Roman (Yabancı)Roman (Yerli)

Hiç

Varlığı anlamlandırma çabasındaki bir modern zaman dervişi, eşya ve olaylara nasıl bakar? Altı yılda bitirdiği hukuk eğitimine metelik vermeyip hayatını kaleme, kağıda, hüsnühatta adayan dervişin irfan yolculuğu… Hayata bir derviş ve bir çocuk hayre-tiyle yaklaşan hattat… “Pencereye gitti, perdeyi araladı. Kuşbakışı baktı. Bir şey göremedi. Kışbakışı baktı, donuk bir hayat gördü. Kasbakışı baktı, şiddetli bir hayat gördü. Kurtbakışı baktı, siyah beyaz gördü. Koçbakışı baktı, ot gibi bir yaşam gördü. Körbakışı baktı, beyaz gördü. Kembakışı baktı, siyah gördü. Külbakışı baktı, gri gördü. Kelbakışı baktı, kılsız bir yaşam gördü. Kilbakışı baktı, sarı bir yaşam gördü. Küfbakışı baktı, güz gördü. Köybakışı baktı, somun gördü. Kurbakışı baktı, eşcinsel bir ya-şam gördü. Kılbakışı baktı, kel bir yaşam gördü.”

***

İçindekiler

Hiç…………………………………………………………………..9

Hiç……………………………………………………………………………..11

Hiç’e Derkenar……………………………………………………………..50

Uzakla Yakının Sınırında………………………………………………..84

Toprağın Kenarları…………………………………………………………96

Bir Göz Mesafesi…………………………………………………………105

O Gün……………………………………………………………………….118

Çiselti……………………………………………………………………….120

Ay…………………………………………………………………………….129

Güneşin Işınlı Kalkanı………………………………………………….135

Senfonik İlahi………………………………………………….139

Senfonik ilahi……………………………………………………………..141

Hüzzam Peşrev…………………………………………………………..143

Yörük Semai………………………………………………………………145

Nikriz………………………………………………………………………..146

Hicaz Faslı…………………………………………………………………147

Segâh Kapanış……………………………………………………………148

Çoğul ve Karmaşık……………………………………………149

iç……………………………………………………………………………..151

Dış……………………………………………………………………………152

Sıvı…………………………………………………………………………..153

Çoğul ve Karmaşık………………………………………………………155

Gölgesi……………………………………………………………………..156

Bakışı……………………………………………………………………….157

Yakışı……………………………………………………………………….159

Sarmaşı…………………………………………………………………….161

Zamanın Dalgalanışı……………………………………………………163

Kıl…………………………………………………………………………….165

Ara…………………………………………………………………………..166

Suret………………………………………………………………………..167

Son…………………………………………………………………………..168

Kumkale…………………………………………………………169

Paskal………………………………………………………………………171

Muhabbet Tellalı………………………………………………………….173

Aravani’ye Çıkarken Sağdaki Ceviz Ağacı………………………..180

Kumkale…………………………………………………………………….197

‘Yaşamayı öğrenmek, hâlâ gerçekleşmeyi bekleyen bir şeyse, yalnız yaşamla ölüm arasında gerçekleşebilir.’

