Roman (Yerli)

Mutluluk – Zülfü Livaneli

Meryem’in Uçuşu

Van gölünün dibi kadar derin on yedi yaş uykularına dalmış İblan Meryem, düşünde kendisini çırılçıplak bedeniyle Zümrüdü-anka kuşunun boynuna binmiş uçarken görüyordu. Anka kuşu da kendi ince bedeni gibi bembeyazdı ve onu hiç sarsmadan, incitmeden bir tüy gibi uçuruyor, köpük köpük bulutların arasından geçiriyordu. Kuşun boynuna tutunmuş olan Meryem’in içi mutlulukla doluydu; serin, tatlı rüzgârlar boynunu, omuzlarını, kuşa sıkıca tutunmuş çıplak bacaklarını okşuyor,  içine tatlı ürpermeler salıyordu. ;
‘Ey kuş!’ dedi içinden, ‘Ey mübarek kuş! Ey kutlu kuş!’

Nenesinin anlattığı kuştu bu; o uzun boylu, kemikli, zayıf, güçlü kuvvetli ve bir bakışıyla herkesi korkutan nenesinin, geceler boyu övdüğü kuş. Sonunda gelmişti işte, uçsuz bucaksız gökyüzünde süzülerek evlerinin önüne inmiş; onca insanoğlu arasından Meryem’i seçerek boynuna bindirip yine göğe yükselmişti.
Nenesinin anlattığına göre kuşa, “Gak!” dedi mi süt verecektin, “Guk!” dedi mi de et. Meryem bunun böyle olduğunu biliyordu. Kuş seni kutlu boynunun üstünde o diyardan bu diyara uçurup dururdu ama gak dedi mi süt, guk dedi mi et vermeyi unutmayacaktın. Yoksa o mübarek kuş kızar, öfkelenir ve seni boynundan atardı. O zaman da insanların yaşadığı yere kadar düş Allah düş, düş Allah düş! Meryem bütün bunları bilirdi, hepsini bilirdi. Aşağıda masmavi Van gölü parıldıyor, yanında neye benzediği pek belli olmasa da İstanbul dedikleri büyük şehir görünüyor, Meryem de bunları seyretmeye doyamıyordu.
Derken kuşun gak dediğini duydu Meryem; çirkin bir sesle gak diyordu. ‘Ben sana nereden süt bulayım ey mübarek kuş,’ diye geçirdi içinden. ‘Bin bir direk üstünde duran gökyüzünde, ben nereden süt sağıp da sana içireyim.’
Kuş bir daha gak dedi.

Meryem yüksek sesle, “Ben sana sütü nereden bulayım kurban olduğum,” diye söylendi. “Her sabah dolu memelerinden süt sağdığım sarı inek yok ki burada, sana süt bulayım.”
Koca kuş, bu sefer daha da yüksek sesle gak dedi ve Meryem’in içine büyük bir korku düşüverdi. Çünkü üçüncü kere gak derken kızı da sırtından atıverecek gibi sallamış, ödünü koparmıştı. “Kurban olduğum!” diye yalvardı Meryem Zümrüdüanka kuşuna, “Yere inince süt versem olmaz mı; sarı ineği sağar sana istediğin kadar mis gibi süt veririm.” Tam bu sırada aklına geldi Meryem’in: Sarı ineğin tombul memeleri varsa,
kendisinin de ufak memeleri vardı. Memesinin birini sıkınca, tomurcuk ucundan süt damlalarının aktığını gördü. Öne doğru eğilmiş, memesini sıkıp kuşun başını sımsıcak sütüyle ıslatıyordu. Sütü de çoğalıvermişti birden; önce damlalar, sonra ince bir sızıntı derken şimdi bereketli bir çeşme gibi akıyordu.
Mübarek kuş başına süzülen ılık sütü içti, sakinleşti. Meryem, gövdesini okşayan diri rüzgârlar arasından kayarak geçti, hiçbir ağırlığı kalmamış, sanki o köpük köpük ak bulutlardan birisi olmuş gibi ferahladı.
Sonra mübarek kuşun guk dediğini duydu. “Ah kurban olduğum, ben sana yedi kat göğün üstünde nereden et bulayım da vereyim?”

Kuş bir kez daha guk dedi; Meryem yine yalvarıp yakarmaya başladı. Çünkü bu kez hiçbir çaresi yoktu. Kuş yeri göğü kaplayan çirkin bir çığlıkla öyle bir guk diye bağırdı ki Meryem dünyanın sonu gelmiş gibi korktu. “Güzel kuş, kutlu kuş, mübarek kuş!” diye yalvarmaya başladı. “Ne olur beni aşağı atma.” Korktuğu olmadı, kuş onu aşağı atmadı. Meryem sipsivri, göğe külah gibi yükselmiş bir dağın tepesine doğru gittiklerini gördü. Öyle yüksekti ki dağ, bulutlar aşağısında kalıyor, dağın doruğu ak bulutların arasından sipsivri bir
kaya gibi çıkıveriyordu. Kuş Meryem’i getirip bu en sivri tepenin, en sivri kayasına sırtüstü yatırdı. Kayanın ucu, Meryem’in beline batıyor, çıplak gövdesi soğuktan ve korkudan tir tir titriyordu. Birden Anka kuşunun başının değiştiğini, biraz önce apak olan başın, zifiri, kopkoyu bir kömür karasına dönüştüğünü ve her tarafından siyah kıllar fışkırdığını gördü. Gagası, kanlı bir kerpeten gibi uzamıştı. Yeri göğü inleten çirkin bir sesle guk diye bağırdı. Diğer kuşlar kaçıştılar. Guk diye bağırdı. Et demek istiyor, diye düşündü korkuyla Meryem, et demek istiyor, benim etimi yemek istiyor; önce sütümü içti, şimdi de etimi yemek istiyor. . Sonra kuşun kanlı gagasının, bacaklarının arasına, günah yerine, o olmaz olası, belalı, pis, çirkin yerine daldığını gördü ve o anda, “Düş görüyorum, bütün bunlar düşümde oluyor,” diye düşündü; “Hepsi hayal!” ama bu düşünce onu rahatlatmaya yetmedi.

Var gücüyle kuşun kara başını itmeye, bacaklarının arasından uzaklaştırmaya çalışıyordu; ne var ki kuş çok kuvvetliydi; kendisinin küçük ellerini hissetmiyordu bile. İçini oymaya, oradan parçalar koparmaya devam ediyordu. Sonra kuşun başı bir insan başı oldu; kara kıllarla kaplı bir insan başı. Meryem kara sakallı amcasını tanıdı. “Kopardığın parçaları bana verir misin amca?” dedi. İnsan başlı, kara sakallı kuş parçaları geri vererek, gökyüzüne doğru süzülüp gitti.

Dağın başında yalnız kalan Meryem, kuşun kopardığı ve sonra geri verdiği parçaları alıp yerine koymaya başladı; her koyduğu parça yerine yapışıyor, o yer hemen iyileşiyordu.
Meryem birden uyandı ve tam o anda, “Uyanmak istemiyorum!” diye düşündü. “Hiç uyanmak istemiyorum.” _ıo Düşünden korkmadığı için değil, gerçek hayattan daha çok korktuğu için.   Gözlerini açtı; kasabada, Meryem’in gözlerinden çok söz edilir ve o, içinde eladan yeşile doğru bin bir ayrı tonun kırıldığı, kocaman, acayip, kimselerde görülmeyen gözler yüzünden kimileri ona hayran kalır, birçok kişi de düşman
kesilirdi.

Nenesi ölmeden önce onu severken, “Bu kızın gözleri,” derdi, “güneşe, sen doğma da ben doğayım diyor.”
İki eliyle bacak arasını sıkı sıkı kavradığını fark etti, o kadar çok sıkmıştı ki gerçekten acıyordu.
Yine de uyandığı iyi olmuş, o delirtici korkudan biraz kurtulmuştu. Artık amcası silinmişti aklından; şimdi sadece kuş vardı. Ne kasabanın dışındaki bağ evine gidişini hatırlıyordu, ne amcasına yemek
götürüşünü, ne iriyarı adamın orada üzerine çullanarak canını yakmasını, ne bayılmasını, ne de ayıldıktan sonra bağ evinden kaçıp delirmiş gibi yollara düşmesini. Bunların hepsi sislere gömülmüştü.
Mezarlığın orada kolunu bacağını dikenler dalamış, bacaklarında kanlar kurumuş ve neredeyse aklını kaçırmış bir halde yaralı kuşlar gibi çırpmırken iki delikanlı tarafından bulunup herkesin gözü önünde kasabanın çarşısından geçirilerek getirildiğinde eve büyük bir sessizlik çökmüş, olayı konuşmaktan
ürken ailesi tarafından, izbe dedikleri loş ambara kapatılmıştı.

Bağ evindeki tecavüzden sonra kimse ağzından bir laf alamamış, bu nefret edilecek işi kimin yaptığını öğrenememişti. Zaten Meryem de hayal mi gördü, yoksa gerçekten böyle bir şey oldu mu, çıkaramıyordu. Aklı karışmıştı; ayıldıktan sonra ne yaptığını tam olarak bilemiyordu. Her şey çok karışık ve akıl dışıydı; anlayamıyordu. Bir daha ‘amca’ diye bir kavram da gelmemişti aklına. Bu olayı, zihninin ulaşılamayacak kadar derin yerlerine itmişti ama herkes bilir ki insan düşlerine söz geçiremez. Yere atılmış incecik şiltenin üzerine uzandığı izbe loştu, ancak eski kapının
çatlaklarıyla, tepedeki küçük delikten avlunun ışığı sızıyordu içeriye. O cılız ışık, kullanılmayan semerleri, at eyerlerini, yularları, koşum takımlarım, köşede bırakılmış yabayı, tahta raflara dizilmiş torbaları, içinde kuru yufka ekmeklerinin saklandığı bohçayı, üzüm pestillerini, zahire torbalarını hayal meyal görmesine yetiyordu ama zaten o, bunların hepsinin yerini ezbere biliyordu.

Meryem’in ömrü, Van gölü kıyısındaki bu yan kasaba, yarı köy harap yerde geçmiş; her evi, her ağacı, her kuşu ve bu arada Ermeniler’den kalma iki katlı evlerinin ‘hayat’ denilen avlusunu, insanın sırtını kaşındıran zahirenin saklandığı ambarı, gusülha-neyi, tandırı, ahırı, tavuk kümesini, bahçeyi, kavaklığı en ufak ayrıntısına kadar ezberlemişti; öyle ki gözünü bağlasan, her şeyi eliyle koymuş gibi bulabilirdi artık. Evin ahşap kapısına, biri büyük biri küçük iki tokmak konmuştu. Eğer eve gelen ziyaretçi erkekse büyük tokmağı, kadınsa küçük tokmağı çalıyor, böylece evdeki kadınlar duruma göre önlem alabiliyor, eğer erkek gelmişse kaçışacak ya da örtünecek fırsatı buluyorlardı. Meryem kasabadan hiç ayrılmadığı, hep gözünün önünde duran tepenin arkasını görmediği için, dünyayı bilmediğini düşünürdü ara sıra ama bundan üzüntü duymamıştı hiç; nasıl olsa istediği zaman gidebilirdi İstanbul denilen yere. Çünkü insanlar arada bir, birilerinden söz ederken, “İstanbul’a gitti, İstanbul’ dan geldi!” diye konuşuyorlardı kendi aralarında ve Meryem İstanbul’un o tepenin
arkasında olduğunu biliyordu. Bir gün, oralarda yayılan sürüyle birlikte gidip de tepeyi aşıverse, İstanbul diye anlatıla anlatıla bitirilemeyen o altın şehir ayaklarının altına seriliverecekti.

Bu kadar yakın olduktan sonra gitmesi hiç de zor değildi ama birden hatırına düştü ki gidemezdi. Değil o tepenin arkasındaki İstanbul şehrine, her zaman beklediği çeşme başına, çarşı ekmeği almak için gittiği fırına, büyüklerinin götürdüğü güzel güzel kokan kumaşçı dükkânına, haftada bir, gün boyu yıkandıkları ha
mama bile adım atamazdı artık. Çünkü burada hapisti; izbeye kilitlenmişti, üstüne kol demiri vurulmuştu. Ailesi onu buraya kapatmış, kendi içine almaz olmuştu.

Teyzeleri, halaları ve onların kız çocuklarıyla birlikte işemeye de gidemiyordu artık. Yaz akşamları yemekten sonra kadınlar toplanır, bahçenin bir köşesine gidip yere çömelerek çişlerini yaparlar, bu arada da konuşmalarına devam ederlerdi. Hatta bir keresinde teyzesi, herkes işini bitirdiği halde onun bir türlü kesilmek bilmeyen şırıltısını kastederek, “Bak, maşallah genç ya, Meryem’in ne kadar çok çişi var!” demiş, yeğenine karşı duyduğu ama her zaman gizlemeye çalıştığı hafif nefreti, işerken bile ortaya sermişti. Kızı Fatma da bunun üzerine, “Amaaaan anne. Çişin gençlikle ne alakası var?” diye sözümona hem kendini, hem annesini savunmuştu.

Meryem’in annesi yoktu. Kadıncağız, onu doğurduktan birkaç gün sonra ölmüştü. Gülizar Ebe’nin bütün itirazlarına ve artık kurtulmaz demesine rağmen günlerce, ayaklarından asılma, hocalara okutulma, aklı eren ermeyen her kişinin söylediği kocakarı ilaçlarını içirme işkencelerinden sonra sakince can vermiş, kasabanın
dışında, adam boyu otlardan girilmeyen, yılanlı çıyanlı mezarlığa gömülmüştü. İki katlı taş evde öğleden sonraları teyzeleri, halaları ve üvey annesi, yatakların üzerine uzanarak, başlarına destek yaptıkları dirseklerini yatağa dayayıp saatlerce sohbet ederlerdi. Konuşmaları hiç bitmezdi bu kadınların. Annesinin ikizi olan teyzesi hariç hepsi şişman olduğu için gövdelerinin zapturapt altına alınamaz yuvarlaklıkları oraya buraya dağılır, belirli bir şekli olmayan cisimler ortaya çıkarırlardı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kalbimin Sahibi

Editor

Bize Göre

Editor

Don Kişot’tan Bugüne Roman

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası