Her sürgün yeni bir kanatlanmayı içerisinde barındırır. Ve her zindan yepyeni bir özgürlük türküsüne gebedir. Eller kelepçelenir, beden hapsedilir ancak insanın ruhuna, yüreğine ve gönlüne pranga vurulamaz.
Sürgünlerin, zindanların ve dört duvarların akıl sır erdiremediği bir gerçek vardır: Özgürlük içimizdedir ve her bedensel mahkûmiyette budanan bir dal gibi daha gür filiz verir. Ve hiçbir engel tanımadan yürekten arzu edenleri kanadı kırık şehirlerden uçsuz bucaksız engin denizlere kanatlandırır.
“O Hür ve esir! Elleri ve bedeni kelepçeli, ruhu güvercinler kadar özgür ve ak! O zindanlarda bayraklaşan özgürlüğün destansı ismi!
O Yusuf misali zindandan çıkan bir tefekkür şafağı.
Hür Adamın Esareti, Üstad Bediüzzüman’ın hürriyet ve esaretinin hazin öyküsü… Züleyha’nın Mehmet’e duyduğu mecâzi aşkın Risale-i Nurlarla ilahi aşka dönüşü… Sibirya soğuğundan nurlu gecelere geçiş yapan esir subayların hikâyesi!
“Ekmeksiz Yaşarım, Hürriyetsiz Yaşayamam” diyen Bediüzzamanın esaret yılları! Derin bir hüznün romanı “Hür Adamın Esareti”
***
“Garibem, bikesem, zaifem, nâtüvânem, el-aman gûyem Af’v-cüyem, meded-hâhem, zidergâhet ilâhi.’”
“Bediüzzaman”
Haminnem güzel şarkı söylerdi.
Nim sofyan makamından tutun da Hicaz’a, Neva’ya, Kürdili Hicaz’a kadar bütün şarkıları nazikendâm bir usulle söyler, birçok sanatçı geçineni de utandırırdı.
– Akşam yavaş yavaş göllere, nehirlere dalarken, tepelerin ardında gizlice yitip giden güneş, son ışıklarıın da usulca toplarken o tanıdık sesi duyardım hep. Haminnemin kibar, aydınlık ve ince sesini…
“Menek şelend i sular”
O zamanlar sular nasıl menekşelenir derdi kalbim. Zaten menekşe de diyemezdim ya. Haminneme inat, “meneşke” der dururdum.
İlerlemiş yaşına rağmen güzel bir çehresi vardı biç bozulmayan. Menekşeli sular serpilmiş gibi duru.
masum ve vakur. Yüzünde yer yer hüzünden gölgeler oluşup, sessiz yağmurlar üşüşse de gözlerine, bütün saadetler onun gibiydi aslında. Demadem aynı ses aynı musiki yakalardı kalbimizi. Sıkıca. Çarnaçar kulaklarımız dikilirdi onun nağmelerine. O hisli şarkının sözleriydi belki de kalbimin en ince kıvrımlarından yakalayan:
“Menekşelendi sular, sular menekşelendi Esmer yüzlü akşamı dinledim yine sensiz Leylâk pırıltılarla bahçeler gölgelendi İnledi yine bülbül, olmazmış gül dikensiz” Kırmızı, sarı, beyaz güller çiçeklerin postnişini edasıyla kuruluyorlardı bahçenin ortasına. Her sabah çiçek tarlalarının arasında içtiği sabah kahvesine bile eşlik eden bu şarkı, çocuk hafızamın en üst dehlizlerine konup oturmuştu. Gül kokuları arasında arada bir kaçamak yapan fesleğenler, iğdeler nasıl da yalayıp geçerdi ince bembeyaz başörtüsünü.
