymuş: Evet bu Server Gözbudak da kimdi?
Server Gözbudak bundan kırk kusur yıl önce doğmuştu. Çocukluğunda toplumsal sorunlar yoktu. Yalnız o günlerin gazetelerinde, “vatan haini” olarak nitelendirilen bazı kimselerin çamur gibi mürekkeple basılmış karanlık fotoğrafları vardı. Bir de karneyle alınan kara suratlı ekmek vardı. Başka bir şey yoktu. Belki şimdi inanmazsınız ama kurşun kalem bile yoktu harp yıllarında. Belki o yüzden kalemi kuvvetli muharrirler de yoktu. Hayır, şaka değildi: Almanlar kalem göndermedikleri için, kalemtraşla açılırken, daha kullanmadan kırılarak bilen yerli kalemler vardı. O zamanların Server’i kendi kendine sorardı: Almanlar neden kalem göndermiyorlardı? Hayır, savaşan bir ülkenin zorluklarını anlayamayacak kadar küçük değildi, ama gene de Almanlara kızıyordu: Neden Almanlar ‘Kale Resimli’ kalemleri karaborsacılara teslim ediyorlardı. Babası dürüst bir ‘münevver’di Server’in. Annesi de öyleydi. Oğullarını toplumsal sorunlardan korumak istiyorlardı. Gazeteler de insafsızdı, yani baştaki vaziyetidarecileri insafsızdı: intihar haberleri bile yazılamıyordu. Kötülükler yazılmazsa, insanlar bu kötülükleri duymazlardı, bu kötülükleri öğrenmezlerdi. Devlet Baha sevgili çocuklarını ‘muzır cereyanlar’dan aynı titizlikle koruyordu. Yahu böyle şey olur muydu? Buna çocuklar gülerdi. Server daha ön beş yaşına gelmeden -çocuk olduğu için- buna gülüyordu. Ne var ki ‘buna’ büyükler gülmüyorlardı. Bazı insanların ‘anasını ağlatıyorlardı.’ Server sadece gülüp geçmiyordu üstelik. Bir de heyecanlanıyordu. Bazı topluluklarda, ezberden okuyordu. ‘bazı’ yasaklanmış şiirleri. Evet belki şimdi de, yani vurulan öğrenci için yapılan toplantıda, belki aynı nedenle- birdenbire kürsüye doğru yürümüştü. Üstelik, o ‘bazı’ şiirleri okuduğu günlerde bir toplantıda -biraz da içki içilmişti- genç bir adam bir fırsatını bularak, karanlık bir köşede onu uyarmıştı. Biraz daha dikkatli olamaz mıydı? Ben seni çok sevdim. demişti genç adam; ama her toplulukta kötü niyetliler bulunabilir. Kötü niyetliler mi? Ne demek? Ne demek olduğunu çok sonra anlamıştı.Fakat şimdi kürsüye doğru yürürken artık onu durduracak, onu uyaracak kimse yoktu.
Bu yeni bir maceraydı. Olaylar gelişirken kendilerini izlemesini bilmeyenler, birdenbire bir maceranın ortasında çaresiz kalırlardı. Artık çok geç olmuştu. Kendimi uzun süre gizlemesini becermiştim. Ama sonunda kendimi ele vermiştim. Belki bu nedenle iyi aileler kızlarını benim gibilere vermiyorlardı. Karım geçmişimi biliyordu. Bu yüzden her sabah evden çıkışımı endişeli gözlerle izlerdi: Üstümü başımı kirleteceğimden, fena çocuklardan kötü huylar kapacağımdan korkuyordu. Oysa kirli geçmişimi unutturmak için her gün ne soytarılıklar yapıyordum. Aslında geçmişim kirli sayılmazdı. Her şeyi zamanında bitirmesini başarmıştım. Ne var ki, yeni bir maceraya susadığım anlaşılıyordu. Karımın endişeli gözleri haklıydı.
“Olayların heyecanına kapılıp sürüklenmekle hiçbir şey çözümlenemez.” diye başladım söze. “Belki farkında değilsiniz, ama burada görüşülen sorunlar, heyecanın ötesinde bir ciddilik ve soğukkanlılıkla ele alınması gereken bir önem taşımaktadır. Biraz önce sayın dekanı dinlediniz. Kendileri, benim gücümü aşan bir ustalıkla sizlerin heyecanına ortak oldular.” ‘Ustalık’ sözünü söylerken Adnan Beyin tepkisini izledim: ancak, ‘Yönetim Kurulları’na katılan dikkatli bir hocanın sezebileceği biçimde, hafifçe kımıldadı yerinden. Çok kımıldamadı: çünkü acemice harcanmış bir söz olabilirdi bu ‘ustalık’. “Ben yıllardır bütün topluluklarda, bütün toplantılarda, silik bir izleyici ve belki kötü bir dinleyici olmaktan öteye gidemediğim için, sayın Adnan Targa’nın sürükleyici havasını getireceğimi sanmıyorum sizlere. Bir arkadaşınız yeni öldü, biliyorum (Öldürüldü sesleri.) Ben savcı değilim arkadaşlar hakim değilim (Adnan Bey, daha belirgin bir hareket yaptı yerinde.) Ölen arkadaşınızı, olaydan hemen sonra uzaktan şöyle bir gördüm. (Onu öldürdüler sesleri.) Ölüm karşısında gösterilen her tepkiyi anlıyorum. Ölüm karşısında, güzel söz söyleme sanatı bile çaresiz kalır. (Uzatma sesleri.) Hayır uzatmayacağım: bunu belirtmek istiyordum. Yalnız sayın dekanımız büyük acınız karşısında çaresizliğini belirttiler. Genç arkadaşınızın bahçedeki çimlerin hemen altına, heykelin önüne gömülmesi konusunda çaresizliklerini anlattılar. Her şeyin çaresi vardır arkadaşlar! (Evet, Adnan Targa yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, fakat benden gene de çok aykırı bir söz beklemediğinden olacak, tekrar oturdu.) Her teklif gibi, bu öneri de (onların anlayacağı biçimde konuşuyordum) yönetim kurulumuzda görüşülebilir, karara bağlanabilir. (Dekan şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Salonda uğultu dayanılmaz biçimde artıyordu. Arka sıralarda hep bir ağızdan bağırılıyordu: “Bahçeye gömülsün! Bahçeye gömülsün!” Kimse, özelikle ön sıradaki ‘akademikler’ benden böyle bir teklif beklemiyordu. Belki ben bile kendimden bunu beklemiyordum. Yalnız bir kişi bunu benden, yıllardır korku içinde bekliyordu: Karım) Siz isterseniz her ciddi öneri gibi bu teklif de ele alınabilir, oylanabilir. Her dilekçe gibi işlem görebilir siz isterseniz. (Özet: İkinci Kat koridorunda, 305 no.lu anfide karşıt görüşlü iki genç arasında meydana gelen çatışma sonunda aldığı üç tabanca yarası yüzünden öldüğü morg raporu ile sabit öğrencinin, fakülte iç bahçesinin ortasındaki heykelin altına defni ile ilgili toplu öğrenci dilekçesi hakkında) Dekanımız da burada, öteki yöneticiler de. Bu konuda ilk görevleri yönetim kurulunu toplamaktır. Siz de toplu dilekçenizi veriyor musunuz arkadaşlar?” Kürsünün çevresi sarıldı. Yerden yükseltildiğimi hissettim. Dünya çığırından çıkmıştı ve öldürülen bir öğrencinin üniversite bahçesine gömülmesini isteyen arkadaşlarının teklifini yönetim kuruluna getirmek isteyen silik bir matematik profesörü, bir Hamlet olarak omuzlarda taşınıyordu.
Birden kalabalığı sınırlı bir şekilde yararak kürsüye ilerleyen Adnan Bey görüldü. Yetkili bir kimse olduğu için davranışı ilgiyle izlenildi: Bütün başlar o tarafa çevrildi. Hamlet omuzlardan indirildi. Kürsüde yerini alan Polonius, bir saray nazırından beklenmeyen bir çıkış yapmıştı. Hamlet bile onun artık belini doğrultamayacağını sanıyordu. Server Gözbudak’ın beklenmedik teklifi onu çileden çıkarmış olmalıydı. Fakat, hayır: Adnan Targa, kendisi değildi ki; Adnan Targa bir dekandı ve ‘statüko’nun her ne pahasına olursa olsun savunmasını yapmak durumundaydı. Bu nedenle ek ödenek alıyordu, bu yüzden ayrı bir çalışma odası, bu nedenle bir sekreteri vardı. Gene bahçeye gömülsün kalabalığının karşısına çıkmıştı; ne var ki, yüzünün değişik durumundan, sesinin de bu sefer değişik çıkacağı anlaşılıyordu. Server Gözbudak. omuzlarda taşınmış olmanın tatlı sarhoşluğuna rağmen, bu bakışlar karşısında ürperdi. “Ben bu kürsüye omuzlarda taşınmak için çıkmadım.” dedi dekan. Kalabalığın karşısında tek başınaydı, ama arkasında ‘kamu görevlisi’ olmanın verdiği binlerce yıllık bir güven duygusu vardı. Server Gözbudak, bu toplu gücün karşısında Server Gözbudak olarak -ve belki, bir de, omuzlarda Hamlet olarak- zavallı konumunu hissetti birdenbire. Kamu görevlisi, özetle şöyle konuştu: “Ben bu kürsüye, size karşı bir grubun sözcüsü olarak da çıkmadım (nedense yuh sesleri). Ben buraya, öğrencisinin acısını anlayan bir hoca olarak çıktım. Ama öğrencisine yaranmak, onun koltuğu altına sığınmak isteyen zavallı bir hocanız olarak bulunmuyorum karşınızda. (Hamlet de hesaplarında yanılmıştı. Kralın zehirli kılıcı onu öldürmüştü. Server Gözbudak kendisini, devletin bir zırhlı arabası karşısında, yayını germeğe çalışan zayıf bir köylü isyancısı olarak görüyordu. Ve ok yaydan fırlamıştı. Savaş başlamıştı Adnan Targa, yerinden kalkmağa çalışan Server Hocaya gözünün ucuyla şöyle bir baktı. Server Hoca yerine oturdu; Dekan sözlerine özetle şöyle devam etti.) Sizin heyecanınızı istismar etmek isteyen kimse, elbette sizi yanlış yollara sürükleyecektir. (Allahtan yuh sesleri.) Yönetmelikleri hepinizden iyi bilmesi gereken bir kimse, nasıl olur da… (Bahçeye gömülsün sesleri arasında, sözlerinin sonu duyulamadı.) Size bu aklı verenler (Gürültüler… Yahu bu adam benden söz ediyordu. ‘Sorumluluğunu bilen yetkili kişiler’in dili ne kadar başkaydı. Oysa, Serverciğim, çocukların heyecanını görüyorsun; onları sonu olmayan yollara sürükleyeceğiniz yerde, deseydi. Ben de Adnan Beyciğim, bu karışık ortamda bize tarihi bir görev verildi; çocukların yanında her ne pahasına olursa olsun yer almalıyız, diye karşılık verebilseydim. Olmuyordu; sözler her zaman gerçek olmayan bir düzeyde yer alıyordu. Öldürülen öğrencinin hikâyesi, ‘görgü tanıkları’ tarafından bir türlü anlatılıyordu, morg raporlarına başka türlü geçiyordu. Gazeteler de haberi başka türlü yazıyorlardı. Mecliste ‘muhalefet mensupları’ kürsüden başka türlü dile getiriyorlardı. Sonra bir akşam, çıplak bir bekâr odasında ‘merhumun yakınları’ olayı, daha önceleri anlatılanlardan çok başka bir biçimde, olağanüstü bir havada arkadaşlarına yansıtıyorlardı. Bence insanlar bu yüzden anlaşamıyorlardı: Herkes başka dili konuşuyordu. Özellikle, Adnan Bey gibi ‘yetkililer’ böyle bir ölümden, kamyona yüklenirken düşüp kırılan bir eşyanın başından geçenleri anlatır gibi ‘bahsediyorlardı’.) Ben, dekan olarak isteklerinizi elbette gerekli kurullara ileteceğim. Yalnız şu kadarını belirtmek isterim ki, acılarınızın yanında yer almayan biri olarak düşünmeyin beni, insanları bu konuda uyarmak için sokaklarda yalınayak yürümek de gerekse üzerime düşeni yaparım. Ama (bana bakarak) ucuz kahramanlıkların peşinde olmadığımı da bilmenizi isterim.” (Alkışlar.)
Ona cevap vermeliydim. Her türlü ölçüyü kaybetmiştim. Hemen orada yalınayak, kürsüye fırlayabilirdim. (Fırlasaydın ya.) Olmadı. Toplantıyı düzenleyenlerden biri, uzun boylu, sakallı bir genç, hem de ağır adımlarla kürsüye yürürken, ben öfkeyle Adnan Beyin ön sırada yerini alışını seyrediyormuşum. Başımı çevirdiğim zaman her şey bitmişti. Genç adam konuşuyordu:
“Kimseden davamız için bir şey beklemiyoruz arkadaşlar! Neden bekleyelim? Bizim yanımızda yer aldıklarını söyleyenler, öldürülen arkadaşımız gibi, çok fakir bir aileden mi geliyorlar da onların bizimle birlikte hareket edeceklerini düşünelim. Bizden yana görünenler de aslında bizim karşı olduğumuz bir düzenin parçalarıdır. Öldürülen arkadaşımızın acısını ancak onun gibi her an öldürülme tehlikesi içinde olanlar anlayabilir. Bugün burada anısına böyle büyük bir toplantı yapılan arkadaşımız bir bakıma talihliydi. (Arkadan bir ses: Olmaz olsun böyle talih!) Evet, o talihliydi arkadaşlar: çünkü onu aramıza, her gün dolaştığımız bahçeye gömmeyi tartışıyoruz burada. Büyük bir şairimizin dediği gibi ölüm bile insanlara adaletle davranmıyor oysa. İşte şimdi size bir masal anlatacağım (Masal istemiyoruz sesleri.) Evet anlatacağım:
Uzak bir taşra kasabasında, bir çatışmada öldürülen bir kahramanın masalını anlatacağım size arkadaşlar. Olay bitmişti, hava kararıyordu, ölü ortada kalmıştı. Ölenin yakınlarına cesedi almaları bildirildi. Sonra, kahramanımızın ailesi adına uzak ve büyük bir şehirden üzgün ve yorgun bir adam geldi. Bu adam üzüntüsünü kısa zamanda unutmak zorunda kaldı: Ölü kahramanın taşınması büyük sorunlar ortaya çıkarmıştı. Taşımacılar yetkililerle başlarının derde girmesinden korkuyorlardı. Yetkililer de yönetmeliklere uygun bir ölü taşımacılığı konusunda gerekli kolaylıkları göstermiyorlardı nedense. Ölü kahraman ve akrabası ortada kalmışlardı. Sonunda ikisini de götürecek bir kamyonet bulundu. Ölü kahraman arkaya, öteki de şoför mahâlline yüklendi; uzun bir yolculuk başladı. Yolcular şehre ulaştıkları zaman bir yetkili duvarla karşılaştılar. Orada geceyi beklemeleri gerekiyordu ve hiçbir tören yapılmadan doğru mezarlığa gideceklerdi. Mezarlıkta gerekli tedbirler alınmıştı. Karanlığa kadar yetkili duvarın önünde beklediler. Mezarlıkta küçük ve seçkin bir kalabalık onları bekliyordu. Ölü kahramanın annesi de bir kenarda duruyordu. Mezarcılar, ölü gömme yetkilileri, bazı üniformalılar… kısacası din adamlarının dışında herkes bu işi bitirmek için üzerine düşeni yapmak üzere hazır bekliyordu. Olağanın dışında yalnız mezar çukurundan biraz ötede ışıklarını yakmış olarak bekleyen bir traktör vardı. Burası mezarlığın en uzak köşesinde büyük ve boş bir alandı. Kamyonet durunca ilk olarak en yetkili kişi görevini yerine getirdi: Elindeki gümüş saplı kırbaçla şoförü, yani para hırsı yüzünden böyle yüz kızartıcı bir hizmeti üzerine alacak kadar vatan sevgisinden yoksun bu sefil esnafı iyice, ama suç aleti olan kamyoneti kullanmasına engel olmayacak kadar dövdü. Sonra ikinci suçlu, ölü kahraman indirildi ve hemen çukurdaki yerini aldı. Topraklar da aceleyle tabutun üstünü örttüler. Sonra gümüş saplı kırbaçla traktöre işaret edildi. O tarafa çevrilen gözler traktörün önünde bir toprak yığınının olduğunu farkettiler. Büyük makine önündeki bıçağıyla bu yığını mezara yaklaştırdı. Ve kısa bir süre içinde mezar ve çevresini tanınmayacak duruma getirdi: Yani orada biraz önce hiçbir şey yapılmamıştı sanki. Mezarlığın bu uzak köşesi eskisi gibi düz ve boş bir alandı.”
Evet, istenilen olmuştu: Beni çileden çıkarmışlardı. Artık başka bir şey düşünemiyordum. Bir intikam kılıcı olmuştum. Yalnız gümüş saplı kırbacı olan yetkiliyi düşünüyordum. Çok güneşli ve çok günde kırbacını alarak küçük bir kazma tutuşturuyordum eline. Ve aynı mezarlığın aynı uzak köşesinde kırbacı sallayarak bilinmeyen mezarı aratıyordum ona geniş ve düz alanın her yerini kazdırıyordum. Şişmandı, göbekliydi, yaşlıydı. Çabuk yoruluyordu. Fakat yaman bir intikam kılıcı olarak kırbacımı durmadan sallıyordum havada; durmadan aramalısın diyordum; kaybettiğin gibi bulmalısın onu. İçecek su bile vermiyordum ona. Daha bin türlü kötülük yapıyordum ona. Ablak suratından akan terleri bile silmesine izin vermiyordum. Evet, çileden çıkmıştım: sayın dekanımız Adnan Targa Beye bile çok kısa bir süre önce öfkelendiğimi, ona karşılık vermek için, kürsüye fırlayarak öldürücü sözlerle onun hemen işini bitirmek için yanıp tutuştuğumu unutmuştum. Hatırladığım zaman iş işten geçmişti. Adnan Bey bu arada bir dekan önsezisiyle, heyecanımızın en yüksek yerinde, salondan hiç kimseye belli etmeden ayrılmasını bilmişti. Yanımda oturduğu hâlde bu olayı ben bile görmemiştim. Yapacak başka bir şey yoktu; mezarlığa döndüm ve elimdeki intikam kılıcıyla şişman görevliyi o Allahın sıcağında bir o yana bir bu yana koşturarak görevimi sürdürdüm.
