Roman (Yabancı)

Hırsız ve Köpekler

hirsiz ve kopekler 5ed433c5f4144

Hırsız ve Köpekler en yakınlarının ihanetine uğrayıp hapse düşmüş Said’in intikam hayalleriyle hapisten çıkışının hikâyesi. Kendisini ele veren karısını ve âşığını öldürmek, kızı Sena’yı yanına almak isteyen Said, geçmişiyle hesaplaşmak isterken daha da güç bir duruma düşer. Said hem peşinde polis köpekleri olan bir suçlu hem de siyasi fikirlerinden sapıp onu aldatan insanların kurbanıdır. Adaleti sağlamaya ve ne pahasına olursa olsun düşmanlarını yok etmeye kararlıdır.

Nobel Edebiyat Ödüllü Mısırlı yazar Necib Mahfuz’un 1952’de ülkesinde yaşanan devrimle ilgili hayal kırıklığını yansıttığı bu roman sembolik anlatımıyla yazarın eserleri arasında özel bir yere sahip.

Mahfuz, Kahıre’nin kahvelerinde oturup sessizce koşesinde çalışan mütevazi bir hikâyeci olmaktan çok uzaktır. Yarım yüzyıldır eserlerinin cefasını, inat ve gururla çekip sıradan zayıflıklara boyun eğmeyi reddetmesi, onun yazarlığının özünü oluşturur.
Edward W. Said

Necib Mahfuz‘un eserlerinde, ülkesinin durumunu doğrudan ve açıkça anlatmak üzere kalemini kullanan edebiyatçılara özgü bir metafor duygusu var. Kitapları Mısır’a ve halkına duyduğu sevgiyle dopdolu, öte yandan da son derece dürüst ve gerçekçi.
Washington Post

***

~BİR~

Özgürlük havasını soludu bir kez daha. Fakat boğucu bir toz vardı havada, dayanılmaz bir sıcak ve kimse beklemiyordu onu; lacivert takım elbisesi ve spor ayakkabıları sadece.

Cezaevinin kapısı ve itiraf ötesi sefaleti uzaklaşırken, dünya -güneşin kavurduğu sokaklar, gelip geçen taşıtlar, hareket halinde ya da durgun insan kalabalığı- geri geldi.

Kimse gülümsemiyor, herkes mutsuz görünüyordu. Oysa uğradığı ihanetle yitirdiği dört yıl boyunca yaşadığı acılardan daha fazlasını çekmiş biri olabilir miydi aralarında? Hepsiyle yüzleşeceği, hiddetinin patlayıp yakacağı, ona ihanet edenlerin umutsuzluk içinde ölümü boylayacağı, ihanetin bedelinin ödeneceği an yakındı artık.

Nebeviyye. İliş. Adlarınız birbirlerine karışıyor zihnimde. Yıllardır bugünü düşünüyordunuz mutlaka, cezaevi kapısının gerçekten açılacağını hiç aklınızdan geçirmeden. Arkanızı kollayacaksınız şimdi, ama düşmeyeceğim o tuzağa. Onun yerine, Ecel gibi çarpacağım sizi, doğru zamanda.

Ya Sena? Sena ne olacak?

Sena’yı düşünmemle, sıcaklığın ve tozun, nefretin ve acının kaybolması bir oldu, yağmurun yıkadığı gökyüzü kadar berrak bir ruhun üzerinde parlayan sevgi kaldı sadece.

Ufaklık babası hakkında ne kadar bilgi sahibiydi acaba? Hiçbir şeyden haberi yoktu muhtemelen. Şu sokak kadar, yayalar ya da sıcak hava kadar biliyordu ancak.

Sena dört uzun yıl zarfında aklından hiç çıkmamış, bir düş imgesi misali, zihninde yavaş yavaş biçimlenmişti. Talih şimdi yaşayabileceği temiz bir yer bahş edecek miydi ona? Böyle bir sevginin eşit olarak paylaşılabileceği, başarılı biri olmanın mutluluğunu yeniden duyabileceği; Nebeviyye ile İliş’in yaptıklarının, iğrenç, fakat neredeyse unutulmuş bir anı olmaktan öteye geçemeyeceği bir yer?

Cezaevi duvarlarının arkasında gösterdiğin dayanıklılık kadar güçlü bir darbe vurabilmek için bütün kurnazlığını kullanman gerekecek. Balık gibi derine dalabilmeli, şahin gibi uçabilmeli, sıçan gibi duvarlara tırmanabilmeli, demir kapıları bir mermi gibi dele- bilmelisin!

Yüzü ne hal alacak seni ilk gördüğünde? Nasıl bakacak gözlerine? Unuttun mu İliş, bir zamanlar bacaklarının bir köpek gibi nasıl sürtündüğünü? Sana kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğreten, senin gibi bir izmarit otlakçısından bir erkek yaratan bendim, değil mi? Unuttun İliş ve tek sen değilsin unutan: O da unuttu, senin pisliğinde, zehrinde, ihanet ve sadakatsizliğinde filizlenen o kadın da.

Bu karanlığın içinde Sena, sadece senin yüzün gülümsüyor. Karşılaştığımızda anlayacağım durumumu. Birazdan, şu caddeyi kat edip, insanların bir zamanlar eğlendikleri bütün o kasvet verici ara sokaklardan geçtikten sonra. İleriye ve yükseklere. Mutluluğa değil ama. Yeminle, nefret ediyorum hepinizden.

Barlar kapatmış, kumpasların kuluçkaya yatırıldığı ara sokaklar açık sadece. Kaldırımda önüne tuzak gibi çıkan çukurlardan kaçmak için arada sırada karşıya geçmek zorunda kalıyordu. Tramvay tekerleklerinin hırıltıları ve tiz çığlıkları küfürden farksızdı. Kaldırımdaki çöplerden birbirine karışan feryatlar yükseliyor sanki. (Yeminle, nefret ediyorum hepinizden.) Günaha davet eden evler, gözleri yok ama pencereleri çağırıyor, duvarları sıvanın döküldüğü yerlerde kaş çatmış. Ve karanlık anılar çağrıştıran o tuhaf dar geçit, el-Sayrafi Sokağı. Hırsızın çaldığı, sonra da yok edildiği, fırlatıp atıldığı sokak. (Yazıklar olsun hainlere!) Bölgeyi kontrol altında tutan polislerin etrafını sessizce kuşattığı sokak.

Daha bir yıl önce bayram lokumu yapmak için eve un taşıdığın, o kadının, kollarında henüz kundakta olan Sena’yla önünde yürüdüğü küçük sokak. Muhteşem günler – ne kadar gerçektiler, kimse bilemez. Bayram, sevgi, babalık, suç. Hepsi birbirine karışmıştı bu sokakta.

Büyük camiler ve ötesinde, arkasına gökyüzünü almış kale, sınıra meydana doğru akan yol; kızgın güneşin altında uzanan, kavurucu sıcağa rağmen insanı serinleten kuru bir rüzgârın estiği yeşil parkın bulunduğu Kale Meydanı, bütün yakıcı anılarıyla birlikte.

Rahat bir ifade takınmak önemli şimdi, duygularının üzerine biraz soğuk su serpmek, cana yakın ve gönül alıcı olmak, planladığın rolü iyi oynamak. Meydanı kat etti, İmam Yolu’na sapıp sonundaki üç katlı binaya varıncaya dek yürüdü; iki küçük sokağın ana caddeyle birleştiği köşe. Bu küçük ziyaret niyetlerinin ne olduğunu anlamana yetecektir. Öyleyse bu sokağı ve sokakta bulunan her şeyi iyi incele, insanların sana ürkek fareler gibi baktıkları dükkânları örneğin.

“Said Mahran!” diye seslendi biri ardından. “Seni görmek ne güzel!”

Adamın ona yetişmesini bekledi, gerçek duygularını gülümsemelerin arkasına gizleyip selâmlaştılar. Demek arkadaşları var deyyusun. Bu gürültülü selamlaşmaların ne anlama geldiğini hemen anlayacaktır. Belki de karı gibi perdenin arkasına saklanmış bizi seyrediyorsun şu anda İliş.

“Teşekkür ederim Bayaza Bey.”

Sokağın her iki yanındaki dükkânlardan insanlar çıkıp yanlarına geldiler, yüksek ve hararetli kutlamaların ardından Said kendini birbirleriyle içtenlik yarışına girmiş bir kalabalığın ortasında buldu – düşmanının dostları, kuşkusuz.

“İyi görünüyorsun, maşallah.”

“Şükür Allah’a, sağlıklı bir biçimde döndün.”

“Hepimiz, bütün yakın arkadaşların, çok mutluyuz senin için!”

“Devrim’in yıldönümünde tahliye olmanı umuyorduk.”

“Allah’a ve size teşekkür ediyorum beyler,” dedi, onlara badem biçimindeki kahverengi gözleriyle bakarak.

Bayaza omzunu okşadı. “Dükkâna buyur, soğuk bir şeyler içip kutlayalım.”

“Daha sonra,” dedi yavaşça. “Döndüğümde.”

“Döndüğünde mi?”

Adamın teki bağırdı binanın ikinci katına doğru: “İliş Bey! İliş Bey, aşağı inip Said Mahran’ı kutlayın!” Onu uyarmaya gerek yok, kara böcek! Güpegündüz geldim. Biliyorum seyrettiğini.

“Nerden dönünce?” dedi Bayaza.

“Halletmem gereken bir iş var.”

“Kiminle?” dedi Bayaza.

“Benim bir baba olduğumu unuttun mu? Kızımın İliş’in yanında olduğunu unuttun mu?”

“Hayır. Ama her türlü anlaşmazlığa çözüm bulunur. Kutsal yasaya göre.”

“En iyisi uzlaşmaktır,” dedi bir başkası.

“Said, hapisten yeni çıktın,” dedi bir diğeri yatıştırıcı bir tonla. “Aklı olan ders alır.”

“Oraya uzlaşmaktan başka bir amaçla gittiğimi kim söyledi size?”

Binanın ikinci katında bir pencere açıldı, İliş dışarı doğru sarktı ve herkes başını kaldırıp kaygıyla ona baktı. Kimse bir şey söyleyemeden çizgili urba ve polis botları giymiş iri bir adam çıktı binanın ön kapısından. Said, Komiser Hasaballah’ı hemen tanıdı ve şaşırmış gibi yaptı.

“Heyecanlanma. Buraya sadece arkadaşça bir uzlaşmaya varmak için geldim,” dedi duygulu bir sesle.

Komiser yanına gelip çalışılmış bir çabukluk ve beceriyle üzerini aradı. “Kapa çeneni, kurnaz orospu çocuğu seni. Ne için geldim dedin?”

“Kızımın geleceğine dair bir uzlaşmaya varmak için.”

“Uzlaşmanın anlamını bilirmişsin gibi!

“Kızımın iyiliği söz konusuysa çok iyi bilirim.”

“Her zaman mahkemeye başvurabilirsin.”

İliş seslendi pencereden, “Bırak yukarı gelsin. Hepiniz gelin. Başımın üzerinde yeriniz var.” Topla herkesi etrafına, ödlek herif. Etrafını kuşatan duvarların gücünü ölçmeye geldim zaten. Saatin geldiğinde ne komiserin koruyabilecek seni ne de duvarların.

Oturma odasına doluşup kanepelere ve koltuklara yerleştiler. Pencereler açıktı, sinekler giriyordu içeri ışıkla birlikte. Gök mavisi halıda siyah sigara yanıkları vardı ve duvarda asılı büyük fotoğraftan İliş iki eliyle tuttuğu kalın bir sopayla odaya bakıyordu. Komiser, Said’in yanına oturup tespih çekmeye başladı.

İliş Sidra girdi içeri; üzerinde fıçıyı andıran bedeninin etrafında kabaran bol bir entari, yuvarlak tombul yüzünde belirgin köşeli çenesiyle. “Şükür Allah’a, sağ salim döndün!” dedi, korkacak bir şeyi yokmuş gibi. Kimse konuşmadı ama kaygı dolu bakışlarla birbirlerine baktılar. İliş devam edinceye kadar sürdü gerginlik: “Olan oldu bir kere, insanların başına her gün gelir böyle şeyler, mutsuzluklar yaşanır, eski dostların arası açılır. Ama sadece utanılacak şeyler lekeler insanın şerefini.”

Gözlerinin parladığının, güçlü ve sırım gibi bedeninin bilincinde, bir filin üzerine sıçramaya hazır bir kaplan gibi hissetti kendini Said. İliş’in sözlerini tekrarlarken buldu kendini: “Sadece utanılacak şeyler lekeler insanın şerefini.” Bütün gözler ona doğru döndü, komiserin parmakları tespih çekmeyi bıraktı. Said, akıllarından geçeni okuyarak, “Söylediğine kelimesi kelimesine katılıyorum,” diye ekledi.

“Konuya gir,” dedi komiser, “lafı geveleme.”

“Hangi konuya?” dedi Said masumiyetle.

‘Tek bir konu var, o da kızın.”

Ya karım ve servetim, uyuz köpekler! Göstereceğim size. Ne kadar isterdim gözlerinizde belirecek bakışı şu anda görmeyi. Böceklere, akreplere ve solucanlara saygı duymamı sağlayacaktır, aşağılık herifler. Lanet olsun kadının ahenkli sesine kapılıp sürüklenen erkeğe. Ama ılımlı bir biçimde başını salladı Said.

Dalkavuklardan biri, “Kızın annesinin güvenli ellerinde,” dedi. “Hukuken altı yaşında bir kızın annesinin yanında olması gerekiyor. Fakat istersen, onu her hafta ziyaretine getiririm.”

Said sesini bilhassa yükseltti, aşağıdan da duyulsun diye: “Hukuken benim vesayetim altında olması gerekiyor. Bazı durumları göz önünde bulundurursan.”

“Ne demek istiyorsun?” dedi İliş birden, öfkeyle.

‘Tartışmak başını ağrıtmaktan başka bir işe yaramayacak,” dedi komiser, onu yatıştırmaya çalışarak.

“Ben suç işlemedim,” dedi İliş. ”Kısmen alın yazısı ve koşullar, kısmen de görev ve ahlak anlayışım itti beni bunu yapmaya. Bir de o küçük kızın geleceği.”

Görev ve ahlak anlayışı, tabii, yılan seni! Çifte ihanet, ispiyon ve sadakatsizlik! Neler vermezdim bir balyoz için, bir balta için, darağacı ipi için! Senacığım nasıl görünüyordur şimdi acaba. “Onu muhtaç bırakmadım,” dedi Said, olabildiğince sakin. “Bütün paramı ona verdim, az para da değildi.”

“Vurgununu demek istiyorsun,” diye kükredi komiser, “mahkemede varlığını inkâr ettiğin parayı.”

“Pekâlâ, adını ne koyarsanız koyun. Ama para nereye gitti?”

“Tek kuruş yoktu, inanın bana dostlarım!” diye karşı çıktı İliş. “Kadın çok müşkül durumdaydı. Ben görevimi yaptım sadece.”

“Başkalarına karşı bu denli cömert olup nasıl bu kadar lüks içinde yaşayabiliyorsun?” diye meydan okudu Said.

“Sen Allah mısın ki bana hesap soruyorsun?”

“Barış, barış, Şeytan’ı utandır, Said,” dedi İliş’in arkadaşlarından biri.

“Senin ciğerini bilirim ben Said,” dedi komiser yavaşça. “Aklından geçenleri herkesten daha iyi okurum. Kızından konuşmakla yetin. Senin için en hayırlısı bu olur.”

Gözlerini gizlemek için yere baktı Said, sonra gülümseyip, “Haklısınız memur bey,” dedi uysallıkla.

“İçini dışını bilirim ben senin. Ama seni idare edeceğim. Buradaki insanlara hürmeten. Biri kızı getirsin. Önce onun ne düşündüğünü öğrenmek daha iyi olmaz mı?”

“Ne demek istiyorsunuz memur bey?”

“Said, seni biliyorum. Kızı istemiyorsun. Ona bakamazsın zaten, kendine kalacak bir yeri bile zor bulacaksın. Ama hakkaniyet ve merhamet duygusuyla onu görmene izin vermek gerekir. Getirin kızı.”

Annesini getirin, demek istiyorsun. Nasıl istiyorum gözlerimizin buluşmasını, cehennemin sırlarından birine vâkıf olmak için! Ah bir balta verin bana, bir balyoz!

İliş kızı getirmeye gitti. Ayak seslerinin duyulmasıyla Said’in yüreğinin neredeyse sancılı bir biçimde atmaya başlaması bir oldu ve dudağını ısırdı kapıya doğru bakarken, bekleyiş ve şefkat duygusu bütün öfkesini dindirmişti.

Ona binlerce yıl gibi gelen bir süre sonra, kız belirdi. Şaşırmış görünüyordu. Üzerinde güzel beyaz bir elbise vardı, ayağındaki önü açık terliklerden kınalı parmakları görünüyordu. Said kızını adeta içine çekerken kız da esmer yüzü ve alnına dökülen siyah saçlarıyla Said’e baktı. Kız şaşkın gözlerini odadaki diğer yüzlerde gezdirdikten sonra ona bütün benliğiyle bakan Said’e baktı yine. Said kızından alamıyordu gözlerini. Kız Said’e doğru itildiğini hissetti ve ayaklarını halıya sağlam bir şekilde basıp geriye çekildi. Said birden her şeyin yitirilmiş olduğu duygusuyla yıkıldı.

Badem biçiminde gözlerine, uzun yüzüne ve ince gaga burnuna rağmen, öz kızı değildi sanki. Nereye gitmişti o içgüdüsel kan ve ruh bağı? Yoksa onlar da hain ve aldatıcı mıydı? Ve o, öyle de olsa, kızını sonsuza dek bağrına basmak için duyduğu karşı koyulmaz arzuyu nasıl dizginleyecekti?

“Bu senin baban, çocuğum,” dedi komiser sabırsızlıkla.

“Babanın elini sık,” dedi İliş, yüzü ifadesiz.

Küçük bir fare gibi. Neden korkuyor? Bilmiyor mu onu ne kadar çok sevdiğimi? Elini ona doğru uzattı, ama bir şey söylemek üzereyken boğulacak gibi olup yutkundu, müşfik ve davetkâr bir gülümsemeyle yetindi.

“Hayır!” dedi Sena. Geri çekildi, odadan kaçmaya yeltendi, ama arkasında duran adam onu durdurdu. “Anne!” diye bağırdı kız, ama adam onu yavaşça itip, “Babanın elini sık,” dedi. Herkes kötü niyetli bir ilgiyle izliyordu.

Said cezaevinde yediği kırbaçların sandığı kadar acımasız olmadığını biliyordu artık. “Gel bana Sena,” diye yalvardı, reddedilmeye daha fazla katlanamayarak. Yerinden hafifçe kalkıp kıza doğru eğildi.

“Hayır!” diye bağırdı kız.

“Ben senin babanım.” Kız şaşkın gözlerle İliş Sidra’ya baktı, ama Said üzerine basa basa tekrarladı. “Ben senin babanım, bana gel.” Kız biraz daha geri çekildi. Said kızı zorla kendine çekmeye çalıştı. Kız bir çığlık attı ve Said onu kendine çekerken direnip ağlamaya başladı. Said başarısızlığını ve hayal kırıklığını sineye çekip onu öpmek için öne doğru eğildi ama dudakları kızın dönmekte olan koluna çarptı. “Ben senin babanım. Korkma. Babanım senin.” Saçının kokusu annesini hatırlattı ona, yüzünün sertleştiğini hissetti. Çocuk mücadele edip deli gibi ağlamayı sürdürdü ve sonunda komiser araya girdi: “Yavaş, yavaş, çocuk seni tanımıyor.”

Said yenilgiyi kabul edip kızın kaçmasına izin verdi. “Alacağım onu,” dedi öfkeyle, dimdik oturdu.

Bir süre sessizlik oldu, sonra Bayaza, “Önce bir sakinleş hele,” dedi.

“Bana dönmek zorunda.”

“Buna hâkim karar verir,” dedi komiser sertçe, sonra İliş’e döndü. “Değil mi?”

“Benimle ilgisi yok. Annesi ondan asla vazgeçmez, kanunen mecbur kalmazsa tabii.”

“Ben de öyle demiştim zaten. Söyleyecek başka bir şey yok o zaman. Mahkeme karar verecek.”

Said, çıkmasına izin verilirse öfkesinin dinginlenemez olacağını hissetti, bu yüzden de kendine neredeyse unuttuğu şeyleri hatırlatarak öfkesini bastırmaya çalıştı. “Evet, mahkeme,” dedi elinden geldiğince sakin.

“Gördüğün gibi, kızına çok iyi bakılıyor,” dedi Bayaza.

“Sen önce kendine dürüst bir iş bul,” dedi komiser, müstehzi bir gülümsemeyle.

Said kendine hâkim olmuştu artık, “Evet, elbette,” dedi. “Bütün bunlar çok doğru. Öfkelenmeye gerek yok. Her şeyi tekrar gözden geçireceğim. En iyisi geçmişi unutup zamanı geldiğinde çocuğun yaşayabileceği güzel bir ev kurmak için iş aramak.”

Bu konuşmanın ardından gelen şaşkınlık sessizliğinde herkes birbirine baktı, kimi inanmayarak, kimi de inanarak belki. Komiser tespihini yumruğunun içine alıp, “Bitti mi?” diye sordu.

“Evet,” dedi Said. “Kitaplarımı istiyorum sadece.”

“Kitaplarını mı?”

“Evet.”

“Sena çoğunu kaybetti,” dedi İliş yüksek sesle, “ama kalanları getireyim.” Odadan çıktı, birkaç dakika sonra küçük bir yığın kitapla dönüp onları odanın ortasında yere bıraktı.

Said hepsini tek tek alıp sayfalarını karıştırdı. “Evet,” dedi üzüntüyle, “çoğu kaybolmuş.”

“Nerede aldın bütün bu eğitimi?” dedi komiser gülerek, ardından görüşmenin bittiğini bildirir biçimde ayağa kalktı. “Kitap da mı çalardın sen?”

Herkes güldü, elinde kitaplarla odadan çıkan Said dışında.

– İKİ

Cebel Caddesi’ndeki binaya doğru yürürken kapıya baktı, açıktı her zamanki gibi. Burada, Mukattam tepesinin sırtıyla çevrilmiş ve pek çok hoş anının yaşandığı Darrasa Mahallesi bulunuyordu. Kumlu toprak hayvanlar ve çocuklarla kaynıyordu. Said heyecan ve yorgunluktan soluk soluğa
kalmış küçük kızları seyretti mutlulukla. Tepenin gölgesinde adamlar tembellik ediyordu, batmakta olan güneşten
uzak.
Açık kapının eşiğine geldiğinde durdu, o eşiği en son ne
zaman aştığını hatırlamaya çalıştı. Evin basitliği ki Adem’ in
zamanındaki evlerden pek farklı olmasa gerekti, şaşırtıcıydı. Büyük, açık avlunun sol köşesinde tepesi eğri yüksek bir
palmiye ağacı vardı. Sağ taraftaki açık kapıdan -asla kapanmazdı bu tuhaf evin kapıları- girilen koridordan tek bir
odaya çıkılırdı. Yüreği gümbür gümbür atıyor, onu geçmişe,
çocukluğun tatlı günlerine götürüyordu; düşler, sevgi dolu
bir baba ve kendi masum özlemi. Avluyu dolduran adamları anımsadı, zikir sırasında sallanışlarını, yüreklerinden
yankılanan Allah övgülerini. “Bak ve dinle, öğren ve yüreğini aç,” demişti babası ona.
İman ve düş yoluyla önünde
açılan Cennet mutluluğundan başka, şarkı söylemenin ve
yeşil çayın hazzı da vardı. Ali el-Cüneytli nasıldı acaba?

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Maksim Gorki – Ana

Editor

Olivera (Yıldırım Beyazıt’ın Büyük Aşkı )

Editor

Belleğin Kuytularından

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası