Hayalet Tugay, Koloni Savunma Güçlerinin Özel Kuvvetleridir. Bu seçkin askerler ölülerin DNA’sından yaratılır ve KSG’nin en zorlu operasyonlarına çıkacak mükemmel savaşçılar haline getirilir. Genç, hızlı, güçlü ve normal insan çekincelerinden bütünüyle yoksundurlar.
Evren, insanlık için tehlikeli bir yerdir-ve daha da tehlikeli olmak üzeredir. Önceden savaşmış olduğumuz üç ırk, uzaya yayılışımızı durdurmak için ittifak kurar. Onları bir arada tutansa KSG’nin en büyük sırlarını bilen hain bilim insanı Charles Boutin’dir. KSG galip gelmek için Boutin’in niye böyle bir şeye kalkıştığını bulmak zorundadır.
Jared Dirac -Boutin’in DNA’sından yaratılan bir süper insan- cevapları temin edebilecek yegane kişidir. Jared’ın beyninin Boutin’e ait elektronik anılara erişebilmesi gerekmektedir, fakat anı nakli başarısız olunca Jared, Hayalet Tugay’a teslim edilir.
Jared ilk başta mükemmel bir askerdir. Fakat Boutin’in anıları yavaş yavaş yüzeye çıktıkça Jared onun ihanetinin sebeplerini ve insanlığın düşmanlarının basit bir yenilgiden çok daha feci şeyler planladıklarını anlamaya başlar.
“STEPHEN KING BİLİMKURGU YAZMAYI DENEYİP DE JOHN SCALZİ’NİN YARISI KADAR EĞLENCELİ OLSAYDI KENDİNİ ŞANSLI SAYARDI.”
THE DALLAS MORNING NEWS (Hayalet Tugay hakkında)
“Yaşlı Adamın Savaşı’nın devam romanı, yoğun bir askeri aksiyonla keskin sezgileri bir araya getiriyor… şiddetle tavsiye edilir.”
LİBRARY JOURNAL
***
bir
Kayayı kimse fark etmedi.
Çok da iyi bir sebebi vardı bunun. Ömrünü uzun zaman önce tüketmiş kısa dönemli bir kuyrukluyıldızın yörüngesindeki milyonlarca kaya ve buz kütlesinden biri olan bu alelade kaya, tıpkı o cansız kuyrukluyıldızın bir parçası gibi gözüküyordu. Kaya diğer bazılarından daha küçük, bazılarındansa daha büyüktü; fakat genel olarak bakıldığında onu diğerlerinden o veya bu şekilde ayırt eden bir şey mevcut değildi. Kayanın bir gezegen savunma şebekesi tarafından fark edilmesi gibi akıl almaz ölçüde düşük bir ihtimal söz konusu olsa bile, üstünkörü bir inceleme onun silikatlardan ve bazı cevherlerden oluştuğunu gösterirdi. Yani; gerçek bir hasar verecek kadar büyük olmayan bir kaya.
Bu durum, hem o kaya hem de onun binlerce kardeşiyle yolları kesişen gezegen için akademik bir meseleydi; gezegenin savunma şebekesi yoktu. Fakat bir yerçekimi kuyusu vardı ve kaya, onca kardeşiyle beraber o çukura düştü. Bunlar, gezegen güneş etrafındaki her dönüşünde kuyrukluyıldızın yörüngesiyle kesiştiği zaman çok sayıda buz ve kaya parçasının yaptığı gibi, bir göktaşı yağmuru oluşturdu. O buz gibi soğuk gezegenin yüzeyinde hiçbir zeki yaratık yoktu, fakat olsaydı bu yaratık başını kaldırıp yukarı bakabilir ve havanın kayaya sürtünmesiyle aşırı ısınarak atmosferde yanan o küçük madde parçalarının bıraktığı birbirinden hoş izleri ve lekeleri görebilirdi.
Bu yeni doğmuş göktaşlarının büyük bölümü atmosferde buharlaşacak, akkor halindeki düşüşleri sırasında içerikleri belirgin ve katı bir kütle olmaktan çıkacak, upuzun bir mikroskobik parçacık yığınına dönüşecekti. Bunlar belirsiz bir süre boyunca atmosferde kaldıktan sonra su damlacıklarının çekirdeği haline gelecek, suyun düşey kütlesi onları yağmur (veya gezegenin doğası gereği daha büyük bir ihtimalle kar) olarak yere çekecekti.
Fakat bu kaya büyük bir kütleye sahipti. Atmosferik basınç yüzünden kayanın bünyesinde incecik çatlaklar oluştukça etrafa parçalar uçuştu ve giderek yoğunlaşan gaz tabakası, yapısal kusurlarla zayıflıkları açığa çıkartarak onlara şiddetle saldırdı. Kopan kırıklar kısa bir süreliğine parıl parıl parladı ve gökyüzü tarafından tüketildi. Buna rağmen, atmosferde yaptığı yolculuğun sonunda gezegen yüzeyine çarpacak kadar bir kısım kalabildi kayadan geriye. Alevler içindeki topak, sert rüzgarlarca üzerindeki buz ve kardan temizlenen bir kaya ovasına hızla ve büyük bir şiddetle çarptı.
Çarpma, kayayı ve ovanın kayda değer bir kısmını buharlaştırarak en az onun kadar hatırı sayılır bir krater açtı. Gezegen yüzeyinde ve altında epeyce uzanan kaya ovası çarpma sonucunda bir çan gibi çaldı; çıkan armonik ses, bilinen çoğu zeki canlı türünün duyma aralığının birkaç oktav altında çınladı.
Yer sarsıldı.
Ve uzaklardaki, gezegen yüzeyinin altındaki bir şey nihayet kayayı fark etti.
“Deprem,” dedi Sharan. Başını monitöründen kaldırmamıştı.
Saniyeler sonra bunu başka bir sarsıntı izledi.
“Deprem,” dedi Sharan.
Kendi monitörünün üstünden asistanına baktı ve, “Bunu her seferinde yapmayı planlıyor musun?” diye sordu Cainen.
“Gerçekleşen olaylardan seni haberdar etmek istiyorum,” dedi Sharan.
“Beni düşünmene minnettarım,” dedi Cainen, “ama sahiden de bunu her seferinde belirtmek zorunda değilsin. Ben bir bilimadamıyım. Yer hareket ettiği zaman bir deprem tecrübe ettiğimizi anlarım, İlk bildirin yararlıydı. Beşinci veya altıncı seferindeyse monotonlaşıyor.”
Bir gümbürtü daha. “Deprem,” dedi Sharan. “Bu yedinciydi. Hem sen bir deprembilimci değilsin ki. Bu olay çok sayıdaki uzmanlık alanının dışında.” Kendine has bir duygusuzlukla yaptığı bu açıklamaya rağmen, alaycılığını fark etmemek güçtü.
Asistanıyla yatıyor olmasaydı sinirlenebilirdi Cainen. Fakat yattığı için kendini keyifli bir hoşgörü sergilemeye zorladı. “Senin uzman bir deprembilimci olduğunu bilmiyordum,” dedi.
“Benimki sadece bir hobi,” dedi Sharan.
Cainen karşılık vermek için ağzını açtığı sırada zemin onu kucaklamak için ansızın ve şiddetle yükseldi. Zeminin aslında onu kucaklamak için yükselmediğini anlamak, Cainen’in birkaç saniyesini aldı; aniden yere yapışmıştı. Önceden iş istasyonunda bulunan nesnelerin aşağı yukarı yarısıyla beraber karoların üstüne gelişigüzel serilmiş haldeydi. Cainen’in sağa doğru bir vücut boyu ötesine devrilmiş olan iş taburesi, hareketlenme sebebiyle hâlâ sallanmaktaydı.
Adam dönüp Sharan’a baktı. Sharan’ın gözü artık monitöründe değildi; bunun bir sebebi de, kadının düştüğü yerin yakınında monitörün paramparça yatıyor olmasıydı.
“O da neydi?” diye sordu Cainen.
Bir nebze ümit besleyerek, “Deprem olmasın?” diye fikir yürüttü Sharan. Derken laboratuvar bir kez daha kuvvetle etraflarında zıplayınca çığlık attı. Işıklar ve akustik panelleri tavandan düştü; hem Cainen hem de Sharan iş tezgahlarının altına girmek için süründü. Onlar masalarının altına sinerken, çevrelerindeki dünya başlarına çökmeyi sürdürdü.
Çok geçmeden sarsıntı durdu. Geride kalan titrek ışıkta etrafına bakınınca, tavanın ve duvarların çoğu da dahil laboratuvarının büyük bölümünü yerde buldu Cainen. Laboratuvar genellikle işçilerle ve Cainen’in diğer asistanlarıyla dolu olurdu, fakat o ve Sharan birtakım gen dizilimleri yapmak üzere
geç saatte işlerinin başına dönmüşlerdi. Cainen’in personelinin çoğu, az öncesine dek üssün kışlasında uyuyor olmalıydı. Eh, artık hepsi uyanıktı herhalde.
Laboratuvara çıkan koridorda yüksek, tiz bir ses yankılandı.
“Bunu duyuyor musun?” diye sordu Sharan.
Cainen başını eğerek olumladı. “Savaş istasyonlarına geçme alarmı.”
“Saldırı altında mıyız?” diye sordu Sharan. “Bu üssün yalıtıldığını sanıyordum.”
“Yalıtılıyor,” dedi Cainen. “Veya yalıtılıyordu. En azından yalıtılıyor olması lazım.”
“Eh, harika bir iş çıkardıkları belli,” dedi Sharan.
Cainen kızmaya başlıyordu. “Hiçbir şey mükemmel değildir Sharan,” dedi.
Patronunun ani asabiyetini fark eden Sharan, “Üzgünüm,” dedi. Cainen homurdanarak iş tezgahının altından çıktı ve devrilmiş bir saklama dolabına doğru enkazın arasında ilerledi. “Gel de şunu kaldırmama yardım et,” dedi Sharan’a. Birlikte dolabı Cainen’in kapağını zorlayarak açabileceği bir konuma getirdiler. Dolabın içinde küçük bir mermili tabancayla bir mermi kartuşu vardı.
“Bunu nereden aldın?” diye sordu Sharan.
“Burası askeri bir üs Sharan,” dedi Cainen. “Her taraf silah dolu. Bende bundan iki tane var. Biri burada, biri de kışlada. Böyle bir şey olursa işe yarayabileceklerini düşünmüştüm.”
“Biz ordu mensubu değiliz ki,” dedi Sharan.
“Bunun üsse saldıranlar için büyük bir fark yaratacağından eminim,” dedi Cainen ve tabancayı Sharan’a uzattı. “Al şunu.”
“Onu bana verme,” dedi Sharan. “Hiç tabanca kullanmadım. Sende kalsın.”
“Emin misin?” diye sordu Cainen.
“Eminim,” dedi Sharan. “Gider kendi bacağımı falan vururum.”
Cainen, “Pekala,” dedi, cephane kartuşunu tabancaya taktı ve silahı önlüğünün ceplerinden birine soktu. “Kışlamıza gitmemiz lazım. Bizimkiler orada. Bir şey olursa onların yanında bulunmalıyız.” Sharan başını sallayarak sessizce onayladı. Alışıldık alaycı karakterinden eser kalmamıştı; tükenmiş ve korkmuş bir hali vardı. Cainen kadının omzunu çabucak sıvazladı.
“Hadi Sharan,” dedi. “Bize bir şey olmayacak. Gel kışlamıza gidelim.”
İkili koridordaki molozların arasından dolanmaya başlamışken, alt kat merdiven kapısının kayarak açıldığını duydu. Cainen havadaki tozun ve loş ışığın içinde gözlerini kısarak bakınca, iri yarı iki suretin kapıdan geçmekte olduğunu gördü. Adam laboratuvara doğru geri gitmeye başladı; aynı fikre patronundan daha önce kapılmış olan Sharan, laboratuvar kapısına çoktan varmıştı. Bulundukları kattan çıkmanın diğer tek yolu, merdivenin ilerisindeki asansördü. Kapana kısılmışlardı. Cainen geri çekilirken önlüğünün cebini yokladı; tabancalar konusunda Sharan’dan daha tecrübeli sayılmazdı. Ve muhtemelen eğitimli askerler olan uzak mesafedeki iki hedef bir yana, bir tane bile vurabileceğinden emin değildi.
“İdareci Cainen,” dedi suretlerden biri.
Kendine hakim olamadan, “Ne?” dedi Cainen ve yerini belli ettiğine hemen pişman oldu.
“İdareci Cainen,” dedi suret yeniden. “Sizi almaya geldik. Burada emniyette değilsiniz.” Suret ileri doğru yürüyerek ışığa adım attı ve Aten Randt, yani üs komutanlarından biri olduğu ortaya çıktı. Cainen nihayet yaratığı vücut kabuğundaki klan deseninden ve nişanından tanıdı. Aten Randt bir Eneshalı’ydı ve Cainen bunca zaman sonra bile tüm Eneshalıların kendisine aynı göründüğünü itiraf etmekten az da olsa utanıyordu.
“Bize saldıran kim?” diye sordu Cainen. “Üssü nasıl buldular?”
“Bize kimin niçin saldırdığından emin değiliz,” dedi Aten Randt. Ağız uzuvlarının tıkırtısı, boynunda asılı duran küçük bir aygıt tarafından anlaşılır bir konuşmaya tercüme ediliyordu. Aten Randt o aygıt olmaksızın da Cainen’i anlayabilirdi, fakat onunla konuşmak için aygıta ihtiyacı vardı. “Bombardıman yörüngeden geldi ve düşmanın iniş araçlarını daha yeni tespit edebildik.” Aten Randt ilerleyerek Cainen’e yaklaştı; Cainen irkilmemeye gayret etti. Burada geçirdikleri zamana ve nispeten iyi giden ilişkilerine rağmen, devasa böceğimsi ırkın yanındayken hâlâ tedirgin oluyordu. “İdareci Cainen, burada bulunmamalısınız. Üs istila edilmeden önce sizi buradan uzaklaştırmalıyız.”
“Pekala,” dedi Cainen. Kendisiyle beraber gelsin diye Sharan’a yaklaşmasını işaret etti.
“O olmaz,” dedi Aten Randt. “Sadece siz.”
Cainen durdu. “O benim yaverim. Ona ihtiyacım var,” dedi.
Üs bir diğer bombardımanla sarsıldı. Cainen bir duvara çarptığını hissedip yere yığıldı. Düşerken Aten Randt’ın ve diğer askerin azıcık bile kıpırdamadığını fark etti.
“Şimdi meseleyi tartışmak için uygun bir zaman değil İdareci,” dedi Aten Randt. Tercüme aygıtının sesi donuklaştıran etkisi, kasıtsız da olsa bu yoruma aşağılayıcı bir üslup katmıştı.
Cainen yine itiraz edecek olduysa da Sharan onu kolundan nazikçe tuttu. “Cainen. O haklı,” dedi. “Gitmen lazım. Bizim burada olmamız zaten yeterince kötü. Bir de seni burada bulmaları çok fena olur.”
“Seni burada bırakmayacağım,” dedi Cainen.
“Cainen,” dedi Sharan ve kayıtsızca beklemekte olan Aten Randt’ı işaret etti. “O buradaki en üst rütbeli askeri subaylardan biri. Saldırı altındayız. Onun gibi birini önemsiz bir ayak işine gönderecek halleri yok. Zaten münakaşa etmenin sırası değil. O yüzden git artık. Ben kışlaya kendim dönerim. Biliyorsun, ne zamandır buradayız. Oraya nasıl gideceğimi hatırlıyorum.”
Cainen bir dakika daha Sharan’a baktı, ardından Aten Randt’ın gerisindeki diğer Enesha askerini işaret etti. “Sen,” dedi. “Bu kadına kışlasına kadar eşlik et.”
“O asker bana lazım İdareci,” dedi Aten Randt.
“Benimle tek başına ilgilenebilirsin,” dedi Cainen. “Askerin bu kadına eşlik etmezse ben edeceğim.”
Aten Randt tercüme aygıtının üstünü kapatıp askeri yanına çağardı. Yaratıklar birbirlerine sokularak kendi aralarında usulca tıkırdadılar-Cainen, Enesha dilini anlamadığı için bunun bir önemi de yoktu. Derken ikisi birbirinden ayrıldı ve asker gidip Sharan’ın yanında durdu.
“Askerim onu kışlasına götürecek,” dedi Aten Randt. “Ama başka bir itiraz duymak istemiyorum sizden. Zaten çok vakit kaybettik. Artık benimle gelin İdareci.” Yaratık uzanıp Cainen’i kolundan tuttu ve onu merdiven kapısına doğru çekti. Cainen arkasına baktığında Sharan’ın dev Enesha askerine korku dolu gözlerle aval aval baktığını gördü. Aten Randt onu kapıdan ite kaka geçirirken, asistanının ve sevgilisinin son görüntüsü de yitip gitti.
“Canım yandı,” dedi Cainen.
Aten Randt, “Sessiz olun,” dedi ve Cainen’i merdivenlerde ileri itti. Birlikte basamakları çıkmaya başladılar. Eneshalı’nın şaşırtıcı ölçüde kısa ve narin alt uzantıları, Cainen’in basamakları çıkarken attığı adımlardan geri kalmıyordu. “Sizi bulmak ve harekete geçirmek çok fazla zaman aldı. Niye kışlanızda değildiniz?”
“Bazı işlerimizi tamamlıyorduk,” dedi Cainen. “Sanki burada yapacak başka bir şeyimiz var da. Şu an nereye gidiyoruz?”
“Yukarı,” dedi Aten Randt. “Ulaşmamız gereken bir yeraltı servis demiryolu var”
Cainen bir anlığına durup başını arkasına çevirdi ve birkaç basamak aşağıda bulunmasına rağmen neredeyse kendisiyle aynı boyda olan Aten Randt’a baktı. “Orası seralara çıkıyor,” dedi Cainen. O, Sharan ve Cainen’in personelinin diğer üyeleri kimi zaman biraz bitki görmek için üssün muazzam yeraltı sera hangarına giderlerdi; gezegenin yüzeyi pek de davetkâr sayılmazdı—tabii hipotermiden hoşlanmıyorsanız. Seralar, dışarı çıkmaya en çok yaklaşabileceğiniz yerdi.
“Sera hangarı doğal bir mağara,” diyen Aten Randt, Cainen’i dürterek tekrar harekete geçirdi. “Ötesinde, kapalı bir alanda bir yeraltı nehri yatıyor. Nehir bir yeraltı gölüne akıyor. Orada sizi barındıracak küçük bir yaşam modülü mevcut.”
“Bundan bana daha önce hiç bahsetmediniz,” dedi Cainen.
“Bahsetmemiz gerekeceğini zannetmiyorduk,” dedi Aten Randt.
“Oraya kadar yüzecek miyim?” diye sordu Cainen.
“Küçük bir denizaltı var,” dedi Aten Randt. “Size bile sıkışık gelecek. Ama modülün konumu araca önceden programlandı.”
“Peki orada ne kadar kalacağım?”
“Umalım da hiç kalmanız gerekmesin,” dedi Aten Randt. “Çünkü aksi halde çok uzun bir süre kalacaksınız. İki kat daha çıkacağız İdareci.”
İki kat daha merdiven çıktıktan sonra kapının önünde durdular. Cainen soluklanmaya çalışırken Aten Randt ağız uzuvlarını iletişim cihazına doğru tıkırdattı. Birkaç kat yukarılarındaki çatışmanın gürültüsü, yerin taşlarından ve duvarların betonundan geçerek onlara kadar geliyordu, iletişim cihazını indiren Aten Randt, “Üsse ulaştılar, ama onları şimdilik yüzeyde tutuyoruz,” dedi Cainen’e. “Bu kata henüz varmadılar. Sizi hâlâ emniyete alma imkânımız var. Beni yakından takip edin İdareci. Geride kalmayın. Anlıyor musunuz?”
“Anlıyorum,” dedi Cainen.
“Öyleyse gidelim,” dedi Aten Randt. Oldukça etkileyici görünen silahını kaldırdı, kapıyı açtı ve koridora çıktı. Aten Randt yürümeye başlarken Cainen, kabuğunun içinden çıkan ilave bir bacak eklemi sayesinde yaratığın alt uzuvlarının uzadığını gördü. Eneshalılara çatışma durumlarında müthiş bir hız ve çeviklik kazandıran bu hareket mekanizması, Cainen’in aklına çocukluğunda gördüğü türlü türlü böceği getirdi. Tiksintiden doğan bir ürpertiyi bastırdı ve yaratığa ayak uydurmak için koşar adım ilerledi. Moloz dolu koridorda birden fazla kez tökezleyerek yürürken, o katın öteki tarafındaki küçük raylı istasyona doğru epey yavaş ilerliyordu.
Cainen ona soluk soluğa yetiştiği sırada Aten Randt üstü açık bir yolcu kompartımanı bulunan küçük raylı lokomotifin kontrollerini incelemekteydi. Lokomotifi, arkasındaki vagonlardan ayırmıştı bile. “Geride kalmayın demiştim,” dedi Aten Randt.
“Bazılarımız artık genç değiliz, bacaklarımızı da iki kat uzatamıyoruz,” diyen Cainen, raylı lokomotifi işaret etti. “Buna mı bineceğim?”
“Yürümemiz gerek,” dedi Aten Randt. Cainen’in bacakları derhal ağrımaya başladı. “Ama yol boyunca bana ayak uydurabileceğinizi sanmıyorum ve vaktimiz hızla daralıyor. Bunu kullanma riskine girmek zorundayız. Binin.” Cainen iki Eneshalı’ya uygun şekilde yapılmış yolcu bölümüne minnetle çıktı. Aten Randt küçük lokomotifi yavaşça son süratine -bir Eneshalı’nın koşma hızının yaklaşık iki katına-çıkardı. Bu hız o daracık tünelde Cainen’i huzursuz etmek için yeterliydi. Akabinde Aten Randt arkasına döndü ve silahını yeniden kaldırarak gerilerindeki tüneli muhtemel hedefler için bakışlarıyla taradı.
“Üs istila edilirse bana ne olacak?” diye sordu Cainen.
“Yaşam modülünde güvende olacaksınız,” dedi Aten Randt.
“Evet ama üs istila edilirse beni almaya kim gelecek?” diye sordu Cainen. “O modülde sonsuza dek kalamam ve oradan nasıl çıkacağımı bilemeyeceğim. Şu sizin modül ne kadar iyi hazırlanmış olursa olsun erzakı eninde sonunda tükenecek, içindeki havadan bahsetmiyorum bile.”
“Modül, sudaki çözünmüş oksijeni çıkarma kabiliyetine sahip,” dedi Aten Randt. “Havasızlıktan boğulmayacaksınız.”
Cainen, “Aman ne güzel,” dedi. “Fakat bu beni açlıktan ölmekten korumayacak.”
Aten Randt, “Gölün bir çıkışı-” diye söze başladı ve cümle-