Toplantıdan tek başıma çıktım. Hava iyice kararmıştı. Evde çoluk çocuk beni yemeğe bekliyordu. İntikam kılıcı günlük görevlerini unutmuştu. Oysa ben bir matematikçiydim. Ne var ki ok yaydan fırlamıştı, intikam kılıcı kınından sıyrılmıştı ve yıllardır aklımın aşırı akımlardan korumaya çalıştığım bölmesini bir hamlede ikiye bölüvermiştim. Evet bu birbirini kovalayan ucuz benzetmelere şimdi gülünebilir; fakat o sırada ben hiç gülmüyordum bunlara. Karım endişeli bir yüzle bana kapıyı açtığı sırada yol boyunca yapmış olduğum bu ucuz benzetmelerin etkisiyle suratımı iyice asmıştım. Ben günün kahramanıydım. Adnan Bey savunmaya çekilmişti, sahayı başı ününde terk etmişti. (Salondan ayrılırken yüzünü görmeyi ne kadar isterdim.) Kısa süreli olsa da, pek kimse farketmese de bir zafer kazanmıştım. Ne yazık ki bunu karımla paylaşamadım. Karımın endişeli gözlerine baktım: onunla ancak kuruntularımı paylaşabilirdim. Bunun için de vakit henüz çok erkendi. Şimdi ne yapabilirdim ki. Kurulun profesör olduğumu bana bildirdiği gün yaptığım gibi karımın boynuna sarılıp, karıcığım ben eylembilimci oldum, hem de intikam kılıcı nişanı aldım diyemezdim ya. Çok tuhaf olurdu.
Evet, bendeki -başkalarının deyimiyle- tuhaflıklar işte böyle başlamıştı. Önce kafamdaki hayallerin kölesi olarak tuhaf bir intikam kılıcı olmuştum. Yalnız, bunu henüz kimse bilmiyordu. Meselâ karım türlü heyecan ve maceranın sonucu olan asık suratımı görünce, “Neyin var?” demişti. Ben de daha kendimi koruyamayacak kadar heyecanlı olduğumdan olanları bir solukta anlatmıştım ona; fakat ‘birinci dereceden intikam kırbacı nişanı’ aldığımı söylememiştim tabii. Yok canım henüz o kadar deli değildim. Çünkü henüz biliyordum ki bütün kadınlar asık suratlı kocalarına neyin var diye sorarlar. Ve gerçekten neyin olduğunu hiçbir zaman merak etmezler. Yani aslında bunu tam bilmiyor olmalıydım ki karımın hiç anlamayacağını bildiğim bir heyecan içinde Adnan Beyin koridorda koluma girmesinden gene aynı Adnan Beyin gizlice salonun kapısının altından süzülüvermesine kadar başımdan geçenleri büyük bir saflık, dürüstlük ve anlamsızca bir iyiniyetle anlattım. Karım sadece Adnan Beye karşı kazandığımı düşündüğüm ‘sonu kuşkulu’ zaferime sevindi. Bunun dışında kalanlar benim varsayımlarımdan ibaretti. Tabii Süheyla -karım- bu ‘varsayımların’ da benim için bir gerçeklik taşıdığını biliyordu. Ne var ki bu gerçeklik, meselâ aylık kazancım gibi elle tutulur -ve her ay durmadan tekrarlanan- bir şey değildi. İşte araba vardı, işte borçla da olsa bir apartman katı alınmıştı ve evdeki elektrikli gereçler tamamlanmış sayılırdı. Bu nedenlerle, yorgun bir akşamüstünün ilk bakışta heyecan verici görünen olayı hiç de temel bir değişikliğin başlangıcı gibi görünmüyordu. Ben de bu değişikliğin yüzümdeki görüntüsünü gizlemek için -bunun varlığını, yani yüzümün aptalca ifadesini, seziyor olmalıydım- karımı biraz telâşla öptüm.
Şimdi bütün bunları bütün ayrıntılarıyla biliyorum, ya o sırada yani karımı öperken, neler düşünüyordum? İşi aceleye getirmeye çalışıyordum herhalde. Bütün bu yazdıklarımın farkında bile değildim herhalde. Peki, nasıl oluyor da, bugün bu ayrıntıları yazabiliyorum? Bilinçaltı gözlemcilik diye bir şey mi var yani? Neyse, amacım olanları, gerçeğe uygun bir biçimde anlatmaktır. Zaten, duyduğuma göre, modern yazarlar öyle yapıyorlarmış, onları okurken okuyucuya çok iş düşüyormuş. Ancak benim bu kadar ince düşünceler içinde olmadığımın ve amacımın doğru ve tarafsız bir anlatıcı olmaya çalıştığımın bilinmesini isterim. Çünkü, insan bir düşünmeğe başladı mı şeytan onu nerelere götürür, bunu tecrübelerimle çok iyi biliyorum.
Evet, en yüksek devlet memuru aylığı alıyordum. Bunu yasalara ve mevcut mevzuata göre, bütünüyle haketmiştim. Sigara karaborsası yaparak bulunduğum yere gelmemiştim. (Sigara karaborsası yaparak benim bulunduğum yere belki gelinebilirdi, ama başka yerlere gelinebileceğinden bugün de kuşkuluyum.) Neredeyse -istersem- emekli bile olabilecektim. Fakat istemiyordum. Devlete ve millete hizmet etmek istiyorum (Bunu gerçekten istiyordum. Çünkü artık profesör olmuştum ve bu nedenle kimseden çekinmeme gerek kalmamıştı. Gene de belki alaylara muhatap olurum korkusuyla, bu isteğimi olur olmaz yerlerde söylemiyordum.) İşte böyle sarsılmaz bir durumda olduğum için karım bile bana güveniyordu – ya da bana öyle geliyordu.
Karımdan sonra, kızımı ve oğlumu öptüm. Nedense bu evegelirgelmezöpüşme faslını -içimden- pek sevmem. Batılı bir eğitimden geçmediğimden olacak. İlk okullarda, Okul-Aile Birliği gibi bir şeyler vardı benim çocukluğumda. Bana kalırsa bu birlikler iyi işletilmiyordu. Evde Osmanlı, okulda Avrupalı. Sonra benim gibi samimiyetsiz insanlar yetişiyor. Allahtan benim çocuklarım bu ikilemi tanımadılar. (Gittim sözlüğe baktım: ‘ikilem’ yerine ‘ikircil’ kelimesini kullanmamın daha yerinde olacağını düşündüm. Benim durumumdaki bir insanın böyle gereksiz ayrıntılarla uğraşması aslında ne kadar yersiz. ‘Benim durumumda’ mi? Asıl bunu anlatacaktım. Aman Allahım! Nelerle oyalanıyorum.)
Yemek hazırdı. Biraz geç kalmıştım o akşam. Hemen sofraya oturduk. Heyecanlıydım, fakat neşeli değildim. Karım sordu “Bir şeye mi üzüldün?” “Hayır,” dedim. Ortaokula giden oğluma bakarak, “Uygur bugün matematikten sekiz almış,” dedi karım. “Babasına çekmiş” dedim. Bu sözleri söylerken gülümseyip gülümsemediğimi hatırlamıyorum şimdi. Neler yediğimizi de hatırlamıyorum. “Öğleden sonra evin taksidini ödedim” diyerek konuşmasını sürdürdü Süheyla; “Sadece yirmi iki bin beş yüz lira borcumuz kaldı.” “İyi,” dedim ilgisizce. “Sekiz taksit kaldı.” Kafamdan yirmi iki buçuğu sekize böldüm, tam sayı çıkmamasına memnun olmadım. “Son taksit bin beş yüz lira,” diyerek durumu açıklayan karım beni rahatlattı. Daha başka taksitler de vardı; “Elektrik süpürgesine üç yüz verildi. Amerikan pazarından alınan bulaşık makinasının bin iki yüz lirası kaldı. Duvardan duvara halıların bütün borcu ödendi.” Modem bir ev kurmuştuk. Toplu olarak aldığımız üç yıllık aylık farklarını evin borcuna yatırmıştık. Yoksa hiç borcumuz kalmayacaktı. “Yıl sonunda, beğendiğimiz yemek odasını alabiliriz.” dedi Süheyla. Bana da üç takım elbise ısmarlanmıştı. “Bir türlü provaya gitmiyorsun.” “Olur, hemen giderim.” Sofradan kalkacakmışım gibi yaptım. Oysa yerimden kımıldayacağım yoktu. (Çok yemek yemiştim.) Çocuklar çok güldüler. “Baba gitme.” dedi Ayşın. Kızım böyle şakalardan anlayacak kadar büyümemişti. Daha her sözü ciddiye alacak yaştaydı. (Böyle olmayacak. Kendime uygun bir anlatım yolu bulmalıyım. Acaba biraz roman mı okusam?)
Yani genellikle profesörlerin yaşayışları çok can sıkıcıydı. Ama tehlikesizdi. Oldukça da rahattı. Yemekten sonra önlerine kahve geliyordu. Bulaşık makinası, elektrik süpürgesi kısa süre içinde işleri bitiriyordu. Televizyonda iktidarın söylediklerini dinlerken insan ülkeyi yönetenleri hiç yorulmadan eleştiriyordu. Ama heyecan neredeydi, heyecan? Elbette polisiye filmleriydi. Hafiyenin sevgilisinin dehşet içinde kaçışını seyrederken nedense bir genç kızın yüzü geldi gözümün önüne. Çok genç ve ürkek bakışlı bir kızdı bu. Onu nerede görmüştüm. Ne zaman görmüştüm. Yoksa hiç görmemiş miydim? “Luiza neden kaçıyor?” diye sordu karım. “Hayır Luiza değil.” dedim kesinlikle. “Efendim?” “Afedersin Süheyla, dalmışım.” Onu bir yerde görmüştüm. Bu eylemciler de insanda akıl bırakmıyorlar ki… Genç kadın panik içinde kaçıyordu, ben hayalimdeki yüzü ümitsizce kovalıyordum. Vücudu yok muydu bu kızın? Neden yalnız yüzü var? Yani ben onun yalnız yüzünü gördüm… mü? Ben nerede olduğum sırada bir insanın sadece yüzünü görebilirim? Ben en çok nerede bulunurum? Elbette fakültede. Fakültede ne yapılır? Kürsüde oturulur. Olmaz kürsüye gelenlerin yalnız yüzünü görmez insan. Profesör bile olsa sadece o kadarını görmez. (Gene sözü uzatıyorsun. İşte filmdeki kadın saklanacak bir yer buldu.) Gene kızın yüzünü -olmayana ergi reductio ad absurdum metoduna göre- sınıfta görmüş olabilirdim. (Matematiğin günlük sorunların çözümünde de yararı oluyor.) Birden onu gördüm: Orta sıralarda oturuyordu ve fena bakıyordu. Bu forum yüzünden her şeyi unutuyordum. Oysa herkes bilir ki ben güzel bir kadın gördüm mü bakarım. Hayır herkes bilmez bunu. Masum bir alışkanlığımdır kadınlara bakmak. Bence herkes bakar. (Ben sadece bir süre, evliliğimin ilk yılında bakmamıştım. Kendiliğinden olmuştu bu.) Masum bir alışkanlık olduğu sürece bu huyun kimseye zararı yoktur. Ama, sevgilisi yüzünden fakültedeki görevini bırakmak zorunda kalan doçent gibi tehlikeli ilişkiler kurmak başkadır. Ya da ‘bir kadın meselesi yüzünden’ fakültedeki koridorda arkadaşını tokatlayan asistan gibi üniversiteden uzaklaştırılmaktan şiddetle kaçınmalıdır insan. Onun yüzünü görüyordum orta sıralarda: Bana bakıyordu. Gözleri köyü renkteydi. Dersi dinlemiyordu. Bu kızın gözleri tehlikeli diye düşünmüş olmalıydım. Bu gözleri unutmak istiyordum herhâlde. Ödenecek taksitler ve iki çocuğum vardı.
Bunlar da bilinçsiz gözlemlerdi. Herkes bazen böyle şeyler düşünür ve düşünceleri yüzünden kimse yargılanamaz. Bu, anayasal bir haktır. Doçent evliydi ve sevgilisinin çok açık yeşil gözlerini hiç beğenmemiştim. Gerçi doçent de güvenilir biri değildi; ama gene de bu olayı bir prensip ya da haysiyet meselesi yaparak istila etmişti. Reşit Bey de bu haysiyet -ya da prensip- meselesiyle oldukça alay etmişti. Reşit Beyi sevmediğim hâlde, doçentin davranışı benim de hoşuma gitmemişti. Daha doğrusu, doçent hoşuma gitmemişti. Doçentin davranışı benim için uzak bir ihtimal olduğu hâlde, yeryüzünde böyle ihtimallerin bulunmasından hoşlanmamıştım. Bu doçent de tatsız adamın biriydi. Kendine karşı bile hoşgörüsü_yoktu. Hoşgörünün olmadığı yerde de ben yoktum. Acaba bana bakan kız güzel miydi? Aklıma geldiğine göre güzeldi. Birden genç kızı hemen görme isteğine kapıldım. Önce terziye provaya giderdim, oradan da… Gülümsemiştim ve Allahtan o sırada televizyonda, gülümsenmesi gereken bir şeyler oluyormuş; Karım da bana bakarak gülümsedi. Böylece aynı şeyi beğenmiş olduk. İnsanlar birbirlerini anlamıyorlardı. (Alahtan anlamıyorlardı. Yoksa genç kızın yüzü foruma da mı gelmişti? Salonun sıralarında boş yere onun gözlerini aradım: Evet, anlaşılıyordu: Ben forumda ‘gözüm hiçbir şeyi görmeyecek kadar kendimden geçmiştim’. Canım, belki de gelmemişti. Bugün önemli olaylar oldu, dedim kendime. Öyle ya, Refik Beylerin, Reşit Beylerin yaprak kımıldamayan yaşantılarına oranla elbette önemli olaylar sayılırdı bunlar. İlerde bunların tarihi yazılır mı acaba? Hiç sanmıyorum. Belki polis dosyaları karıştırılırsa öldürülen gençle ilgili kayıtlara rastlanır. Ya içimizin, iç dünyamızın tarihi? Böyle bir kayıtla karşılaşılamaz.
O gece yatakta bir süre uyuyamadım. Karımın düzgün soluk alışı beni büsbütün tedirgin elti. Önce yatakta bir sigara içtim (Süheyla bundan hoşlanmaz) sonra da salonda. Eylemle bilim birbirine karışmağa başlamıştı. Ben bir bilim adamıydım; özellikle kişisel eylemlerimle toplumsal eylemleri ayırt etmem gerekiyordu. Pencereden uzun süre bakarak karanlığın güzelliğini seyrettim. Sonra müzik dinlemek istedim, Evde herkes uyuyordu. Ara kapıları yavaşça kapadım. Gürültülü bir forumun gece yarısında Beethoven dinlenirdi; genç kızın gözleri de Barok müziği, özellikle Bach’ı hatırlatıyordu. İlerici bir aydın olarak elbette Beethoven’in plaklarını bulunduruyordum evde. Kitaplığımın plaklar için özel olarak yaptırılmış bölümünden, kısa bir arayıştan sonra, Beethoven’in dokuzuncu senfonisini bularak çıkardım ve ‘Korolu Bölüm’ü alçak bir sesle çalmaya başladım. Şiddetli bir Müzikti bu; oysa ben mahzundum. Yarım kalmış, gerçekleştirilememiş hayallerimin hüznünü yaşıyordum. Dokuzuncu senfoninin şarkıcıları beni sanki eyleme çağırıyorlardı. İnsanların parça parça yaşadıkları bu uçsuz bucaksız evrende bizleri kardeşliğe çağırıyorlardı. Bense hem mahzun hem heyecanlıydım. “Dostlar” diyordu senfonideki bariton. Johann Sebastian Bach diye düşündüm; onu da dinlemeliyim. Teypte bir Bach sonatı vardı. (Şimdi de vardır herhalde.) İki Alman bestecinin aynı anda çalındıkları zaman iyi bir sonuç verdiğini söyleyemeyeceğim. Itrî ya da Dede Efendi de olsaydı diye düşündüm. Evde onların plakları yoktu; bu tutucu güçler daha evime girememişlerdi. Bach’la Beethoven’i bir süre birlikte dinledikten sonra, neden bunların bir arada çalınmadığını anladım. Çelişkili duyarlıklara aynı anda yer veren insanın iç dünyası çok başkaydı. Bir Bach sonatıyla bir Beethoven senfonisinin yanyana çalınması onun yanında bir şey ifade etmiyordu. Müziği susturdum ve matematik profesörünün burjuva yatağına döndüm.
Server Gözbudak, evlendiği zaman otuz yaşını geçmişti. Doçent olmak üzereydi. Kendi çapındaki eylemciliği yıllarca önce sona ermişti. Son eylemi sırasında ağır bir hastalık geçirmişti. Aslında son eylem de bitmişti; ama Server, o sıralarda gerçekle rüyayı birbirine karıştırdığı için, kendisini eylemin gürültüsünden bir türlü kurtaramıyordu. Henüz asistan olmamıştı; bir devlet dairesinde istatistik gibi bir şeylerle uğraşıyordu. İşte tam bu sırada hasta oldu. Önce bir üşütme yüzünden yatağa düştü. Yalnız yaşıyordu; annesi de babası da ölmüştü. Akrabalarını da aramazdı Server. Zaten pek akrabası da kalmamıştı. Uzak bir şehirde, onunla aynı soyadını taşıyan bir iki kişi daha vardı. Gözbudak soyadını onlar sürdüreceklerdi herhalde. Soğuk ve karanlık bir evde yaşıyordu. Büyük bir olasılıkla bu yüzden üşütmüştü. Eve varmak için, otobüsten indikten sonra uzun bir yol yürünüyordu. Birtakım yokuşlara tırmanılıyordu. Hastalandığı akşam -daha hastalandığını bilmiyordu- yokuşlardan birini çıkarken, dizlerinin kesildiğini hissetti. Ondan sonra da, her adım atışında hastalığı gittikçe arttı. Eve gelince zorlukla soyundu ve titreyerek yatağa girdi. Hava soğuktu, duvarda bazı böcekler dolaşıyordu. Gittikçe titremesi ve ateşi arttı. Terlersem ateşim düşer diye düşündüyse de, bu düşüncenin ateşe karşı pek yararı olmadı. Bütün gece ateşler içinde yandı. Ucuz ve uzak bir apartman dairesi olduğu için, her gün sadece çöpleri almaya gelen bir kapıcı vardı. Açlık ve ateş ve titremenin ne kadar sürdüğünü hatırlamıyordu. Arada uyuyup uyanıyordu. Sonradan hatırlayamadığı rüyalar ya da hayaller görüyordu. Sonra terleme haşladı; fakat, ümit edildiği gibi ateşi hemen düşürmedi. Yalnız yorgana sarınarak dolaplarda ilâç arayabilecek kadar gücü vardı. Küçük gaz sobasını yakmıştı. Dolapları karıştırırken söyleniyordu: “Bir köpeğin hayatı, evet, bir köpeğin hayatı.” Öldürmeyen Allah öldürmüyordu. Henüz genç sayılırdı. Kim bilir bu bakımsızlık ihtiyarlığında başına ne dertler açacaktı.
Bulabildiği ilâçları yuttu. Biraz ısındıktan sonra, gaz sobasının üstünde kendine yağsız bir çorba pişirdi. Galiba hafta sonuydu. Dairede onun yokluğunun anlaşılmadığını öğrenmişti sonradan. Çevresinde, yokluğunun anlaşılmayacağı bir düzen kurulmuştu kendiliğinden. Belki ölümünü bile gazetelerden öğrenirlerdi dairedekiler. Başkaları da zaten öğrenmezlerdi. Bu soğuk düşünceler Server’i ürpertti. Üstüste birkaç kazak giyerek yorgana iyice sarındı. Bu yalnızlık denilen bela olmasaydı, insanların çoğu evlenmezdi. Gerçi yıllar sonra evlenmişti bu hastalık olayından. Kim bilir bu hastalığın ne gibi olumsuz etkileri olmuştu evlilik kararında. İki gün sonra daireye uğrayan Sungur bile bu yalnızlık bunalımına çare olamamıştı. Sungur’a nedense Sülfür denirdi yakın arkadaşları arasında. Server ortadan kaybolunca arayan tek canlıydı Sülfür. Belki Server de bu yüzden insanlığa yeterince kin besleyemiyordu, Sülfür’ün ilgisinden dolayı daha yumuşak bu yaşantı sürdürüyordu. (Sungur olmasaydı kim bilir ne biçim bir felâket olurdu insanlığın başına?) “Neden haber vermedin birader?” dedi Sülfür; karşılıklı çay içiyorlardı. Şahin, karşı masada makalesini yazıyordu; kendini -kendi deyimiyle- erken emekliye ayırmıştı; ilerici bir dergiye (kendi deyimiyle) yazılar yazıyordu. Onu müdür bile hoş görüyordu, ‘zararsız bir deli’ diyordu. Şahin’e, asıl kafasındaki ‘iş’le uğraşabilmesi için, hafif işler verilmişti; zaten konu, istatistik gibi belirsiz ve esrarlı bir sorunla ilgili olduğu için herkesin işi biraz hafifti. Bir bakanlığın unutulmuş bir şubesiydi bu: Gazeteler yazmıştı ya, birkaç dolandırıcı, olmayan bir dairede çalışanlar için yıllarca Maliye’den aylık çekmişlerdi Sonunda, sahte mutemet gerçekten hastalanıp da ayın başında, gerçek olmayan memurların parasını almaya gidemeyince Saymanlıktaki ilgililer de ‘aman memurlarımız parasız kalmasın’ diye endişelenince durum araştırılmış ve gerçek (asıl gerçek) ortaya çıkmıştı. Server Gözbudak da kendi mutemetlerine, “Aman hastalanmayın Hidayet Bey” diyordu. Sonra bizim dairenin de durumu ortaya çıkar, sefil perişan oluruz.” Bununla da yetinmiyordu Server Gözbudak ülkede daha böyle birçok daire olduğunu ve hatta bu konuda meclis araştırması açılması gerektiğini ileri sürüyordu. Ona gülüyorlardı: “İlâhi Server Bey,” filân bile diyorlardı; ama içlerinden güldükleri söylenemezdi. Şahin bile -Server in kendisi gibi ilerici olduğuna inandığı hâlde ona kızıyordu. İlerici sorunlarımız çözüm beklerken böyle önemsiz ayrıntılarla uğraşmanın ne anlamı vardı! Müdür neden kızmıyordu Şahin’in ‘görev dışı’ çalışmalarına? Çünkü ülkenin gene bugünkü gibi karışık dönemlerinden biri yaşanıyordu. Yakında kimin başa geçeceği belli değildi. Üstelik Şahin, işini çok ciddi tutuyordu: Her sabah meselâ bir milli kütüphaneye gelir gibi giriyordu daireden içeri. Diyelim gece bilimsel bir konu üzerinde çalışırken kafası bir noktaya takılmış; eklembacaklıların sağ ön bacaklarında kaç boğum vardı diye düşünüp, bütün gece güzüne uyku girmemiş. “Sabah erken milli kütüphaneye uğrarım,” diyerek sabaha karşı biraz gözünü kapayabilmiş… (Gerçekten de her sabah uykulu gözlerle girerdi kapıdan.) Aslında odasını bir kütüphane gibi düzenlemişti dairede: Sözlükleri, başvurma kitapları… he[si tamamdı. Daktiloyla yazardı. Bir müfettiş, günün birinde habersiz uğrasa da Şahin’in durumundan kuşkulanmazdı. Fakat bu Server yok mu, diye kızıyordu Müdür Bey, insanın gerçekten canını sıkıyor! Çünkü her çeşit iktidarın, Server gibiler olmasa, kendilerine dokunmayacağını düşünüyordu. Bu ilerici dedikleri iktidar, Şahin gibilerden oluşacaksa mesele yoktu. Fakat Server? Server bir soru işaretiydi. Onun ne yapacağı belli olmazdı. Belki insanı gerçekten çalıştırmaya bile kalkardı: Aman Allahım! Ne günlere kaldık, diyordu müdür. Dairedeki öteki memurlar da Server’i sevmiyorlardı: Şahin’den daha kibar göründüğü hâlde sevmiyorlardı. Bu kibarlıkta bile onlardan olmayan bir şey vardı. Fakat Sülfür seviyordu beni: Yuvarlak esmer (ve küçük) kafasının çoğunu kapatan kalın siyah çerçeveli gözlüklerinin gerisinden ‘muhabbetle’ bakardı bana. “Bir sigara iç birader” dedi. Toplumculuğu yüzünden üniversiteden kovulmadan önce biraz hukuk biraz eski edebiyat eğitimi görmüş olduğundan eski deyimleri kullanmaktan hoşlanırdı. Şimdi de Server Gözbudak’ın gözlerine ‘muhabbetle’ ve biraz da endişeyle bakarken herhalde bu öksüz gencin ana-babası gibi hissediyordu kendisini. Ve bu ‘kocaman çocuğu’nun sağlığından endişe ettiği için de, kendine göre kibarlık gösteriyordu. Canı sıkıldığı hâlde, bu yapma kibarlık ve gerçek gülümsemenin gerisinde saklamağa çalışıyordu hislerini. Beni görmek için daireye -ya da eve- gelen tek ziyaretçimdi Sungur. Bu nedenle çok değerliydi benim için. Uzak akrabalarımı aramaktan -ve en önemlisi- evlenmekten koruyordu beni. Başka bir dünyanın insanıydı. Ben de öyleydim. Küçük burjuva uyuşukluğunun dışında kalmaya çalışan birkaç kişiydik.
Başımıza gelen olaylar da. Sungur’un beni dairede ziyaret etmesi gibi, bizim dışımızda kimse için anlam taşımayan yaşantı kırıntılarıydı. Kafamızda yaşadığımız olaylarsa, devlet adamlarının uykularını kaçırabilecek hayallerdi. Mesela İsmet, üniversiteyi bırakmakla (on yıldır hukukta okuyordu) yabancı bir devlet hesabına casusluk yapmak arasında bocalıyordu. Bu düşünceleri önce bana açmıştı (beni sevmediği halde. ağzımın sıkı olduğunu düşünerek böyle sorunlarını önce benimle konuşurdu): “Neden üniversitede okuyorum?” diye sormuştu. Hemen, “Kapitalist topluma, yetenekli olduğumuzu göstermek için,” diye karşılık verdim. Kendimi tutmasını bilmezdim. Bu yüzden de çok kaybederdim. İşte gene kaybetmiştim: İsmet yüzünü buruşturmuştu. Aslında İsmet kendi sorusuna kendi cevap vermek istiyordu. Beni yanında bir figüran olarak bulunduruyordu. (Oysa yıllarca ben, sevdiği için beni yanında dolaştırıyor sanmıştım. Onu pek sevmediğim halde-bunu da kabul etmezdim- beni sevmediğini anlayınca çok üzülmüştüm. Yalan! Kızmıştım. Neyse.) İsmet -yüzünün buruşması bittikten sonra- “Yanlış,” diye azarladı beni (beni hep azarlardı); “Kapitalistlere hizmet etmiş oluruz o zaman. Yeteneklerinizi onların hizmetine vermiş oluruz.” Üniversiteyi yeni bitirmiş olduğum için biraz utandım. Kendine güvenen bir sesle konuşmasını sürdürdü: “Bu toplum için yapabileceğimiz tek şey, onun çöküşünü hızlandırmaktır. Kapitalizmin sona ermesi için elimizden geleni yapmaktır.” Bu sözler, kendi aramızda bile, çok bilinen, çok beylik ilkelerdi. İşimiz gücümüz olmadığı için -ya da kapitalist toplumu bir an önce batırabilmek amacıyla işimizi gücümüzü kötü yaptığımız için, ya da hiç yapmadığımız için- sabahlardan akşamlara, akşamlardan gece yarılarına, hatta sabahlara kadar birbirimize bu sözlerle çatardık; terbiye edecek yeni bir kafa bulamazsak, birbirimize propaganda yapardık. Ne var ki bütün bu sözlere de çok yeni şeylermiş gibi hırsla -evet her şeyden çok, hırsla- sarılırdık. İsmet de Hukuk Fakültesini bitirirse, bunun ‘mevcut düzen’e nasıl yararlı olacağını anlattı uzun uzun. (Bunlar da yeni sözler değildi) Sıkılıyordum, başkalarının hesabına da sıkılıyordum; mesela İsmet’in hesabına sıkılıyordum. Söyledikleri sanki önce onun canını sıkıyordu bana göre; belki de sırf bu yüzden yüzünü buruşturuyordu konuşurken.
Birden durdu -rıhtımda yürüyorduk- bana döndü, “Peki ne yapılabilir sence?” dedi. Bu sefer karşılık vermedim: Gerçekten bana sormadığını biliyordum artık, ya da kendimi tutmak gerektiğini akıl edebildim o sırada. “Casusluk!” dedi sert bir sesle, gözlerimin içine bakarak. Gözlerimi hemen kaçırdım. İnsanların gözlerine bakamamak samimiyetsizlikse bende ondan çok vardı. Gördün mü? dedim kendime: işte şimdi belânı buldun. Allahtan gözlerimin içine çok bakmadı İsmet ve çok durmadı karşımda; yürüyüşümüze devam ettik. Benim korkularımla çok ilgili değildi, kendi senaryosu ile ilgiliydi. “Geçen gün.” dedi, “Kültür ateşesiyle karşılaştım yolda… Benimle konuşmaktan çok hoşlanmış. Sık sık bulaşalım diyor. Tabii biliyorsun bu sık buluşmanın ne anlama geldiğini.” Hayır bilmiyordum, bilmek istemiyordum; fakat İsmet’e söylemedim bunları, korkak görünmek istemiyordum. Ne yapalım ister istemez casusluk da edecektik. Zaten davamız uluslararası bir karakter taşıyordu; milliyetçilikse modası geçmiş bir gericilikti.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Suya Düşen Kan

Editor

Tormesli Lazarillo

Editor

Feraye

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası