15 yılını yargı bürokrasisinde doldurmuş ve militer düşünüş tarzları ile askeri bürokratlarla yoğun bir ilişki içinde olmuş bir kişi olarak şunu açıkça ifade etmem gerekir ki, Türk demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel ve demokrasi üzerindeki en büyük gölge, Genelkurmay askeri bürokrasinin günümüz Türkiyesinde bulunduğu yanlış konum ve askeri düşünüş tarzının sivil parametreler üzerindeki yadsınmaz hakimiyetidir.
Sivil güç odakları ve sivil toplumun önünde korku veren bir mana olarak bulunan Genelkurmay bürokrasisi geçmişten günümüze uzayan süreçteki 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 ihanetleri ve müdahaleleri ile kazandığı özerk ve imtiyazlı statüsünü korumaya ve daha da geliştirmeye çalışmakta, yargı bürokrasisini pasivize etmekte ve sivil elitlere karşı daha da özgür ve alternatifsiz bir tabu olmanın peşinde koşmaktadır. Böyle bir düşünce tarzının ise vatanperverlikle, irade-i milliyeye saygı ile milletin emrinde olma düşüncesi ile ve demokrasi istemekle en ufak bir paralelliği olamaz.
Kimse bizi bu tenkit ve analizlerimizle düz mantık bir ordu karşıtlığı içinde görmemelidir. Gayemiz asırların izlerini ve kahramanlığını üzerinde taşıyan kahraman ordumuzun milliye bir bütün halinde, 21 yy gerçeklerine uygun ve demokratik sistem içinde nasıl yer alması gerektiğine işaret etmektedir.
Tek ümidim şu ki, belki benim bu onurlu mücadelemden bir müddet sonra, bu mücadeleyi esasen vermesi ve belirli bir seviyede cesaret sergilemesi gereken irade-i milliyenin temsilcisi olan sivil siyasiler, bakarsınız mahcubiyet içersine girerler de onlarda cesur bir demokratik uyanışa şahit oluruz veya bizden sonra şahit olur bu aziz millet…
Öncelikle belirtmek gerekir ki bu kitap milletimizn bağrından çıkan mehmetçikleri üzmek için kaleme alınmadı. Onlar adına hareket ettiğini söyleyen bir kısım kimselerin bu milletin üzülmesine yol açanların yanlışlarını dile getirmek ve ORDUNUN DEVLETİ Mİ- DEVLETİN ORDUSU MU? Sorusuna cevap bulmak üzere kaleme alındı.
ÖNSÖZ
Az gelişmiş ve geri kalmış ülkelerde, sermaye patronları da, emekçi tabakalar da kafi derecede kuvvetli ve belirleyici değildir. Belirttiğimiz iki temel sınıfın zaafiyeti, ordunun rejim çapındaki ağırlığını ve daha bağımsız hareket etme imkânını arttırır. Ordunun toplumsal aktörler dengesindeki Önemi, geri kalmışlık seviyesinde ve kriz dönemlerinde daha da fazlalaşır. Sivil elitlerin inisiyatifsizliği ve cesaretsizliği, askeri bürokrasinin önemini artırır. Bu tür militarist kokuşmuşluklara karşı koyacak, denge tesis edecek bir aktörün veya güçlerin olmaması, askeri darbeleri ve askere dayalı rejimleri kolayca gündeme getirir. Güçlü partilerin, sendikaların, derneklerin, tesirli ve bağımsız kitle iletişim araçlarının mevcut olmayışı karşısında, iyi örgütlenmiş tek kuvvet olarak, ordunun ağırlığı fevkalade fazlalaşır. Bu perspektifte 1985 yılında dünyada mevcut bulunan 56 askeri diktatörlüğün hepsinin de geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerde bulunması bir tesadüf sayılmamalıdır.
Devletlerin gelişme seviyesi yükseldikçe diktatörlük tehlikesinin azaldığı, ama bütünüyle yok olmadığı bilinen hususlardandır. Bu itibarla, geri kalmışlıktan sıyrılmış ülkelerdeki diktatörlüğün askeri olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Çünkü bu ülkelerde temel toplumsal aktör ve elitler güçlenmiş, toplumun çoğulcu yapısı içinde silahlı kuvvetlerin ağırlığı izafi olarak gerilemiştir. Ne komünist ne faşist diktatörlükler, askeri diktatörlükler olmayıp, modern tok parti diktatör yalandır.
Osmanlı Cihan Devleti’nin ordusu, tarihinde bazı ayaklanma girişimleri mevcut olmakla birlikte, merkezi iktidara bağlılık ve saygı geleneğinin mevcut olduğu eski bir orduydu. Buna mukabil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında da, dayanılan temel figürdü. Kendi başkomutanı ve silah arkadaşlarının iktidarı devraldıkları andan başlayarak, sivil iktidara itaat ve saygı geleneğini teşkil edecek zamanlar harekete geçti Ordunun eski uzun mazisi bu eğilimi kolaylaştırıyordu (Sivil siyasi iktidarların ve sivil inisiyatiflerin ömürleri ne derece uzun olursa, askerlerin siyasete doğrudan karışma girişimleri de o ölçüde geriler. Askeri darbeler sıklaştıkça, askerin siyasete doğrudan karışması da bir tür gelenek oluşturmaya başlar.
Silahlı Kuvvetler içinde subayların yetiştirilmesi dâhil, ordudaki eğitimin şekil ve muhtevası da, yaygın ideolojinin tespitinde önemli faktördür. Ciddi seviyede katı bir disiplin, belirli ideolojilerin yörüngesinde olan yayınları sokmamak, bazı düşünce ve ideolojilerin taraflar ve sempatizanlarını sistemli bir şekilde uzaklaştırmak, askeri okullarda ders verecekleri ideolojilerini nazara alarak seçmek, ordudaki muhtemel düşünsel ve demokratik yelpazeyi büyük ölçüde daraltır. Şili’de ordu. Cumhuriyetçiliği ve siyaset dışı olmasıyla biliniyordu. 1965’ten sonra, “kontrgerilla ve iç düşmana karşı savaş” eğitimi görmüş olan komutanların tesiriyle atmosfer hızla değişti. Aynı ordu, Allende’yi kanlı bir biçimde devirerek, Latin Amerika’nın en uzun omurlu ve baskıcı askeri diktatörlüklerinden birisini kurdu
Daha da derinlemesine analizlere girmeye gerek duymadan bizim ülkemizde ordunun. 1960tan bu yana en belirleyici aktör olduğunu maatteessüf kabul etmek gerekmektedir.
Genelkurmay Başkanlığı. 1924te Başbakanlığın. 1943’te Savunma Bakanlığı’nın. 1961’de de yeniden Başbakanlığın sorumluluğu altında bir statüye sahip oldu. Genelkurmay, bu pozisyonu ile Savunma Bakanı ve diğer seçilmiş yetkililerin üzerinde yer aldı.
Bakanlar Kurulu’nun tavsiyesiyle Cumhurbaşkanı tarafından atanan Genelkurmay Başkanı’nın, 1982 Anayasası ile savaş zamanında Cumhurbaşkanı adına Başkomutanlık görevi yapma konumu da oluşturuldu.
1970 yılında Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın görevlerini belirleyen iki ayrı yasa ile Genelkurmay Başkanı, savunma politikaları, ordu bütçesi, silah tedariki, üretimi, iç güvenlik politikaları ve istihbarat toplama konularında özerklik kazandı.
Batı demokrasilerinin tersine, hiçbir dönemde ordu bütçesi ve harcamaları parlamenter bir tartışma konusu olmadı. “PKK ile mücadele” olarak adlandırılan süreç bu konumu güçlendirdi.
Gelişmekte olan çoğu ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ordu “dış güvenlik” ile “iç güvenlik” fonksiyonlarını birleştirdi. Geçmişten bugüne sırasıyla “komünizm”, “PKK” ve “irtica” iç güvenliğin ana unsurları oldu. İç Hizmetler Kanunu’nun 35. Maddesi de ordunun siyasete müdahalesinin zeminini sağlamlaştırdı.
Avrupa Birliği, Türkiye’de askerî işlerin sivil denetimi altında olmadığını, AB ile üyelik müzakerelerine başlanabilmesi için bu rolün değişmesi gerektiğini söylüyor. Yine, askerin AB’ye uyum amaçlı siyasi reformların önünü tıkadığını iddia ediyor. Ve kanaatimizce de ciddi bir soruna işaret ediyor. AB gibi, ABD de Türkiye’yi demokrasi dışına taşıyacak bütün müdahale ve girişimlere sıcak bakmayacaklarını açıkça ifade ediyor. Dahası, böyle bir girişimin “Üçüncü Dünyacı” olacağım, Türkiye için tek kelime ile “felaket” getireceğini kaydediyorlar. Halbuki milletimizin en büyük handikaplarından birisi de bu çerçevedeki felaketlere alışkın olması, hesap sorucu bir toplum yapısını tanımamasıdır.
15 yılını yargı bürokrasisinde doldurmuş ve mil iter düşünüş tarzları ile askeri bürokratlarla yoğun bir ilişki içinde olmuş bir kişi olarak şunu açıkça ifade etmem gerekir ki Türk demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel ve demokrasi üzerindeki en büyük gölge. Genelkurmay askeri bürokrasisinin günümüz Türkiye’sinde bulunduğu yanlış konum ve askeri düşünüş tarzlarının sivil parametreler üzerindeki yadsınmaz hâkimiyetidir.
Sivil güç odakları ve sivil toplumun önünde korku veren bir mania olarak bulunan Genelkurmay bürokrasisi, geçmişten günümüze uzayan süreçteki 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 ihanetleri ve müdahaleleri ile kazandığı özerk ve imtiyazlı statüsünü korumaya ve daha da geliştirmeye çalışmakta, yargı bürokrasisini pasifize etmekte ve sivil elitlere karşı daha da Özgür ve alternatifsiz bir tabu olmanın peşinde koşmaktadır. Böyle bir düşünce tarzının ise vatanperverlikle, irade i milliye’ye saygı ile milletin emrinde olma düşüncesi ile ve demokrasi istemekle en ufak bir paralelliği olamaz.
Ülkemdeki bu bunalım ve anaforlarla mücadele etmeyi hayatımızın kaçınılmaz bir şiarı haline getirdik. Kendim ve aziz milletim için bunu bir onur mücadelesi olarak görüyorum. Allah’tan başka hiçbir korkumuz ve kaygımızın bulunmadığı bu davada, haysiyetli mücadelemin sonuna kadar süreceğim adım gibi biliyorum. Bu devleti aziz Türk Milleti yönetinceye kadar yani devletin gidişatına aziz milletimizin hâkim olduğunu görünceye kadar mücadelemiz devam edecek. Arzu ettiğimiz bu demokrasi ve iradei milliye inancının bu ülkede hâkim olması için can verilmesi gerekiyorsa, işte canımız… İstikbal verilmesi gerekiyorsa işte feda ettiğimiz istikbalimiz…
Kimse bizi bu tenkit ve analizlerimizle düz mantık bir ordu karşıtlığı İçinde görmemelidir. Gayemiz asırların izlerini ve kahramanlığını üzerinde taşıyan kahraman ordumuzun milletiyle bir bütün halinde, 21.yy. gerçeklerine uygun ve demokratik sistem içinde nasıl yer alması gerektiğine işaret etmektir.
Tek ümidim şu ki belki benim bu onurlu mücadelemden bir müddet sonra, bu mücadeleyi esasen vermesi ve belirli bir seviyede cesaret sergilemesi gereken irade i milliye’nin temsilcisi olan sivil siyasiler, bakarsınız mahcubiyet içerisine girerler de, onlarda cesur bir demokratik uyanışa şahit oluruz veya bizden sonra şahit olur bu aziz millet…
Güllekin AVCI
Kars, 20.11 2006
gultekinavci@gmail.com
ORDUNUN POLİTİKA MERAKI
“Modern askerlikle modern ulusdevletin birlikte doğduğu ve birbirini tamamladığı hususu, kabul edilen bir dönedir. Ama ulus devleti de askerin (başka bir toplumsal aktörün yokluğunda) kurduğu örneklerde durum çok da böyle görülmemektedir. Bu Örneklerde asker özellikle politikadan elini çekmiyor. Çekmemesini meşrulaştırmak üzere üretilen ideolojiye de ‘militarizm’ diyoruz.”
Modern devlet modellerinde askerlik veya bir kurum olarak ordu, devletin ihtisas sahibi ve görev sahası sınırlandırılmış bir kurumudur. Genellikle bir siyasal yapıda ordunun iki işlevinden söz edilmektedir. Birincisi devletin egemenlik hakkının fiziki teminatı, ikincisi ise devletin siyasal karakterinin, devletin yapısının fizikî garantörlüğünü temin etmektir. Dikkat buyurulursa burada üzerinde durulan iki noktadan birincisi dışarıya karşı, yani uluslararası ilişkiler seviyesinde egemenlik sahasını belirtirken, ikinci nokta milletle devlet arasındaki ilişkilerde mevcut olan meşruiyet anlayışıyla devlete karşı “halktan gelen”, devletin şeklini değiştirmeye yönelik hareketlere karşı bir fizikî güç kullanma hakkını ihtiva etmektedir. Zamanımızda ise bilhassa zikrettiğimiz ikinci noktanın demokratik gelişimler karşısında daha çok sivil demokratik oluşumlara bırakıldığını söylemek yerinde bir teşhis olacaktır. Ama ülkemizin de dahil …