Jacques Derrida

Hiç

Fatih camiinden düşen ezanla uyandı Hattat. Pazardı. Dün kurulan semt pazarının artıklarını topluyordu çöpçüler. Pencereyi açtı. Yıkanma zamanı gelmiş perdenin biri havalandı. Çürük meyve-sebze, geceden kalma pis bir insan, bayat balık, deniz ve lağım kokusu içeriye doldu. Geceleri serinliyordu hava. Yüzüne soğuk yel vurdu. Esnedi. Dağınık eşyalar arasından geçerek banyoya gitti. Lavabo pisti. Suyu akıttı bir süre. Aynaya baktı. Pas lekelerinin arasından traşsız, yorgun çehresini gördü. Yüzüne suyu birkaç kez çarptı. Ayaklarını biçimsiz, yüksek lavaboya güçlükle kaldırıp yıkadı. Nemli, ter kokulu el havlusunu aldı, salona döndü. Evi balkonsuz, bitişik düzen eski Fatih kâgirlerinden birinin üçüncü katında, bir oda bir salon ve içinde iki kişinin güçlükle durabildiği kilerden ibaretti. Salonda geçiriyordu gününü. Kamışlar, kalemler, divitler, kamışların ucunu kesip incelttiği keskiler, yarım jiletler, küçük çakılar, maktalar, kayısı ve erik ağaçlarının reçinesine is katıp sulandırarak elde ettiği yazı maddesinin bulunduğu nun harfine benzeyen bakır çanak, çini mürekkep, kırmızı ve mavi mürekkep şişeleri, kopya kâğıtları, meşk için kullandığı beyaz renkli kartonlar, çay ile renklendirdiği çizim kâğıtları, eski hattatların çizimlerinden kopyalar, hat koleksiyonları, albümler, çeşitli romanlar, şiir kitapları, hat tarihine ilişkin birkaç kitap, şeyh hamdullah ve özyazıcı’nm simetrik hiç hatları, çeşitli istifli rik’a hiçleri, esed’in tefsirli meali, sahih-i buhari’den yaptığı çevirinin birinci cildi, mehmed kırkıncı’nın kader nedir’i, sarı gülü koyduğu ortasından kesilmiş bir litrelik pınar şaşal şişesi, içindeki kirli su, üzeri muşamba kaplı katlanabilir masa, poğaça kırıntıları, kanepenin yanında sürekli çay demlediği küçük tüp, yanında yerde birkaç damla çay artığı bulunan su bardakları, öğrenciliğinden kalma alüminyum çaydanlık, birkaçı yere saçılmış küp şekerin kutusu, radikal gazetesinin spor eki, kadirli’nin azaplı köyünde yaşayan annesinin ördüğü eprimiş altı delik patikler, kokusu odaya sinmiş mika küllük, boş-dolu sigara paketleri, kibrit kutuları, beypazarı maden suyu şişesi, sigara dumanından sararmış duvarda divani yazıyla istifli edeb ya hu ve rik’ayla yazılmış besmele kopyaları, miro’dan kurbağa yavrularına benzeyen iki tıpkıbasım, bir hafta öncesinde kalmış diyanet takvimi, antep işi fildişi süslemeli aynalı kandil, karşıda duvara yaslanmış eski yemek masası üzerinde naylon sürahi, su bardağı, birkaçı kullanılmış vermidon tablet, kâğıt peçeteler, toshiba marka küçük kapağı kırık teyp, yanında erkan oğur’un anadolu beşik kaseti, yanında ekranı tozdan ağarmış siemens marka otuzyedi ekran televizyon, üzerinde iki alüminyum çanaklı küçük portatif anten, birkaç sandalye, sandalyede tek kişilik başyastığı, kenarında dantel işlemesi, üzerinde salya kiri, alelacele katlanmış cami desenli seccade, yerde keçi kılından yörük kilimi, ayakkabılıktan sızmış kurumuş çamur parçaları, saç kılları, toz toprak ve bütün bunlara ayrı ayrı sinmiş yalnızlık… Havluyu bıraktı sandalyeye, pencereyi kapadı, sıvanmış kollarını düzeltti, seccadeyi serdi, namaza durdu. Sünneti kıldıktan sonra çaydanlığı doldurup tüpü ateşledi. Farzdan sonra kanepeye oturdu, ism-i azam’ı mırıldanmaya başladı. Yacemiluyaallah Yakebiruyaallah Yağaniyyuyaallah… derken bir ritim tutturdu, sallanmaya başladı, her ismi iki kez okudu, sonra üç dört beş…kez tekrar etti, ettikçe ettiği ismin harflerinin çözüldüğünü hissetti…Çözülen harfler dağılıyor, boşluğa savruluyordu, savrulduğu boşlukta yeniden birbirini bularak yeni sözcüklere dönüşüyor, yeni duygular keşfediyor, isimle varolan büyüyen kırılan küçülen dağılan yeniden yapılan nesnelerin üzerindeki örtü havalanıyor, örtüsü kalkan nesnenin içgüzelliği beliriyordu. Söyledikçe ve harfleri savurdukça boşlukta olduğunu fark etti. Duvardaki Şeyh Hamdullah Hiç’ine baktı. Güzel he ile ye’nin bitişmesini gördü. Çe sonda gereksiz gibiydi, hii diye okudu. Sonra ç dedi, ç. Çe demedi, açık e’yi söylemeden, sadece ç, e veya i’siz, iyeliği olmaksızın, ç diye sondaki sesliyi yuttu. Yutunca biten, hiç başlamayan bir şey oldu. Boşluk gibi bir şey. Yokluk gibi. Olmayan, olmamış olan gibi. Yokluğun varlığın öteki yüzü olduğunu düşünürdü hiç yazmayı her düşündüğünde. Varlığın içyüzü. Varlığın içi dışa çevrilince yok oluyordu. Varolan bir şeydi yokluk. Varlığı boşluklayan bir şey. Amaaan diyerek kalktı. Başı ağrıyordu. Çay demledi, iki hap içti. Paketi aldı açtı boştu attı sehpanın üzerine, ötekini aldı, sigara çıkardı, kibritte aynı sorunu yaşamadı, çakınca ateş… Altı mavi, üstü sarı, ortada yanan çubuğun kararıp kuruması, yandıkça biten, bittikçe boşluğa düşen bir şey. Biri bitti.

Parmağı yandı, emdi parmağını, üfürdü, üfürdü. Gidip suya tuttu. Suda kaldı bir süre. Su gibi akıcı şeyde. Dışarda dünya ışıyordu ağır ağır…yavaş yavaş…giderek…zaman içinde… zamanla birlikte…zaman altmda…ona bağlı olarak…zamanm içinde…dışında olmayan…olmayan yani…Geldi, yeniden yaktı kibriti, dumanı bitince yaklaştırdı, çekti, çekince sigara parladı, küçük, zayıf bir alev, bir daha yandı, ucundan dumana dönüştü, ağzından burnundan çıktı, çıkınca biçim değiştirdi, parmağı yanıyordu, tekrar suya tuttu…Su akıyor, kibrit yanıyor, hava ışıyor, şehrin sesleri artıyordu. Su kaynayınca çayı demledi. Demlikteki çay artığını dökmeyi, demliği temizlemeyi hiç sevmiyordu. Yere döküyor, silmek zorunda kalıyor, çöp bidonu olmadığından mutfak kapısının koluna astığı naylon poşete döküyor, yırtık poşetten yere çay artığı sızıyor, sızarken çöpün kokusunu da sızdırıyordu. Perdeyi açtı, gün ışımıştı. Simit, poğaça satıcıları, esnaf, çöpçüler, kamyonet homurtuları, kamyon gürültüleri, ekmek süt dağıtıcıları, kumruların tekdüze ötüşleri, kepenk sesleri… Şehrin sesleri çoğalıyordu. Çoğaldıkça karışıyor, uğultuya dönüşüyordu. Kanepeye döndü. Çayı döktü bardağa. Üzerinde taneler. Haşlanmış gibiydi. Bir sigara daha yaktı. Başındaki ağrı hafiflemişti. Yeni gün başlıyordu. Birazdan uyumak üzere yatağa dönecekti. Şehir uyanınca Hattat uyuyordu. Hattat uyuyunca rüyalar uyanıyordu. Öğleye kadar uyuyacaktı. Birkaç kez uyanacak, gürültü uyumasına izin vermediğinde kalkacaktı. Kalktı. Yerden maktayı aldı. Kalem yuvasına baktı uzun uzun. Ayrı bir nesne olarak kalemin ucundan kesildiği yuva. Kalem evi. Onun da evi olduğuna göre yersiz yurtsuz bir nesne var mıydı? Mekânı olan her nesne gibi kalemin de zamanı var. Zamansallığı aşmak üzere hokkaya, nun harfine dalıyor, oradan aldığı mürekkeple yine ayrı bir nesne olan kâğıda yokluktan harfler düşürüyor. Harfler var olurken kendisi ve kâğıt yok oluyor. Kalemle harf varlığın iki yüzü. İçi ve dışı. Kalem, mürekkep ve kâğıt dış, harfler iç. Varlığın özünü taşıyor kâğıda. Bıraktı maktayı masaya. Makta…kesi-len yer…kesilen, biten yer. Burada kesiliyorsa bir yerlerde başlıyordu kalem. Kalem kesilmeden başlayan bir şey değildi. Maktayı bir yerlerden hatırlıyordu, maktayı matlayı. Beyitle ilgili bir şey. Evle. Divan dersleri almıştı bir dönem okulda. Sahi okulu vardı bir zamanlar. Beyazıt meydanına bakan görkemli bir kapısı. Beyazıt camiine, meydana, meydandaki çınara, çınarın yanından girilen sahhaflar çarşısına bakan. İki yanında polis bekleyen. Uzun saçlıları, blucinlileri ve başı örtülüleri içeri almayan. İtiraz edenleri coplayan bir okulu vardı. Portalinde arapça yazılar yazardı. Fetihle, İstanbul’la ilgili şeyler. Girip çıkanların, ne olduğunu anlamadan mezun olduğu. Olup bitenlere anlam veremeden geçip gidilen. Kapıdan girilirken polisin, girilince rektörün, ardından dekanın, ardından bölüm başkamnın nöbet tuttuğu. Bir komiserliğe bağlı. Hayatta en hakiki mürşidin ilim olduğu. Hakiki’nin nemli, bunaltıcı yaz sıcaklarında buharlaştığı. Mürşid’in nemli kış soğuklarında donduğu. İlim’in şiddetli güz lodoslarında yitip gittiği. Rektör bey, derhal Çin’e gidip ilim alınız geliniz. Emredersiniz paşam. Bu delikanlıların böyle şallap şullap girip çıkmalarına, oturup kalkmalarına, öyle yırtık pırtık giyinmelerine, hocalarına hürmetsiz edepsiz cevap vermelerine, ellerinde pankart asayişi bozmalarına, ilmin birinci şartı olan itaati terk edip her tatbikatı protesto sadedinde kazan kaldırmalarına asla müsaade etmeyiniz. Kolluk kuvvetleri ne güne duruyor. Bu güzide ilim yuvasında huzuru bozanların derhal kellesi kopanla. Emredersiniz sultanım. Bakınız rektör efendi, biz sizi oraya mukaddes öğrenim hakkını muhafaza etmeniz ve talebeleri devlete yararlı ve itaatkâr kişiler haline getirmeniz için tayin ettik. Vazifenizi biliniz ki talebeler de hadlerini bilsinler. Emredersiniz efendim. Ha şöyle, herkes haddini bilmeli. Bin dolarlar verildiğinde verenin çıkarı doğrultusunda mütalaalar yazan hukuk profesörlerinin olduğu bir okul. En çok çevre hukukunu severdi. En az onda kafası şişerdi. En sevmediği de medeni hukuktu. Medeni olanla başı hoş değildi. Kütüphanesi yıkılan, kitapları çöplüğe atılan bir okulu vardı. Okula gitmesine, sınavlara, derslere girmesine neden olan birkaç hoca da vardı bölümde. İyi ki vardılar. Biri, sokak kedilerine her gün ciğerler, dalaklar getirir, kapı önünde, naylon kaplarda onlara paylaştırır, kolları sıvalı, elleri kanlı, koridorda dolaşırdı. Bir başkası, yoksul öğrencilere harçlık veren, herkesin hukukunu gözeten, alanıyla ilgili yeni yayınları izleyen, birkaç dil bilen, yaratıcı zekâya sahip, üretken ve onurlu bir adam. Onun da kedilerle, sokak köpekleriyle başı hoştu, o da mutad yiyecek getirirdi onlara. Bir keresinde rektörlükten bir uyarı yazısı gelmiş, ‘bahse konu olan kedi, köpek ve sair sokak hayvanlarının ve onlara sunulan çeşitli tegaddi nesnelerinin bölümü ve bilhassa bölüm girişini kirlettiği, buna sebebiyet verenler hakkında soruşturma açılacağı’ belirtilmişti. Hoca, bunun üzerine, özel kalem müdürünü aramış ve ‘Rektörünüze söyleyin, bölüm girişindeki kedi ve köpekler başörtülü değil’ demişti. Altı yılda bitirmişti hukuku. Bitirmişti ya, staj bile yapmamış, hukukla ilgili kitap ve notlarını, mezun olduğunun ertesi kışında sobada yakmıştı. İşe yaramıştı sonunda kitaplar. Özel hukukla ilgili olanlar, özellikle kazancı yaymevinin-kiler gecenin en soğuk anlarında ısıtmıştı sigara, küf, yalnızlık kokan odasını. Hamamböcekleri de özel hukuk kitaplarını çok sevmişti. Poğaça kırıntılarıyla özel hukuk doktora tezleri hamamböceklerince çok sevilirdi. Hattat, dersliklerde de rastlıyordu böceklere. Böcek kelimesini, borçlar hukuku dersinde kitaplarıyla yetinmeyip onlardan çıkardığı not teksirlerini dağıtan hocası beşir beyin cinsellikle ilgili geyiğini dinlerken teksirin ilk sayfasına iris celi hattıyla yazmış ve böcek biçiminde istiflemişti. Beşir beye benzemişti yazı. Böcek bey diye fısıldadı. Sesi, hocanın yorgun ama ihtiraslı sesine karıştı. Kondom kullanmanın mahzurlarını anlatıyordu borçlar hukukunda. Bu kez bilinç ve iradeden çok zaaf ve incelikle, talik hatla prezervatif yazdı kâğıda. Böcek. Be ile ce’nin arasına zarif bir vav çizdi, kef’le bitirdi. Kef’in kuyruğunu yukarı uzattı kıvırarak. Kuyruklu böcek. Prezervatife benzedi böcek bu kez. Prezervatif bey diye fısıldadı. Sesi biraz yüksek çıkmış olmalı ki yanındaki çiçek yanığı suratlı arkadaşı baktı. ‘Bence de’ diye ünledi. Lebdeğmez söyleyen ozanları düşündü. Be patlak ünsüz müydü? Hem ünü yok hem patlak. Bir temel fıkrasını anlatıyordu hoca şimdi borçlar hukukunda. Hocam bizi kendinize çok borçlandırdınız. Bunu nasıl ödeyeceğiz size? Talik yazıyla. Talik yazısı bir uyum hattıdır. Ötekine uyan, devlete uyan, girdiği yere uyan, birbirine uyan, yönetime uyanların hattı. Hattat’ın talik biçimleriyle dışavurmak istediği, çizgilerin orantı ve uyumudur. Çizgilerin müziği…Efendim musikide olduğu gibi talik hattında da çizgiler, güzellik ve uyumla çıkan sonsuz seslerin birleşimidir. ‘Birleşmeden önce’ diyordu hoca ‘mutlaka hangi kondomun uygun olacağı ehlince belirlenmelidir. Ama bana sorarsanız…’ ‘Sana sormuyoruz hocam’ dedi. Bu kez sesi biraz fazla çıkmıştı, hoca duymamıştı ama hayli duyan olmuştu. Gülüşmeler olunca hoca kürsüye vurdu. Vurunca sessizlik oldu. Hoca, ‘Şimdi ilk istikrazla beraber alacaklının…’ diye konuya girdi. Girince zili bekledi. Beklerken boşluk oldu. Boşluklar sıklaşmıştı. Sıkı boşluk varlığın özüne doğru bir yol açıyordu Hattat’ta. Oradan varlığın yüreğine sızıyor, sızdıkça göğsündeki sızı derinleşiyordu. Boşlukta hem kimsesizlik hem hiçlik. Hiçlikte kimse olmadığından kimsesizlik de yoktur. Bu yüzden zili bekliyor ve çıkıyordu. Okulun en çok çıkışını severdi, çıkış kapısını. Hem ucuz giysi ve kitap bulabildiği bir pazar kuruluyordu, hem de çmaraltmda taze çay içip insanları seyredebiliyordu. Hatta bulaşmasının sekizinci yılında insanları artık harf gibi görüyordu. Şu çizgili kravatlı, koyu vişneçürüğü takım elbiseli genç adam sessiz harflere ulanan elif’e, şu beli bükülmüş ya eşini yitirmiş yalnız veya evinde durdurmayan bir sıkıntıyı yaşayan yaşlı adam dal’a, şu kafasında tilkiler dolaşan, ucuz antika avına çıkmış, üstten kesilmiş ince bıyıklı, sağ yanağında iri et benli, öğretmen emeklisi adam re’ye, az önce getirdiği çay fincanının boşalmasını bekleyen güneydoğulu delikanlı noktalarını yitirmiş şın’a, caminin kuzey kapısında bağdaş kurmuş oturan bu şişman, ortayaşlı kadın ayn’a, yaslanmış uyuyan çocuğu mim’e, üç tekerli arabasında çorap satan şu bıyıklı, kasketli adam cim’e, değerli ama ucuz kitap arayan şu kitap-kurdu yaşlı adam fe’ye benziyordu. Çınar daima lam elifti. Ne zaman baksa elifle lam’m birleştiği lam elifi görüyordu çınarda. Çınardan habersiz bir insan ırmağı akıyordu yerde. Yerde ayaklanmış harfler kaynıyordu. Onlardan dilediğini alıp kâğıtta birleştirebiliyordu. İlkin heceler çatıyordu onlardan. Hece çatmanın keyifli olduğu kadar güç bir yanı vardı. Keyifli yanı, dilediğinde birleştirebilmesinden, güçlüğü hecelerin kendi başlarına bir anlam ifade etmemesindendi. En çok yoksul insanların benzediği harfleri seviyordu. Onlar daima dal, zal veya re gibi eğik, boynu büküktüler. Kimsesiz ve açtılar. Sofralarında bir gün çay ve çökelek, bir gün patates haşlaması bulunca bayram yaparlardı. Kışın ısınmak için yakacakları odun veya kömürleri olmuyordu. Eski giysiler, papuçlar toplayıp yakıyorlardı sobalarında. Onları bulamayınca piknik tüpü yakarak ısınıyorlardı. Çok çocukları oluyordu bu harflerin. Sessiz ve dişil olduklarından çoğalıyor ve seslerini çıkaramıyorlardı. Her şeye rağmen evde bir televizyonları oluyordu ve oradan şarkıcı ve mankenlerin haberlerini dinleyebiliyorlardı. En çok mutfak ve yemek programlarını, gurmelerin katıldığı programları izliyor, onlara ve mankenlere bakarak yutkunuyor ve olmadık birleşmelerle tuhaf heceler oluşturarak sözcüklere hazır hale geliyorlardı. Televizyonda konuşan politikacıların sözcüklerinden bir şey anlamıyorlardı. Kendilerinden oluşan heceler, kelimeler ilettiklerinde onların da bir şey anlamadıklarını görüyorlardı. Ama bir nezaket vardı arada, herkes birbirine sayın diyordu. Durmayın sayın. S ile a ile ı ile y ile n. Beş ayrı harften oluşun. Beş harf beşibiyerde gibi durmayın, birleşin. Birlik ve beraberlikten söz edilince yoksullar, kendilerinin bir araya gelerek kelimeler oluşturmasını anlıyorlardı. Bu kelimelerin parçalanarak tek tek bir kâğıda düşmesi hattat-larca yapıldığı için yoksullar nesli tükenmiş bu yazıcıları tanımadığından siyasetçilerle kendileri arasında bağlanamaz bir kopukluk olduğunu görüyorlardı. Sonra gayrisafimilli-hasıla denilen bir harf kümesi vardı ki her işadamı ve eko-nomidensorumludevletbakanmm her konuşmasında mutlaka gösteriyordu kendisini. Yirmi ayrı harfin isteksiz biçimde bir araya geldiği bu öbeğin kendisinden ayrılmayan yakınları vardı. Kişibaşmadüşenmilligelir gibi yakınları dışında kendilerine benzemeyen ve hiçbir dilde karşılığını göremedikleri başka harf yığınlarına da yoksulların kulakları artık aşinaydı. Bu kelimeler uçuştuğuna göre bir şeyleri çok seven ve üşüşen sinekler mi, yoksa beyinleri aşağılanan kuşlar mı oldukları tartışma götürürdü. Tartışma programlarında bilhassa harfleri acımasızca bir araya getiren ve onlardan anlamsız sözcükler üreten konuşmacıları her dinlediklerinde beyinlerinin boşaldığını görmeleri için hattatın onları mutlaka kufi ile yazması gerekiyordu. Çünki kufi geometrikti. Kanavayı oluşturan parçalar kufide yatay veya dikey olmalıydı. Ya sürünen veya ayağa kalkan harfler…Arada, eğip bükülmeyen, biraz eğik veya biraz dikey olmayan. Yani yarıyatık veya yarıdikey harflerle kuş veya sinek gibi uçuşan harflerin oluşturduğu sözcükler anlamsız olmaktan kurtulamazdı. Böylece piyasaların bunu nasıl algıladığını saatlerce dinleyip, göstergelerin önümüzdeki haftayı iyi göstermesini hayra yorup, bir yılda sekizinci bankanın fona nasıl devredildiğini öğrenip bededekadan bankaya kaçmilyondolar aktarıldığını hesaba ne zamanlan ne mecalleri kalıyordu yoksulların. Sofrada yine ya patates veya sıvı yağla karıştırılmış tuzlu çökelek ve bayat ekmek oluyordu. Baba yine işsiz, sabah evden dışarı çıkamıyor, anneler yine akşam pazardan artık topluyor, çocuklar okula gitmiyor, yüzleri gülmüyor, oyuncakları vitrinlerde görüyor, annelerinin uzanan her mikrofona neden ağladığını anlamıyorlardı. Çünki kufi bazen nesih, bazen sülüs ve nesih bazen de satrançlıydı. Satrançlıydı, çünkü dikey çatılıyordu harfler. Üstten. Genelkurmay için siviltoplumkuru-luşu diyen siyasetçi satrançlı kufiyle yazılıyordu. Kufi en geleneksel yazı biçimiydi. Kökü kökeni en eski. Tarihin tozlu raflarına, çöp sepetine, örümcek bağlamış koridorlarına uzanan. Uzun, upuzun, ıpıssız bir geçmişi vardı, karanlık bir mazisi. Bu maziden çıkıp bugüne, üstten, tepeden, üsbiyer-lerden inen bir yanı oluyordu. Olunca bugüne en kolay çevrilebilen karakterleri üretebiliyordu. Ana karakterlerinden biri düz çizgilerden oluşan, daima çizgili kravatlı olan, düz renklerden en çok neftiyeşili seven, paralel kısımlar arasındaki açıklığı her yerde aynı olan, aynı hizada duran, hizaya gelmesini bilen, geldiği yerleri unutan, giderek yersizleşen, oturoturduğunyerde denilince hazırola geçen, hep hazır olan, ağzına aldığı her harfi harflikten çıkarıp sakız gibi çiğneyip tüküren, tükürüp tükürüp yüzüne yağmur yağan, yağdıkça yiyen, yedikçe şişen, şiştikçe hindi gibi kabaran, kabarıp kabarıp kara fatma annen güzel sen çirkin ben güzel sen çirkin sen ben yok biz varız biz bize benzeriz biz ne çirkin ne güzeliz biz ne ürkek ne erkeğiz biz biziz bizim bizden başka dostumuz yoktur bizden olmayanlar çık dışarı ya sev ya terk et ya yağ sat ya bal tut bal tutup yala parmağını yalakalığını ermeni kanıyla karıştırma deprem geldi hoş geldi kan geldi hoş gelmedi kan ermenistandan geldi bölücübaşı terör ne seni ne beni gördü bir tasarı geçince çok değerli ve sayın ve saygın ve muhterem ve kardeşlerim ve romalılar ve zehirliler ve zenginler ve fareler ve insanlar ve uzanlar ve uzayanlar boyu oyunlular oyunu koyunlular üç merkezden iki merkeze iki merkezden tek merkeze götürürler herkese üniversite sayısını çıkar ikiyüzmerkeze oradan gelbaşörtü-lümektebe kapıda zincirlesinlersenibilhaddini egemenlik kayıtsız şortsuz tişörtlü denetle askerini denetlesin asker seni sen sev ülkeni sevmezsen sevecekler enseni en senin olmayandan vazgeçerek gel iktidara iktidar gelsin sana gel gel olsun çocuk gelsin çocuk büyüsün annenin babanın malı meli takısından sıyrılsın evden kaçsın çocuk kaçıp kaçıp gitsin arka sokaklarına koklasın tinerleri kurtulsun imefeden alsın başını gitsin aksaraydaki köprünün altına sersin çöplükten bulduğu paltosunu yatsın uyusun kurtulsun savcılıkiyihalkâğıdmdan uyansın şehrin gürültülerine hattat sabah namazını kılarken gitsin arasın çöplüklerden bi parça esmer ekmek yesin kurtulsun açlığından otursun beklesin ta ki yazılsın kufi sülüsle… Karelerden oluşan bu yazıya makıli diyordu eskiler. Eskilerle yeniler birbirinin harflerinden hece kuramıyor, sözcüklerini anlamıyordu. Dil bir anlaşamama olduğunca anlaşılabiliyordu hattatın elyazısı. Saf akimdan saf altın gibi geliyordu harfler. Hattat, elinin güzelliğinin dilin ve düşüncenin zerafeti olduğunu fark edince başladı yazmaya. Hocaların girip çıktığı kapıdan inince Süleymaniye’ye giden sokağa sapar, Diyarbakırlı Hamid’in tek odalı evine uğrardı. En çok vav’larını severdi onun. Ve’lerini. Uzun, upuzun cümleler kurar, ve ile bağlardı onları, kurup kurup bozardı hoca. Cümle uzadıkça söylemek istediğini unutur, yeni şeyler söylerdi. Her defasında ‘artık yeni şeyler söylemek lazım’ diye bitirirdi. Bitirdiği imzasından anlaşılırdı. Hamid-i Amid. Amid Diyarbakır’ın eski adıydı. Hocadan aldığı meşk kâğıtlarını saklıyordu. Meşksiz yazardı Hamid. Kubbelere yazdığı insan büyüklüğündeki elifler, vavlar ve nunlarla biliniyordu. Bir de tevafuklu Kuran yazmıştı. Bir daha istediler, bir daha yazdı. Yazmak üzere gelmişti dünyaya. Sabah uyanınca başlıyor, gece uyuyana değin yazıyordu. Bütün harflerin elif’ten geldiğine inanırdı. Ne yazsa elif yazıyor gibi yazardı. Vav elifin sağ ucundan bükülerek kendi içine doğru kıvrıldığı, içe döndüğü bir harfti. İçedönüklüğü anlatan sözcüklerin başına gelirdi. Nun elifin yatarak iki ucundan yükselmesiyle belirmişti. Hem yatay hem dikey bir harfti. Zaman ve mekâna bağlı olmayan soyut kelimelerin başına gelirdi. Elif birdi. Noktadan doğmuştu. Nokta birimdi, özdü. Hattat, Hamid’in hattından sıyırdı bakışlarını, yeni çay doldurdu, yeni sigara yaktı. Televizyonu açtı. Gün Başlıyor programında sinüsleri iltihaplanan dalmaçyalı köpekler için neler yapılması gerektiğini dinledi. Kanepeye uzandı. Gözkapakları ağır ağır kapanırken konuşmacının sesi eridi. Dalmaçyalıların üçayda bir karma aşılarının…Rüyasmda kendini mim harfi olarak görüyordu. Şiddetli bir deprem olmuş, yerin altı üstüne gelmiş, her şey yok olmuş, sadece harfler kalmıştı. Şimdi harfler ülkesinde yaşıyordu hattat. Ülkesinin üç yanı harf deniziyle çevreliydi. Kullanılmayan harflerin yığılması, sıkışması ve pördemesiyle harf dağları oluşmuştu. Yatay, engin ve düz harflerden ovalar oluşmuştu.

Sadece servi vardı. Ağaç olarak elif harfi kendinden koparıp attığı parçalarla serviler bitirmişti. Hayvan olarak sadece sad harfinden yapılmış salyangozlar dolaşıyordu ortalıkta. Hattat mim idi ve cümle sonlarına geliyordu. İki adlı nesnelerin birinci adlarını kısaltıyor, artlarına geliyordu. Sözcüklere girmek istemeyen harfleri mimliyorlardı. Bir düzen, bir yönetim biçimi, bir laiklik, bir şeriat veya devrim tehlikesi, bir ekonomidensorumludevletbakanı, bir devlet yoktu ülkede. Devlet olmayınca hiçbir şey yoktu zaten. Ülkenin ordusu da yoktu. Silahı, uçağı, taburları, bölükleri, yeşil giysileri, kısa veya uzun künyeleri, mehmetçik defterleri, emirkomu-takademesi yoktu, asker siyasileri ikidebir uyarmıyordu, uyarılmayan siviller de yoktu, sivillerin uyarılmasının etkileyeceği, kırılgan bir piyasa da yoktu. Borsa tahtası ne kapalı ne açıktı. Tahta yoktu. Köy yoktu. Tahta ve köy olmayınca tahtalıköy de yoktu. Özel ve resmi bankalar batmıyordu. Onlar da yoktu. Onlar üzerinden özel sektöre krediler akta-rılamıyordu. Kredi yoktu. Satın alma gücü her ay yüzde on azalmıyordu. Satın alınacak veya zayıflayacak güç yoktu. Harfler ne güçlü ne güçsüzdüler. Güç yoktu. Güce inanan veya boyuneğen, karşıçıkan veya inanmayan yoktu. Güçsüz bir ülkeydi burası. Gücün olmadığı. Arabalar, evler, apartmanlar, plazalar, şirketler, yollar, otobanlar, trenler, vapurlar, vampirler, kumpirler yoktu. Kimse kimseyi yiyemiyor, kanını içemiyordu. Kan da yoktu. Kansızdı ülke. Elektrik, su, jilet, ekmek, bilgisayar, halı, mobilya, doğalgaz, güvenlik siyaseti, türk dil ve tarih kurumu, atatürk, dil tarih kurumu, türk hava kurumu yoktu. Dil yoktu, tarih yoktu. Kimse kimseyle kurumlar üzerinden haberleşmiyordu. Haberleşme sistemi yoktu. Sistemsiz bir ülkeydi. Bir yoktu, lik yoktu, birlik yoktu, ber yoktu, a yoktu, ber yoktu, lik zaten yoktu, beraberlik hiç yoktu. Hiç vardı ama beraberlik yoktu. Kardeşlik ve özgürlük biçiminde başlayan cümleler olamazdı, kardeşlikle özgürlük birbiriyle olamazdı. Yangın yoktu, orman yoktu. Ormanyangmları haberleri teretebirden verilmiyordu. Terete de bir de yoktu. Hattat bu yokluklar ülkesinde olmayan şeylerden haberdar tek harfti. Kendini mim olarak görüyordu, ama iki m’nin arasına i’yi alarak oluşmuş elifin bir ucundan kendi içine doğru kıvrılmasıyla, içedönmesiyle var olduğunun ayrımında değildi. İçedönüktü Hattat. Bu doğruydu. Evden nadiren çıkıyor, kimseyle görüşmüyor, aydabir otuzluk kart alarak annesini arıyor, kısa birkaç nasılsın iyi misin iyiyim sen nasılsın merak etme bakarım diyordu, o kadar. Davet edildiği toplantılara, düğün ve iftarlara, hat sempozyumlarına, geleneksel sanatlarımız ve geleceğimiz toplantılarına, kurs çağrılarına kulak asmıyordu. Günaşırı gazete alıyor, gazete, çay ve sigara aldığı bakkalla da konuşmamaya gayret ediyordu. Bakkalın siparişlerini alırken, paranın üstünü verirken yavaş davranması çileden çıkarıyordu Hattat’ı. Ayakkabısına kösele yaptırmak için huzur apartmanının giriş katındaki tamirciye bu yüzden gitmek istemiyordu. Gittiğinde poşete sarılı ayakkabı tekini bırakıyor, ne derse tamam diyerek kaçıyordu. Berberin gevezeliğine tahammül edemediğinden iki aydabir yaptırdığı saç traşı da kâbustu. Bu yüzden en çok Ergüder Yoldaş’a gıpta ediyordu. Büyükada olmasın Kadirli’nin Azaplı köyü olsun razıydı, bir yerde hiç kimsenin olmadığı bir yerde yaşasın istiyordu. Bu yüzden mi bir ucu içine dönük mim olarak görüyordu kendini. Bu, ‘yüzden’ sözcüğünü de sevmiyordu. Yüz kökü ve den ekinin zoraki buluşması. Zoraki olan her şeyden kaça kaça evinin bir köşesine sıkışmış kalmıştı işte. Akranları avukat, yargıç veya savcı olmuş, özel hukuk büroları açmış, o mahkeme senin bu haciz benim koşuşturur, para kazanır, eşine de araba alır, yazlık, ikinci ev, kooperatif, yurtdışı derken, sosyal yaşamın renkli hülyalarının denizinde yüzerken, Hattat bu vav’m ucu biraz ince mi olsa, şu güzel he’nin simetrisi sorunlu’ya boğulmuştu. Aynası bile paslı idi. Ne traşı ne giyim kuşamı ne sosyal yaşamı ne evi barkı eşi adı cenk ve cemre olan bir oğlu bir kızı ne arabası ne evi hiç bir şeyi yoktu. Hiç yok boşluk derken olmayan düşüncesinin deryasına dalmıştı. İşte düşünde servi ve salyangozdan başka bir şey olmayan harflerden kurulu bir dünyada yaşıyordu. Bu hal ve ahvalde yürüyüp giderken ansızın bir infilak oldu, dörtbir yana harf parçaları saçıldı. Anın yarısı kopmuş, Enin bir bacağı kalmış, S çengel haline gelmiş, V alttan kesilmiş, Z ortadan bölünmüştü, harflerin anlamları değişmiş, yeni anlamlar da kazanamamış, boşlukta kalmışlardı.. .Hattat’m da içedönük ucu kopmuş, kısa kesik bir çizgi haline gelmişti. İşte harfler asıl yurduna döndü, boşluğa düştü. Şimdi onları yeniden ve bu halleriyle bir araya getirerek yeni sözcükler üretmenin zamanıdır, diye düşündü Hattat. Salyangozlara, harf parçalarını eliften yapılmış servilerin başına çıkarıp boşluğa atmalarını söyledi. Bütün parçalar teker teker toplandı, ağaca çıkarılıp boşluğa bırakıldı. Boşlukta her parça kendini yeniden yapıyor ve yeni harflere dönüşüyordu. Dönüştükçe çoğaldı harfler. Binbir tane harf yapıldı. Hattat onlardan yedi tanesini seçti: cans ıktve bazılarını iki kez kullanarak birleşik sözcük yaptı: cansıkmtısı.

Uyandığında kanepede terlemiş, üşümüş, bedeni kırılmış, vakit öğleyi aşmıştı ve sözcüğü elinde sımsıkı tutuyordu: cansıkmtısı. Cansıkmtısı dedi. Kelimeden bir ses duydu. Eğildi, bir daha cansıkmtısı dedi. Hiç diye bir ses çıktı kelimeden. Şaşırdı. Tekrarladı: cansıkmtısı. Kelimeden ses geldi: hiç. Hiç mi dedi. Hiç dedi kelime. Kelimenin iç sesi hiç diyordu. Kelime zaten iç ses değil miydi? Cansıkmtısı dedi tekrar, bir daha bir daha tekrarladı. Kelimeden her defasında hiç diye ses geldi. Kelimenin içi çınlıyordu. Çınladıkça başka güçleri ortaya çıkıyordu. Tekrarladıkça kelimenin dışanlamı kayboldu. Sesi kaldı sadece. Sesi, yani hiç. Hiç ilkin sade ve kimsesiz görünüyordu. Üç harften ibaretti: güzel he, ye ve çe. Lâkin söylendikçe içte bir titreşim yaratıyordu. Boşluk titriyordu. İlk söylenişindeki hüzünlü sesi yitmişti. Cansıkmtısı dağılmış, hiçlik belirmeye başlamıştı. Hiçlik ilk söylenişinde Hattat’a çocukluğunda cibinlik altında uyuduğu, yani uyu -yamadığı yaz gecelerinin gülyabanilerini çağrıştırmıştı. Babası çiftçiydi. Traktörü, tarlası, buğdayı ve inekleri vardı. Ahırdan ahpun taşınır, bir kısmı bahçeye serilir, bir kısmı tezek haline getilirdi. Okuyup yazmayı askerde öğrenmişti ama bunu sadece bir resmi işlem için evrak gerektiğinde gözlüklerini takarak birkaç dakika kullanırdı. Sinirli, sert mizaçlı bir adamdı babası, üç yıllık Ardahan askerliğinden kalma çavuşu da vardı adının, Ethem çavuş. Sadece annesi değil, kendisi ve altı kardeşi de çok korkardı babasından. En küçükleri kız idi kardeşlerin ve babası annesinin adını Cemile’yi uygun görmüştü ona. Cemile sadece babasının yanında şımarır, çikolata ve oyuncak isterdi. Hattat, babasının öldüğü sene başladı hat kursuna. Bir rastlantıydı gerçi bu ama sık sık babam hayatta olsaydı aynı cesareti gösterebilir miyim diye düşünürdü. Gösteremezdi ama bunu kabullenmek istemiyordu. Varsayım üzerine yargı kurmanın ne denli salakça olduğunu bundan biliyordu. Hattatlığı hâlâ yakıştıramıyordu kendine. Şeyh Hamdullah’ın seksenikisinde ölürken, ‘Hatta yeni başladım’ deyişini unutamıyordu. Halim Özyazıcı için söylenen ‘Kalemi kendine esir etme ve yazıyı yenme’ durağına henüz gelmemişti. Sülüs nesihle hilye bile yazdığına göre Özyazıcı yazıyla baş etmenin ne anlama geldiğini çözerek yazmıştı uzun yıllar. O yıllarda harfler dünyasında bir deprem olmuştu. Bindokuzyüzyirmisekiz senesi evailinde bir sabah uyandığında, harflerini bıraktığı yerde bulamadı. O güzelim elifler, vavlar, mimler, lam elifler, güzel he’ler, cimler, dallar kırılmış, yerine başka harfler gelmiş, gelen harflerle hiç, lahavlevelakuvveteillabillah, veinminşeyinilla-yüsebbihubihamdihi, küllişeyunhalikunillavechehu veya başka bir şey yazmak içinden gelmediğinden evinde sadece kendisi için çizmek üzere uzlete çekilmiş, şimdiki topkapı demirciler sitesinin bulunduğu boş araziyi satın alarak yir-mibeş dönümlük bir bahçe yapmış, çevresine kendi elleriyle taşduvar örmüş, toprağın onbinmetrekaresini ıslah ederek üçbinkütüklük üzüm bağına dönüştürmüş, burada otuz çeşit üzüm yetiştirmişti. Arada bir yazma isteğiyle dolup taştığında eşe dosta bir fuzuli beyti veya mesnevi’den tefe’ül ettiği dizeleri yazar olmuştu. Yazınca ‘sabıkan hattat, halen bağıban’ diye imza atıyordu. On yıl bağıbanlık ettikten sonra vakıflar genel müdürlüğünce restore edilen bazı medrese ve camilerin kubbelerine celi yazılar yazdı. Hamdullah’ın ölümü esnasındaki son sözünü darülfünundaki hocalığında söyledi. Yirmieylülbindokuzyüzaltmışdört günü bağından çıkıp londra asfaltına gelince sarhoş bir sürücünün kullandığı otomobil çıktı karşısına. Gözleri karardı, ansızın beyninde bir şimşek çaktı, her şey ışıdı, bedeninin derinliklerine doğru sızan bi gürültü, sonra her şey karardı, ‘hiç’ diyerek yere yığıldı. Harfler dünyasının tersyüz olduğu, harflerin gayba gömülür gibi belirsizliğe uçtuğu zamanda, bağında üzüm yetiştirirken, bir zamanlar kamışın her türlüsünü tutmuş olan parmakları nasır bağlamışken bir dostu çıkagelmiş ve Halim efendiden fethe ilişkin bir kitaba yine fethe dair hadisi yazmasını rica etmişti. Pazardı. Çırpıcı’daki bağevinin balkonundaydılar. Kâğıdı, kalemleri, mürekkepleri sandıktaydı. Kitabı tetkik ettikten sonra gözleri nemlendi, kalktı, masasını ve malzemelerini getirdi. Bekle dedi dostuna. Bir

Yazar

BENZER İÇERİKLER

bana prenses deme!

Editor

Küçük Prenses

Editor

Albert Cohen, Efendinin Güzeli Romanı Hakkında ve Özeti

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası