‘RAÇÎNSKl’ adlı dosyayı bilgisayarımdan ilk açıp okuduğumda, bu kitabın birkaç boyutu aynı anda içinde barındırdığını düşündüm: Bir boyutuyla bir eğitim kitabı, bir boyutuyla Rusya’nın belli bir dönemine ışık tuttuğu için bir dönem kitabı, belli bir idealist eğitim felsefesini açı ğa vuran boyutuyla da bir idealizm kitabı.
Doğrusu, bir Türk okuru için bu boyutlar içinde en çok işimize yarayacak olanın, kitabın Rusya’nın belli bir dönemine ışık tutma niteliği olduğunu düşünüyorum. Neden derseniz, zengin bir kültürel muhtevaya sahip bir medeniyetin üyeleri olarak, elbette istisnalarımız olsa da, kendi dışımızdaki toplumları, onların kültürlerini ve tarihlerini pek iyi bilmiyoruz.
Belki kendi zenginliğimizin bize yeterli gelmesi bizi bu noktada pek ‘dışarı’yla ilgilenmekten alıkoyuyor. Kuşkusuz, bu eksikliğimizi gidermenin en iyi yolu, o toplumların insanlarıyla kitaplardan değil de, belli bir ilişki zemini geliştirip yüz yüze tanışmak ve onları daha iyi tanımaya gayret etmekten geçer.
Eğer bu mümkün olmuyorsa, o zaman ikinci iyi yol, o toplumların halk tabanındaki yapılarını, dertlerini, çelişkilerini ve aynı zamanda ideallerini açığa vuran yine o toplumun ferdlerinin elinden çıkan hikâye ve romanları okumaktır.
İşte Raçinski, bana bu çerçevede önemli gözüken bir kitap. 20. yüzyılın arefesindeki bir Rusya’da toplumun üst kesimleri ile alt kesimleri arasında nasıl bir mesafenin mevcut olduğu bu kitapta gayet net ortaya konuyor.
Eğitim ve ahlâk açısından geniş halk yığınlarına kayda değer bir şey verememiş ve hatta bunu yapmanın doğru bir şey olmayacağını düşünen Rus bürokrat ve aydın kesimi, halkı cebrî yollarla kontrol altında tutmanın en doğru yol olduğunu sanıyor.
Halk ise bu kılavuzsuz ortamda kendisini bir derece vahşi bir hayata ve içkinin yavaş yavaş öldüren uyuşturucu kollarına teslim etmiş, amaçsız bir hayat sürüyor. Kitabın tonunda duran bu aydın halk çatışmasına ilişkin tema, akla, bizim hemen her dönemde ama yoğun olarak 1940-60 arasında yaşadığımız aydın halk çatışmasını çağrıştırıyor kısmen de olsa.
Sadece bu bile, bir tek bizde yaşandığını sandığımız bir toplum içi çatışmanın aslında başka toplumlarda da yaşanabilecek, yaşanmış bir olay olduğunu öğretmesi bakımından önemli. Bu arada küçücük bir karşılaştırma yaparsak, Türk aydınının Rus aydınlarından daha ‘ileri’ bir noktada oldukları da gözüküyor.
Zira bizimkiler hiç olmazsa kendi bildikleri ‘doğru’lan halka götürme gibi bir misyon biçmişlerdi kendilerine. Kitabın ikinci önemli boyutu, bir ‘eğitim kitabı’ olması. Kitabın eğitim adına yaptığı en önemli katkı, kanaatimce, eğitimin hedefinin soyut bir ‘idea’ gibi sürekli yükseklere bakarken asıl eğitilmesi gereken halk içindeki insanların unutulmasının yanlışlığını vurgulamasıdır.
Gerçekten de eğitime seçkinci bakış, eğitimi kutsal bir düzeye, o kadar ki geniş halk kitlesinin çok üzerinde bir yere koyarak eğitim ile halk arasına büyük bir mesafe koyar. Özellikle ulus devletleşme sürecinin halk ile devlet arasında neden olduğu bu mesafe, yirminci yüzyıl boyunca eğitimin kanayan yarası ve eğitime vurulmuş en büyük darbe olmuştur.
Bu darbenin yol açtığı sonuçların en başında, eğitimin otoriter bir karaktere büründürülmesi gelir. Zira eğitimi (bilgiyi) çok yüksekte gören zihniyetler, halk eğitiminde “Siz bunlara layık değilsiniz ama,” gibi bir yaklaşımla, son derece otoriter ve baskıcı bir eğitim tarzı geliştirmişlerdir.
Eğitimin bu şekilde anlaşılması, öte yandan, devlet yöneticileri tarafından da olumlanmıştır. Çünkü otoriter bir eğitime tâbi tutulmak suretiyle insanların haklarını savunamayacak ölçüde sinmeleri, o dönemde onların da işine gelmiştir.