Gönül denen gezgin ruh sürekli aşkı arar ve onu hep son menzilde bulur…
Tevfik Erdem önemli bir sır verecekmiş gibi baktıktan sonra ciddi bir ifadeyle devam etti.
“Aşk bir ruh tutulmasıdır sevgili Alp. Ruh, bu dünyada kayıptır ve hep eşini arar. Eşinin kim olacağını, nasıl olacağını hiç kimse, hatta kendi bile bilemez. O, dümeni kırık bir yelkenli gibidir, rüzgâr nereye sürüklerse oraya savrulur. Bu arayışın sonunda eşini de hep bu menzilde bulur. Tüm ümidini kaybetmişken, yalnızlığın ebedi olduğunu sanıp bunalırken onu bulur ve tüm hayatıyla sarılır…”
“Peki mutlu olurlar mı?” diye sordu Alp.
Tevfik Erdem titreyen sesiyle cevap verdi. “Aşkı bulduğun o menzil var ya, işte onun arkasında hem cennet hem de cehennem vardır. Gönül aşka düşünce ikisine de girer, çıkar. Kâh yaralanır kâh keyiflenir. Fakat neticede sadece birinde kalır.”
Gam, beklenmedik ve büyük acıların, buz tutmuş kalplerin ve birbirine tamamen zıt kültürlerin kaosunda aşkla kenetlenen sevdalı ruhların öyküsüdür…
***
TEŞEKKÜR
Hayal ettiğim romanı sonsuz düşünceler evreninde bulmak için çıktığım o karanlık yolda bana ilk ışığı tutan Sayın Ayşe Ünlü ve eşi Sayın Ersin Ünlü’ye,
Bana güvenen ve inanılmaz desteğiyle araştırmalarımda hızla ilerlememi sağlayan, fiziki engelli olmanın değil ruhi engelli olmanın asıl sorun olduğunu öğreten BJK Engelliler Şubesi Genel Koordinatörü Sayın Erdem Göksel’e,
Benimle ruhi, fiziki tüm acılarını paylaşan Sayın Özgür Belen’e ve isimlerini sormaya cesaret edemediğim diğer vatanperver kahramanlara, İstanbul’daki engelli vatandaşlarımıza yüzme tedavisi için ömrünü harcayan, beni onların dünyalarına götürüp örnek mücadelecilerle tanıştıran vefakâr, eli öpülesi insan Sayın Abdullah Duran Arslan Hoca’mıza gönüller dolusu şükranlarımı sunarım.
Hepiniz sağ olun, var olun…
Ayrıca;
Benzersiz karakterleriyle kendilerine hayran bırakan,
Kollanma girip beni özel dünyalarına uçuran,
Aynı zamanda güçlü ruhlarını da büyük bir samimiyetle açıp bana hayat dersi veren Sayın Bahadır Bartu’ya ve Sayın Serhan Avara’ya minnet ve şükranlarımı sunarım.
Siz ikiniz olmasaydınız bu çileli arayış, hiç ama hiç çekilmezdi…
Siz, arkadaşlarınızla eğlenmeye gidersiniz.
Eğlenirsiniz de…
Biz de arkadaşlarla toplanır eğlenmeye gideriz.
Gideriz ama bir türlü doya doya eğlenemeyiz…
Çünkü bizim gecelerimizin sonunda hep o gam vardır!
…Onlardan biri
1.Bölüm
İstanbul
Rumelihisarı vapur iskelesinin hemen karşısında, 1712 yılında yapılmış tarihi Ali Pertek Camisi’nin önünden yukarıya dimdik çıkan Arpacı Çeşme Sokağı, pek gösterişli bir geçiş yolu sayılmazdı. Aslında Etiler semtini boydan boya kesen Nispetiye Caddesinin saç baş yolduran araç keşmekeşine girmeden sahile kaçmaya çalışan sürücüler de olmasa, hepten ıssız bir sokak sayılırdı. Zaten bilen bilir, bu gösterişsiz yokuşun resmettiklerini umursamadan sadece ulaşacakları yeri düşünerek geçip giderlerdi. Bu dolambaçlı mahallelerin sunduğu kestirme yolları bilmeyenler, sahile inmek için Hisarüstü Mahallesinin dar sokaklarında kendini bilmez bir halde çıkış ararken yollarını kaybedince, önce canlan sıkılır, sonrasında ya kızar ya da telaşlanırlardı. Serseri geçişleri sırasında tesadüfen girdikleri bu yokuştan aşağı tereddütle salınırken, iki sıra evlerin arasından gözüken Boğaz’ın coşkulu lacivert sularını fark edince şehrin kendine özgü boğucu esaretinden kurtulmuş gibi pek sevinirlerdi. Ancak işgüzar belediyenin son düzenlemesiyle Arpacı Çeşme Sokağı, otomobillerin iniş trafiğine kapatılmış; sahilden tepeye doğru yokuş yukarı tekyönlü araç akışı uygulamasına geçilmişti Elbette sadece yılda bir kez buraya yolu düşenlerin, bu yeni akıştan haberinin olması beklenemezdi.
Siyah, Fransız malı orta sınıf otomobil, sokağa adeta tereddüt ederek girerken memur tipli sürücünün keyfi yolunu bulduğu için yerine gelmişti ki birden yokuşun aşağısından bir başka otomobilin de sokağa giriş yaptığını fark etti. İfadesi anında gerildi. Hızla karar verip karşıdan gelen sürücüyü geri geri gitmeye mecbur etmek için gaz pedalına yüklendi. Patlak egzozun kulak tırmalayan gürültüsü ortalığa yayılınca otomobil, gözle görülür bir şekilde ileri atılmıştı. Ancak yokuş yukarı kendisine doğru gelen araç, buna aldırıp durmadığı gibi sürekli farlarını açıp kapatmaya başlayarak onu yol vermesi için uyarıyordu. Memur tipli sürücü kaşlarını çatarak bu uyarılara aldırmadı ve ayağını gaz pedalından inatla çekmedi. Sonunda aşağıdan gelen araçla birbirlerine kafa kafaya çarpışmak üzereyken sert bir frenle durup, kızgınlığını göstermek istercesine tüm gücüyle kornaya bastı. Diğer sürücünün de ruh hali ondan farklı değildi, şehrin milyonlarca delisinden biri olarak o da kırık sesli kornasına anında yüklenip bu meydan okumada altta kalmayacağını gürültülü bir şekilde gösterdi.
Sıradan bir gün geçiren Arpacı Çeşme Sokağı sakinleri, ısrarla çalan korna sesleri üzerine birer ikişer pencerelere çıkmaya başlamıştı. Bazıları perde arkasından görünmek istemezcesine, tartışan sürücülere şöyle bir bakıp omuz silkerek sakin yaşamlarına geri dönerken; bazıları da bu bilindik sahnede galip gelecek inatçı keçiyi görmek için sabırla beklemeye koyuldular. Sıcak ve sıkıcı günlerini renklendirecek bu fırsatı şüphesiz ki kaçırmak istemiyorlardı.
Alp Germenli, yatak odasının açık penceresinden içeri dolan ısrarlı korna seslerine daha fazla dayanamayıp gözlerini hafifçe araladı. Birkaç dakikadır süren bu gürültü yüzünden uykusundan uyanmış olsa da inatla tekrar uyumak istediğinden, gözkapaklarını yarı aydınlık odasına tam açmayıp yatağında öylece hareketsiz kalmaya devam etti.
Yazı müjdeleyen sıcak günlerden biri daha başlamıştı ama evi boydan boya devasa gölgesiyle serinleten yaşlı çınar ağacı sayesinde sıcaktan etkilenmeden kulluk vaktini devirecek kadar uyuyabiliyordu. Mayıs ayının kış çıkışı insanı sersem eden boğucu havası İstanbul’da hüküm sürerken serin bir yerde uyuyabilmek, özellikle uykuyu sevenler için bulunmaz bir nimetti. Alp de son zamanlarda elinden geldiğince bilincini gerçek hayattan uzak tutmayı tercih eder olmuştu. Haftalarda uyuma zorluğu çektiğinden her uykusu hazine değerindeydi. Bu yüzden gözlerini son bir ümitle tekrar yumdu.
Sokaktan taşan alışıldık gürültüye rağmen hiç kıpırdamazsa, ruhunun dolaştığı rüyalar âlemine geri dönebileceğini sanıyordu. Henüz yan uyanıktı. Gerçeğe dönememiş bilincinin arkalarında ya da altında bir yerlerde kendi kendine yarattığı olmayan dünyada gezinmekteydi. Zihni, itaatsiz bir sarhoşluk haliyle dışarıdan odaya sızan gürültüyü ayrıştırmaya girişti. İçinde bulunduğu durumun rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu henüz anlayamıyordu ama bu bile düşüncelerin peşinden çaresizce sürüklenmesine engel olamadı. Sesleri elinde olmadan kurgulamaya devam etti.
İstanbul’un o kendine özgü insanlıktan çıkmış araç sürücülerinden biri daha, çevrede yaşayanların rahatsız olabileceğine aldırmadan ısrarla kornasına basarak kendince hakkını aramaya çalışıyor, muhakkak ki karşı taraftaki sürücüye sitem ediyordu. Tabii diğeri de aynı yolla iletişim kurmaya çalışıyor olmalıydı. Henüz insan sesleri korna seslerini bastıramadığına göre demek ki tarafların kavga etmeye şimdilik niyeti yoktu.
Gürültü, ısrarla ve yükselerek devam edince ne kadar istemese de bir ayılma hali içine girdi.
Alp, gözlerini yavaşça yeniden araladı. Bir an için hayal meyal tavanı gördü. Tahta kaplamaların üzerindeki beyaz yağlıboya hayli yıpranmış, yer yer küçük baloncuklar belirmişti. Gözkapakları sanki biri yukarıdan bastırıyormuşçasına tekrar usulca kapandı. Gördüğü imge, hayal dünyasında bir kalamar bacağındaki vantuzlarla eşleşti. Bir kez daha derin uykuya düşeceğini sandı. Ancak tavanın kabarmış olması fikri onu adamakıllı rahatsız edince gerçeğe geri dönmek zorunda kaldı. Gözlerini araladı. Kabarıp çatlamış baloncuklar orada duruyordu işte. Bunca zamandır bunu fark etmemiş olmasını garipsedi Artık düşünmeye başladığına göre uykunun geri kalanı haramdı. Derin bir nefes alarak gözlerini tekrar yumup başını yastıkta biraz sola kaydırdı. Kesinlikle nadiren yakaladığı uykusundan uyanmak istemiyordu. Fakat içinden bir ses gitgide ona artık bunun imkânsız olduğunu fısıldıyordu. Oysa hayal âleminde yarattığı diğer dünyada dolaşmak, kaybolmak için şu an neler vermezdi.
Nedense gözlerini yumduğunda etrafını çevreleyen karanlığın içinde yine tavandaki kabarıklığı, şişkinlikleri gördü. Tadı kaçtı. Huyunu bilirdi. Durduk yere başına iş açmış, tamiratın gerekli olduğuna takılmıştı. Bu yüzden tavanı kazıyıp yeniden boyamadan artık rahat yoktu ona. Bundan sonra her sabah buna takılacak, belki de akşamları bile gözü baloncuklardan başka bir şey görmeyeceğinden uyku tutmayacaktı. O kaba saba, sözünü tutmaz, dağınık ve pespaye ustalardan birini evine sokmak istemediğinden iş başa düşecekti. Birden daha önce hiçbir yeri boyamadığım anımsadı. En kısa zamanda babasına telefon açıp boya işiyle ilgili bilgi almalıydı. Zihni almış başını gidiyor, hatıraları arasında boya ile ilgili bir kayıt arıyordu. Tarih sıralamasında geriye doğru inanılmaz bir hızla giderken, birden çocukluğunun geçtiği sokaktaki nalbur dükkânı gelip bilinç sahnesine oturuverdi. O yamuk yumuk mekândan aşinaydı aslında boya işine. Arka taraftaki çokça iç bayıcı kokan küçücük atölyeye girdiği zamanlarda yaptığı sohbetlerden aklında, sürekli tekrar eden bir sahne kalmıştı. Nalbur, bir kutu boyanın yanında bir kutu da tiner tutuştururdu müşterisinin eline. Ardından da sözcüklerin üzerine basarak karışımın nasıl hazırlanacağını izah ederdi karşısındakine. Atölyede ustanın büyük kovalardan küçük kovalara boyayı aktarışını izlerken ne kadar çok soru sorardı. Fakat şimdi cevapları pek de hatırlayamıyordu. Zihni bir bilgi ya da söylenti kırıntısını buldu gerilerde bir yerden. Buna göre kutudaki boya oldukça yoğun olduğundan daha kolay sürülmesi için kıvamı inceltilmeliydi Bunun için de adını bir türlü anımsayamadığı o bilindik kimyasal kullanılmalıydı.
Diğerlerinden daha yüksek ve uzun bir koma sesi ısrarla odayı doldurunca onu anılarından sıyırıp aldı. Ardından insan sesleri de duyulmaya başlayınca işin ciddiye bindiğini istemeden de olsa tahmin etti.
Yine gözlerini açmadan, yattığı yerde derin bir nefes alıp uzun bir esnemeyle geriye verirken iyice gerindi. Fazla esnediğinden olsa gerek önce ense kökünde ince bir sızı hissetti, sonra da bacaklan sanki uyuşmuş da karıncalamyormuş gibi geldi. O an acıyla yutkununca, boğazında da kekremsi bir tat kendini belli etti. Kanncalanmayı unutup bu tadı düşünmeye başladı. Yatmadan önce dişlerini fırçalamayı unutmuş olmalıydı. İnsan yetişkin olunca neden düzenli olarak dişlerini fırçalamayı beceremez sorusunun cevabını herhalde hiçbir zaman bulamayacaktı. Bir de tabii gargaralann neden fırçayla aynı işlevi görmediklerini de merak ediyordu. Reçetesini değiştirip biraz daha asit sökücü oranını artırsalar da tüm insanlığı bu diş temizliği işinde, yok o fırça, yok bu macun diye yormasalar ne kadar güzel olacaktı. Bu düşüncenin aklına düşmesinin peşinden elinde olmadan kendi çözümünü yine kendi çürüttü. Böyle bir icat; fırça, macun, ip, gargara işlerinden para kazanan şirketlerin asla işine gelmezdi. Belki de zamanı gelip de dişleri çürümeye, kemik erimesinden dökülmeye başlayınca çare olarak takma diş yaptıracak, böylece bu temizlik merasiminden ilelebet kurtulacaktı.
Düşünceler onu birbirinden anlamsız yerlere, birkaç saniye kadar inanılması zor bir sürede sürüklerken, birden burnuna çarpan taze demlenmiş çayın kokusuyla gözlerini tekrar açtı. Artık yatamazdı, uzatmaya ve lüzumsuz yere ısrar etmeye gerek yoktu.
Çenesini yerinden çıkaracak kadar büyük bir esnemeyle gerindi. Aklını toparlamaya çalıştı. Durakladı. Bir an şaşkınlıkla gözlerini bir sağa bir sola çevirdi. Hemen peşinden zihni hatıraları büyük bir hızla geri sarmaya başladı. Annesiyle babasının evde olduğunu, İzmir’den ona misafir geldiklerini hatırladı. Nasıl unutmuştu, kavrayamadı. Annesi, olağan zamanlarda çay demlenmeden önce onu mutlaka uyandırırdı. Çünkü tuvalet faslını uzun tutmayı severdi Alp. Banyodan içeri girip de Savunma ve Havacılık dergisini eline aldı mı en az yarım saat öylece otururdu. Bunu anımsayınca kendi kendine gülümsedi. Ani bir kararlılıkla soluna doğru dirseğine yaslanıp sağ eliyle üzerindeki çarşafı sıyırdı ve kalkmaya davrandı. Aynı anda da kısa bir boşluk hissiyle beraber büyük bir gürültüyle yüzüstü yere kapaklandı.
Eğitimli asker refleksiyle ellerinin ayasını kullanıp yeri karşılayınca yüzünü çarpmaktan korumuştu ama bu hareketi yaparken birden garip bir eksiklik hissetti.
Şimdi yerde, kulağını tahta döşemeye öylece dayamış, sanki yaklaşan düşmanın ayak seslerini dinlemek ister gibi hareketsiz duruyordu. Anlam veremediği bir şekilde kalbi deli gibi atmaya başlamıştı. Bir anda iliklerine kadar heyecan ve endişeyle doldu. Gözleri yuvalarından fırlamak ister gibi büyümüştü. İçinden bir ses sinsice aşağıya, bedeninin alt kısmına doğru bakmasını fısıldıyordu. Ancak başı, bu rahatsız edici fitneye karşı koyuyor, o meşum fısıltıya inat sanki göreceği manzaradan korkacağını bilir gibi bir türlü eğilip bakamıyordu.
Bitmek tükenmek bilmez saniyeler boyunca odada sadece gerginlik dolu nefesinin kulaklarında uğuldamasını duydu. Bu sırada dışarıda korna sesleri kesilmiş, birbirine bağıran insanların uğultuları da sessizliğe karışmıştı. Bunu fark edince yalnızlık hissi onu hızla çiğneyip, ezdi. Sanki kocaman dünyada tek başına kalmıştı. Kalbi daha da hızlı atmaya başladı. Neden sonra aklı korkularının önüne geçti ve vücuduna tekrar komut vermeyi…