Bazan dalardı… Çok uzaklara. Asla bilemeyeceğim o müphem diyarlara. Yüzündeki o revnak gider yerini ağırdan üzerine çöken ebr-i nisan’a bırakırdı. Uzak yolların yorgunluğu sinerdi gözlerine. Bir bilinmez yeis, sözle ifadesi mümkün olmayan bir garip durgunluk çökerdi üzerine. Sohbetlerinde, tavırlarında güzellikler dile gelirdi. Kıskanç ve kötü yürekli kocakarılar asla bilemezdi bu saklı güzelliği. Hayallerimin tüller ardındaki sisli demlerinde hep o şarkı vardı nedense. Arsız rüyaların kaçırdığı tüm hayallerimi bu şarkılarıyla besteleyen Haminnem, şarkı söyleyince saadetin yüzü kızarırdı. Çapkın incir kuşları ötüşürdü dallarda.
Haminnem şarkı söyleyince, bahçelere menekşelerin utancı inerdi.
Üsküdar ağırdan ağırdan baharı ağırlıyordu.
Çamlıca semtinde ihtiyar ve yılgın çınarların arkadaşlık ettiği bu bahçenin içinde yıllanmış çınarlar gibi dimdik duran Beyzade denen konakta oturuyorduk. Konak, koskoca çamların dal budak serpilip göğe uzandığı, manolya ağaçlarının limoni kokularının insanın yüzüne hohladığı, gül ağaçlarının, nergislerin, zambakların birbiriyle yarıştığı büyükçe bir bahçe içinde idi. Üç katlı bu evde tam yedi kardeş doğup büyümüştük. Bizden önce de üç hala, beş amca doğup büyümüş. Ben ortancayım, yani en talihsizi. Ne tam küçük olabildim ne de yeterince büyük! Ablam Esra Edebiyat Fakültesi öğrencisi. Tam bir edebiyatçı işle.
Babam hep söylerdi.
Bu edebiyat kadın işi derdi. En çok edebiyat kadınlara yakışırmış. Efendim koskoca erkeklerin çıtkırıldım işlerle ne işi olurmuş ki… Bu çene işini bırakacaksın azizim, kadınlar yapsın, der geçerdi. Esra, babamı dinleye dinleye sonunda edebiyat fakültesine kaydoldu.
Evimizin bir de Moldovalı bir hizmetçisi var. Adı Eva. Bu kadının kimi kimsesi yok. Kendimi bildim bileli bizde kalıyor. Evin kızı olmuş. Haminnem onu da sarmış, sarmalamış. Hatta sevdiğiyle de evlendirmiş. Ama hayırsız koca … Kadını bırakıp gitmiş sonra.
Neyse uzatmayayım. Bizim ev sizlere şenlik. Yedi kardeş ne demek hiç düşündünüz mü? Bizim ev, işte şu yeşillerin içindeki pembe boyalı ev.
Bugün dersim bittiğinde yürüyerek eve gideyim dedim. Çamlıca’nın bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Sokaklara Erguvan büyüsü çökmüş, her şey donup kalmıştı Öylece.
Caddelerde, oya ağaçları birbirine yaslanmış, akasyalar baharın türküsünü söylüyordu. Her şey öylesine güzel. öylesine anlamlıydı. Bütün güzelliklerin sahibine şükür duygusu ile doldum bir anda. İstemeyerek eve gittim.
Evin üçüncü katında marmara denizine nazır salonda Haminnemin sesi duyuluyordu.
Haminnem şarkı söylüyordu. Canı ne zaman sıkılsa. eski günlerini özlese, yada bir şeylere üzülse duruma göre şarkılara sığınırdı sanki. Yaslandığı şarkılara içini döker, bir süre ağlar sonra eski neşesine dönerdi. Recaizade Ekrem’in “‘Şevki yok” şarkısını söylüyordu. Belliydi ki bahar kendisine iyi gelmemişti.
Gül hazin, sümbül perişan, buğzârın şevki yok, Dertnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok, Başka bir haletle çağlar, cuybârın şevki yok. Âh eder, inler nesîm-i bîkarârın şevki yok, Geldi amma neyleyim, sensiz baharın şevki yok.
Bu şarkıyı hepimiz sessizce dinledik.
Ablam Esra’da evdeydi. Ödevlen vardı. Gezmelere tozmalara gitmediğine göre durum ciddiydi. Ablam şarkı bittikten sonra usulca üst kata doğru süzülmeye başladı tabii ki ben de ardından.
Haminnemin kapısını vurmadan içeri girmek yasaktı bizim evde.
Birlikte içeri girdik. Haminnem elindeki kitabı saklamaya çalışsa da ısrarımız karşısında dayanamadı. Eski el yazısıyla yazılmış bir kitaptı. Meğerse ne zaman sıkılıp odasına çıksa bu kitapla haşır neşir oluyormuş. Biz bulduğumuzda okumayalım diye de eski el yazısını kullanmış.
Esra bir edebiyatçı olarak benden daha baskın çıktı.
Kitabı okumaya kalktı ama sanırım Osmanlıcası yeterli seviyede değildi ki okuma yazmayı yeni söken ilkokul birinci sınıf öğrencileri gibi durmadan tekledi. Haminnem uzun süre sustu ve en sonunda kitabı Esra’nın elinden aldı. Ama biz ısrar ediyorduk. Bu kitabın sırrını bilmek istiyorduk. Yalvarmaya başladık.
Sonunda Haminnem dayanamadı.
Kendimizi bir anda üç dört boyutlu bir hikayenin tam ortasında bulduk. Haminnem yazdığına göre bu yazılanların çoğu gerçek olmalıydı…
Moskova, 1915
Grand Dük Nikola Nikolayeviç; malikânesinin çalışma odasında durmadan düşünüyordu. Elindeki piposunu uzun uzun içine çekiyor, ara ara başım sallayıp yüzünü buruşturuyordu. Sabah kahvaltısına da inmemiş, saatlerdir kimseyi kabul etmediği gibi, dışarıya da çıkmıyordu. Kabul salonu bugün umduğundan da kalabalık bir misafir ordusuyla dolu doluydu.
Eşi Marya Nikolayeviç, gelen misafirleri ağırlamaya, onları hoş tutmaya çalışsa da sonunda kocasının bu umarsız davranışları yüzünden büyük bir hışımla çalışma odasına yürüdü ve sert bir şekilde kapıyı açtı. Nikolayeviç, içeriye rüzgâr gibi giren karısına bakmadı bile…
Marya kızgın bir ses tonuyla:
– Nikola, kuzum bu lakayt tavrına hayranım! Gelen bu kadar soylu insanı saatlerdir bekletiyorsun. Bu aile böyle şeyleri kaldırmaz, lütfen aşağıya iner misiniz?
Nikola piposunu bu kez derinden ciğerlerine doğru çektikten sonra, derin bir uykudan uyanırcasına, karısına döndü ve:
– Affedersiniz sevgilim, sanırım bu bir hata idi. Hemen giyinip geliyorum, dedi.
Genç kadın şaşkın bir ifade ile kocasına bakındıktan sonra uzunca elbisesinin eteklerini toplayıp odadan çıktı. Kocası ardından uzun uzun baktıktan sonra “galiba haklı, ben bunu hak ettim” diye mırıldanıp giyinmeye başladı.
Nikola Nikolayeviç, soylu bir ailenin efradı olmaktan daima onur duyduğunu ve Allah’a şükrettiğini anlatırdı etrafına. Ona göre soyluluk Allah’ın insanlara bahşettiği bir nevi kutsal seçilmişlik idi. Rus Çarının dayısı olmak, Rus ordusunun başkumandanı olmak kendini son zamanlarda bir parça şımartmıştı sanki. Eşi Murya’ya bile yapmadığı zulüm kalmamış gibiydi. Çocuklarına olan sevgisi, soğuk ve resmi idi. Aile içinde bile asker kimliğini muhafaza eden ilginç bir yapısı vardı.
Giyindikten sonra uzunca endamına baktı bir süre. Geniş omuzlarında bulunan yıldızları, göğsündeki nişanlar ve madalyalar içinde oldukça yakışıklı görünüyordu. Arkaya doğru taradığı kumral saçları, yukarıya doğru kıvırdığı gür bıyıkları, pempeye çalan yüzü ve deniz mavisi gözleriyle kendini pek beğenirdi zira. Hele de çevresindeki güze! kadınların kendisindeki bu ışıltıyı fark edip, çevresinde hizalanmaları kendisini galiba bir parça şımartır hatta onurlandırırdı,.
Ayağına taktığı uzunca çizmesiyle az önce karısının açık bıraktığı kapıyı araladı ve aşağıya inen merdivenlere yöneldi. Merdiven başında bekleyen yaveri selama geçip önünde yürümeye başladı. Genişçe merdivenlerden dimdik yürüyor, sağına soluna dizilmiş ev halkını görmüyordu bile.
Misafir salonuna müstehzi bir çehre ile girdi.
Herkes ayağa kalkmıştı. Salondakileri başıyla selamladı ve her zaman oturduğu koltuğa oturdu. Ayak ayaküstüne attı ve hizmetçinin kendisine sunduğu kokteyl bardağını aldı. Bardaktan bir yudum içtikten sonra yanındaki sehpaya bıraktı.
General İvan Maliyof her zaman ki yağını çekmek için konuşmaya başladı:
– Komutanımız efendimiz, bugün çok dinç gözüküyorlar, kendilerini çok iyi gördüm…
General İvan henüz sözünü bitirmemişti ki. Komutan Nikolayeviç, sesini sertleştirerek:
– Geçelim bunları, neler oluyor cephede ondan bana haber ver sen?
General İvan, kızararak kekelercesîne izahat vermeye çalıştı. Yüzü gerilmişti birden. Ne yapsa bu adama yaranamıyordu. Çar’ın yanına sokulmasının tek yolu da Nikolayeviç’in gözüne girmekten geçtiğine göre her gün biraz daha dişini sıkıyordu. Göğsündeki madalya ve nişanlardan çok, asıl bu yakınlık, arzuladığı, yıllardır hayalini kurduğu terfiyi kendisine sağlayacaktı. Eşi Natalya, yıllardır bu arzusuyla alay ediyor, erkeklik onurunu yerden yere vuruyordu. Bu ısrarının sebebini kimseler anlamıyordu ya da bilmezden geliyorlardı.
Görüşmeyi erken kapattı ve diğer misafirlerine döndü Nikolayeviç. Sabahın huzur veren kuşluk vaktini de böylelikle misafirlerine ayırmıştı ama içindeki derin melal kendini terk etmemişti. Aksine daha da sinirli bir ha! almıştı.
Misafirlerinin tümünü uğurlamadan daha fazla dayanamayıp odasına çıktı. Ardından Marya yürüdü. Marya endişeliydi. Kapıyı sıkıca kaptıktan sonra kocasının karşısına dikildi ve biraz hırçın bir ses tonuyla:
– Nikola, hayatım, bu halini hiç beğenmiyorum, dedi.
Nikolayeviç, sırtını karısına dönerek pencereye doğru yürüdü. Pencerenin rustik perdelerini hafifçe aralayarak dışarıya göz attıktan sonra elindeki piposunu yaktı ve bir nefes çekip:
– Sevgili karım, Maryam, bu davranışımın seninle ya da gelenlerle, ya da gidenlerle hiç İlgisi yok. Sadece dağınığım, şaşkınım, kafam çok karışık. Dün öyle bir olayla karşılaştım ki hala aklım havsalam almıyor. Kafkas cephesinde savaşırken esir düşen bir Osmanlı komutanı ve âlimiyle karışılaştım. Kostrama Kasabasındaki esir kampına getirmişler. Uzun zamandır orasıyla ilgili ihbar mektupları alıp duruyordum.