Roman (Yabancı)

Gariplerin Kitabı

‘Kitapları kullanıyorsun.
Ama bilgi sahibi değilsin.
Şimdi bilgiyi bulacaksın.
Seni onun yakınına kadar götüreceğim.
Senin aradığını içeren bir kitap var.
Adı Gariplerin Kitabı.
İçinde bu dünyada ve sonrasında
bilmek istediğin herşey var.’
‘Gariplerin Kitabı mı?’
Hemencecik
birçok soruya hazırlandığımı anlayıp
elini dudaklarına götürdü.
‘Bulmak ister misin onu?’

İÇİNDEKİLER
Son
I.  Memurun Güncesi
II. Dukamın Defteri
Davranış Notları
Bir Çinli Bilim Adamının Mektubu (M.S. 1270)
Şeyh Seyyid Ebu’l Hasan eşŞazelî’nin Bir Müridinden Mektub (Takriben M.S. 1240)
III. Memurun Güncesinin Devamı
Son Söz

SON
…Bir uzun sessizlikten sonra, Si Hamud elini kolumun üstüne koydu ve konuştu: “Kıyametin nasıl kopacağına dair bir hikâye anlatılır. Dünyanın muazzam kalabalığı gırtlağına kadar cehalete, şiddete ve cinnete gömülmüştür. Kocaman milyonluk şehirlerden birinde iki halsiz, ihtiyar kadın, unutulmuş, canlı cenazeye dönmüş görünüşleriyle bir köşeye büzülmüş ve bu bitip tükenmek bilmeyen korkunç sahneleri gözlemektedir. Kadınlardan biri ötekine döner ve şöyle der, “Felaket, şunlara bak. Herbirimize bir bak. Hiçbir şey anladığım yok. Nedendir? Bu büyük âlem neden, bu dünya, bu milyonlarca insan böyle aşağılık halde? Anlamı ne bunun? Bir bilen oldu mu hiç?”
“Bir uzun sessizlikten sonra, öbür kadın elini arkadaşının kolu üstüne koydu, şöyle dedi: “Hatırlıyorum, henüz genç bir kızken, uzun, çok uzun zaman önce, dilenen bir garip adam gelmişti şehrimize. Bizim gibi paçavralar İçindeydi ve sivri bir külah vardı başında. Hâlâ hatırlıyorum elini kolumun üstüne koyduğu zaman gözlerinde doğan sükûneti, o anda bana şöyle fısıldamıştı. Lâ ilahe İllallah.”

1 MEMURUN GÜNCESİ
Gidiyorum bugün. Kütüphaneyi, evimi, dostlarımı, yaşadığım şehri terkediyorum. Nereye gittiğimi bilmiyorum, işin tuhafı, kütüphaneyi bir kitap bulmak amacıyla terkediyorum. Bana bu arayışta yol gösterecek olan tek şey benden önceki kütüphanecinin defteri. Defterin sahibinden de bir şey öğrenemeyeceğim, çünkü burada değil onun ortadan kayboluşu beni, onun bulduğunu bulmaya eğer gerçekten bulu* nacak bir şey varsa zorlayan şeydir. Kitabı bulduysa, kuşku yok ki onu kütüphaneye getirmeyi gerekli görmemiştir. Doğrusu onun böyle yapması, garip görüşleri hesaba katılacak olursa şaşırtıcı değil. Zaten beni yönünü izini bilmediğim böyle bir yolculuğa çıkmaya kışkırtan da ve hâlâ hayret içinde kalmama sebep olan da onun garip görüşleridir. Kararımı içine düştüğüm bu hayret sonucunda verdim. İşte o anda, içimdeki belirsizliğe eğilim duyarak ve o belirsizliğe teslim olarak benden Önceki kütüphaneciye derin bir sevgi duydum
Yola çıkmadan Önce bu kısa gözlemleri kaleme aldığım şu sıra, bana öyle geliyor ki bu giriştiğim yolculuk, bilgi merkezi dedikleri yerden dünyanın çöllerine açılan, bana rahat yüzü göstermeyecek bir çok yolculuklar zincirinin yalnızca bir başlangıcıdır. Ben hiç olmazsa bu noktaya nasıl geldiğimi gösterecek olayları buraya kaydetmek dileğindeyim, çünkü hâlâ içimde meseleyi kavrayabildiğim takdirde yola çıkmak zorunda olmayacağıma dâir bir duygu var.
Her şey onun kayboluşuyla başladı elbet. Onun yani kütüphanecinin, yahut resmi adıyla söylersek D.Ü.K.A.Y ın; Devlet Üniversite Kütüphanesi Arşiv Yetkilisi’nin. İşle rindeyken, onunla yalnızca bir kere karşılaştım. Ben Kayıtlar’da çalıştığımdan kasetler bölümüne hiç girmemiştim. Kitaplar kütüphane dışına atılıp onların yerine “microdof kayıtlarına aldıktan sonra D.Ü.K. bütün banda alınmış bilgilerin merkez hazinesi haline geldi. Kitapların banda alınmasını yürüten Seçici Kurul bilgisayar hafızasına alınmış tasnif çözümlemeleriyle uzmanlık alanlarının gözetimini birbiriyle uyumlu hâle getirerek üzerine aldığı işte hayran olunacak bir liyâkat gösterdi, böylelikle gerekli hiçbir kitap atlanılmamış oldu. Herkesi şaşırtan bunca kitabın bir bir banda alınıp öğrencilerin ve çalışma birimlerine başvuranların yararlanabileceği biçimde hazırlanmağıydı. Dünyanın en iyi Kataloglama bölümlerinden biri buradaydı ve benim görevim yüksek  düzeyde   uzmanlığı   gerektiriyordu,  gerçi D.Ü.K.A.Y.’in yüklendiği iş belli bir akademik farklılık taşıyor diye kabul ediliyorsa da, benim derecem onunkinden yüksekti. D.Ü.KA.Y.’ın güvenliği ve zihni çalışma şartları, yaptığı işin zorunlu kıldığı biçimde kusursuzdu. Devletin güvenilir memuru olarak bilinmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumdaki yeri buna uygun  kılınıyordu.  Yüklendiği  iş,  Üniversiteyi şimdi artık ortadan kalkmış ve geleneğe bağlayan nadide görevlerden biri olarak kabul ediliyordu. Çünkü, D.Ü.K.A.Y, Arşiv Yetkilisi olarak kitapları özgün biçimlerinde kullanabilme yetkisine sahip ve kitapları kitap olarak kimlerin okuyabilme imtiyazını elde edebileceğine karar verme mevkiindeki tek kimseydi. Eğer okumak isteyen kimsenin başvurusunu yerinde görecek olursa, yardımcıları bu çok değerli el yazması veya matbu kitapları raflardan alıp doğrudan doğruya okuyucunun ekranına bağlı matiascope’a yerleştirirlerdi. Bundan sonra okuyucu düğmeleri idare eder, matiascope kendi başına sayfalan çevirir ve istenilen bölümleri daktiloya çekerdi.
Kayıtlar bölümünde bile basılı haliyle saklanılan kitapların ne kadar olduğuna dâir istatistikler bulunmuyordu, ama genel olarak bunların, yirminci yüzyılın sonunda basılmış eserler de dahil olmak üzere, birkaç milyon civarında olduğu sanılıyordu. Dükay’ın görevini devralıncaya kadar, onun başında bulunduğu birimin bu derece geniş olduğu yahut emrinde çalışanların böylesine bir kümeyi oluşturduğu hakkında hiçbir düşüncem yoktu. Yardımcıları arasında, bir yandan kimin hangi kitabı okuduğunun takibini yapan, bir yandan da bilim adamlarının ve serbest araştırmacıların dikkatini hangi metnin, ne zaman çektiğini tespit eden kayıtçılar ve aynı zamanda kitapları raflardan alıp matiascope’a götürüp getiren ambar işçileri bulunuyordu. Ambar işçileri bankalardaki altın külçelerini istif eden, az veya çok bir başkalaşmaya veya bozulmaya mâruz kalmış insanlar gibiydi. Bu bozukluk ellerine aldıkları nesnelerle olan yakın temas sonucu ortaya çıkmıştı sanki.
D.Ü.K.’te yapılan iş üç birime ayrılmıştı. Birincisi benim çalıştığım Kayıtlar, hem bütün kasetlerde çapraz fihristleme yapan, hem de her kasetin içeriğini bir iç fihriste geçiren birleşik bilgisayar birimi. Bu birim aracılığıyla kaynakça hazırlama işi çalışmacının özel bir çabası olmaksızın gerçekleşebiliyordu. Birim, çalışmada kasete kaydedilmiş bir bireysel metne gönderme yapmak gerekiyorsa bile bunun üstesinden gelebilecek gelişkinlikteydi. İncelemeyi yapan kimse Merkez Fihristleme’den bütün kaynakların kendisi için özel bir banda çekilmesini isteyebilir, böylelikle matris binadan çıkarılmaksızın iş sonuçlandırılırdı, ikinci birim Kütüphane idi. Burada kasetler ya araştırmacıların özel olarak.faydalanabilecekleri biçimde veya tek kişilik ve grup çalışması için hazırlanmış kabinlerde ekrana yansıtılacak biçimde bulunurdu. Üçüncü olarak Kitaplar birimi geliyordu ki bu, satır esasına göre yazılmış kitapların ve el yazmalarının merkezi birimiydi ve Dükay’ın imtiyazlı bölgesiydi. Bu yüzden bütün kuruluş içinde yalnızca ona gerçek kütüphaneci denebilirdi. Çünkü “Kütüphane” diye adlandırdığımız yer kitaplardan arıtılmıştı.
Dükay kendisiyle kurduğum ilk temas sırasında üzerimde insan olarak güçlü bir izlenim bıraktı. Öğrencilik yıllarımdan bir arkadaşım o günlerde ‘bilim öncesi kozmolojiler’ üzerine bir araştırma yapıyordu. Çalışması profesörleri tarafından işe yaramaz kabul edilmiş ve matematik dışı sayılan kuramı Devlet Rasathanesi’nce resmen reddedilmişti. Bunların bir sonucu olarak, araştırmasını Aztek ve Pers kayıtlan yönünde sürdürebilmesi konusunda zorluklara uğramış ve ona Müze Kartı vermeyi reddetmişlerdi. Bu yüzden arkadaşım benden kitaplar bölümünde kullanılabilecek bir okuyucu kartı alabilmesi için nüfuzumu kullanmamı rica etti. Durumu açıklamak üzere bana uğradığında başvurusu D.Ü.K. tarafından geri çevrilmişti. Doğrudan doğruya Dukaya gitmeye karar verdim, çünkü herkes onun saygıdeğer ve yardımsever olduğundan sözediyordu, hem bir bilim adamı olarak, hem bir insan olarak hayran olunacak bir kimseymiş. Benim teleks notuma aynı gün bir şahsî telefon mesajıyla cevap verdi ve benden bürosuna gelmemi istedi. Çıplaktı odasının duvarları. Yalnızca çalışma masasının arkasındaki duvarda çerçeveli, garip giriftlikte bir desen asılıydı. Tantric tarzı bir labirenti andırıyordu. Çalışma masasının önünde bildiğim iletişim kompleksi yayılmış duruyordu. Beni selâmlamak üzere ayağa kalktığında bu aletin düğmesine basıp durdurdu. Geniş elleri ve sağlık fışkıran yüzüyle iriyarı bir adamdı. Yüzünü 33’dınlatan kahverengi gözleri, simsiyah, kocaman gözbebekleriyle insanı etki altında tutabiliyordu. Arkadaşımın sorununu dile getirdiğimde   beni   sabırla   dinledi.   Bense,   sırf D.Ü.K’teki nüfuzumu kullanmak amacıyla bu istekte bulunmadığımı, aynı zamanda arkadaşımın belgelerle ilinti kurmayı hakettiğine inandığımı üstüne basarak belirttim. Ben konuşurken Dükay başını sallıyordu, konuşmam bitince bir çekmeceyi açtı, bir kart çıkardı. Kayıtlar Magneti’nde damgaladı, üzerine arkadaşımın adını yazdı ve bana uzattı. Şimdilerde düşününce çıkarabiliyorum ki bana sadece bir cümle söylemişti ve bu cümle yüzünden onun ilginç, zeki bir kimse olduğunu düşünmekten vazgeçmiştim. Elini sıkarken, “Arkadaşınıza söyleyin” dedi, “semavât üzerine en yerinde çalışma gözler kapalı iken yapılandır”. Her ikimiz de hafifçe güldük ve kapı kapandı. Onu bir daha hiç görmedim
Bir ay sonra Dükay’ın görevi başından yokolduğunu işittim. İlk anlatılanlar Üniversite Yetkesi’ne bıraktığı bir mektup üzerineydi, sonraları bu resmi bir biçimde yalandı. Kesin olarak tek şey vardı; kaybolmuştu. Öldürülmüş veya gizlice tutuklanmış değildi. Herkesin arayıp da bulamadığı rahat bir göreve, bir devlet lojmanına, bahçeli bir eve, lüks bir hayat sürmek için bile fazla gelecek, imrenilen bir ücrete dirsek çevirip, kendi rızasıyla buradan ayrılmıştı. Nereye gitmişti.?

Bir kaç hafta boyunca, Üniversite’de tartışılan yalnızca buydu. Doldurduğu herhangi bir seyahat makbuzuna rastlanmadığı için ülke dışına nasıl çıkabildiğini anlamak hemen hemen imkânsızlaşıyordu, belki çok uzaklara, makbuz doldurulmasının bir anlam taşımadığı çöle gitmiş olabilirdi. Bütün ömrünü rahat bir öğrenim çevresinde geçirmiş bir kütüphanecinin gidecek yer olarak bedevilerin yaşadığı çöl bölgesini seçmiş olması düşünülecek şey değil. Bundan daha iki yıl önce Uluslararası Göçebeler Kurulu, öngörülmüş bulunan bütünleştirme tasarısından vazgeçmiş ve ulusal güçlerin göçebeleri yerleşik kılma girişimleri durdurulmuştu. Bedevilerin zor şartlar altında ve uygar dünyadan yalıtılmış olarak sürdürdükleri varlık biçimlerini değiştirmek istemeyişleri açıklamasız görünse de besbelli bir şeydi. Kurul, bedevilerin olumsuz tutumları karşısında koruyuculuk heveslisi görünüyordu, ama onlara gerçek ilgiyi sunmaktan âciz kaldığı için de, bu insanları kaderlerine terk etmişti. Bedevilerin bazı sınır kasabalarına girmelerine izin verilmişti ama onlar şimdiye kadar uygarlaştırılmış bölgelere girme konusunda hiçbir istek belirtisi göstermemişlerdi. Bu yüzdendir ki onların kayıtlara geçmeyen varlıkları hakkındaki resmi merak, kalıcılığını koruyamadı. Bir veya iki suçlunun çöle bu insanlarla birlikte yaşamak üzere kaçtığı varsayılıyordu ama içlerine adam sızdırmak tehlikesinden çok sert kurallarla korunmuş olan bedevilerin yabancılara duydukları tiksinti, sürgünlerin bu çöl aşiretleri arasında canlı kalamayacaklarını düşündürüyordu.
Dükay’ın yerini doldurma konusunda Yetke’nin hızlı davranmış olması gösteriyordu ki artık onun dönmesi söz konusu değildi. Olayın üzerinden birkaç gün geçer geçmez Kitaplar bölümünün geçici başkan…..

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Melekler Korusun

Editor

Kehanet Gecesi

Editor

Hınzır Kız

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası