Ondokuzuncu asrın sonlarına kadar hemen bütün garp edebiyatçılarının, şairlerinin, âlimlerinin ve sanatkârlarının yüreğindeki Greko-Lâtin medeniyeti aşkı, âdeta dinî bir vecd mahiyetini haizdi. Bunlar için, medeniyetin doğup inkişaf ettiği yerlerin ziyareti, tam mânasiyle bir hac ve tavaf şeklini alırdı ve bir eski Yunan mermerini okşamak veya bir eski Lâtin metninin sahifelerini gözden geçirmek bir sevap telâkki edilirdi.
Masasının üstünde ya bir Tanrıça ayağının kırıntısına veya yıpranmış bir papirüs parçasına malik olmıyan herhangi bir entellektüel kendini dünyanın en bedbaht adamı sanırdı. Büyük İngiliz şairi Byron’un Yunan İstiklâl Harbine nasıl yeni bir Kızıl Salip seferine katılır gibi iştirak ettiğini ve o devirde herhangi bir kötü Makedonya köyünden farkı olmıyan Atina’da ne derin bir saadet ve hayranlık içinde vakit geçirdiğini biliriz.
Kilise kaçkını râhip Renan’ın da, hıristiyanlıktan irtidadına rağmen sevmekte devam ettiği Meryem’in oğlunu, hem de bir Kudüs dönüşünde uğrayıp murakabeye daldığı Akropol mabedinin yıkıntıları arasında, son defa olarak Pallas Athena’ya nasıl kurban ettiğini pek iyi hatırlarız. Bütün hakikatleri ve bütün dinleri vâhî bulan bu adam, o zaman, «Akropol’de Dua» diye yazdığı en güzel nesrinde, Atina’nın bu akıl ve zekâ tanrıçasına şu sözlerle hitap etmişti: «Yegâne doğru, yegâne hakîm, yegâne bâki olan sensin!»
Fransa’nın en son klâsik tezhipli sembolist şairlerinden biri de Roma’ya ilk seyahatini şu mısralarla anlatmağa başlar: «Bu akşam, size ebedî şehirden yazıyorum… Tabanlarım onun kahraman tozlarına değiniştir, hey, Roma! —
Bu kelimeyi yazarken elimdeki kalem titriyor.» Tıpkı bunun gibi, ben de, Homeros’un güzel dilimize bu ilk tercümesi için şu satırları yazarken kalemim elimde titremektedir. Kendimi «Güzellik» denilen yegâne hakikatin, yegâne hikmetin tâ ilk kaynağı başında hissediyorum ve bu tanrısal pınarın bütün tazeliği, bütün serinliği vücudümü kaplamışçasına ürpermeler içinde kalıyorum.
Gerçi, Homeros’un mucizesi —yunancadan başka bir dille —bana ilk defa ayan olmuş değildir. İliada ile Odise’nin muhtelif fransızca tercümelerini gaşyolarak okuduğum ve hattâ bunları türkçemize çevirmeğe kalkıştığım devirleri, —takvim ölçüsünde çok uzak olmakla beraber — yâd ve tahattur bakımından hâlâ yaşamaktayım.
Fakat, hemen itiraf edeyim ki, Odise’nin Türkçe müsveddelerini gözden geçirirken bu eski Homeros hayranlığı bende yalnız yeni bir inkişafa mazhar olmadı, fakat Homeros’u anlayış ve duyuş tarzım da adetâ bir nevi imtihana, bir nevi revision’a uğradı. Ana dilimin kanalından bu pınarın suları benim ruhuma daha süzülü, daha özlü akmağa başladı.
Neden? Bunun sebebini izah benim için epeyce güç olacaktır. Bu hususta, belki bir sürü filolojik kıyaslar, etnik araştırmalar yapmak ve bir takım tarihî etütlere girişmek lâzım gelecektir. Buna ise, ne böyle kısa bir mukaddimenin çerçevesi, ne ihtisasım, ne de bilgim müsaittir.
Yalnız, kendimi, yapmaktan alamıyacağım bir müşahede var ki, o da, Arap ve Fars kültürüne mukaddem olan eski türkçenin veya bu kültürün dışında kalmış destan ve masal lehçemizin homerik beyan tarzına hemen diğer bütün yabancı dillerken çok daha yakın, çok daha uygun ve akraba oluşudur.
Nitekim, bundan yirmi beş yıl evvel Odise’yi Leconte de Lisle’in tercümesinden dilimize çevirmeğe teşebbüs ettiğim esnada, ben de, âdeta insiyaki diyebileceğim bir saikle, hep bu arkaik türkçeden istiane etmek ihtiyacını duymuştum.
O vakit, tamamlamağa bir türlü muvaffak olamadığım bu tercüme teşebbüsünü, şimdi derin bir memnuniyetle görüyorum ki Ahmet Cevat Emre, büyük bir muvaffakiyetle ve daha ilmî bir metotla başarmış bulunuyor.
Zira, Ahmet Cevat Emre, yalnız Leconte de Lisle veya Victor Berard gibi belli başlı bir iki mutavassıt mütercimin metinleriyle iktifa etmeyip bunlardan daha eski birtakım kaynaklara başvurarak ve hattâ doğrudan doğruya Yunanca metnin ruhunu ve şekillerini tetkik ederek meydana getirmiştir.