Roman (Yerli)

İkilem

ikilem 5edbb2bab481bKaderin getirdiği tüm zorluklara rağmen yaşam sevincini kaybetmeyen Defne, Burcu ve Ayşe katıldıkları bir yarışmadan Mısır Seyahati kazanır. Üç arkadaş çılgınca verdikleri kararla işlerinden ayrılarak, herkese nasip olmayan bu fırsatı değerlendirir.

Mısır gezisi sırasında film çekimleri yapılan bir sete rastlarlar. Defne aykırı yapısıyla boş rol oyuncusu Robert’ın dikkatini çeker. Bu arada filmde de minicik bir rol üstlenir.

Film yapımcısı Angelino, yıllar önce Azrail ile burun buruna geldiği bir kazada, “Sonsuz Aşk”ı yaşamadan ölmek istemediğini geçirir aklından içinden. Dileği kabul olmuş ve hayalet olarak ikinci yaşam şansı verilmiştir. Angelino’nun gerçek aşkı bulması demek, insan gibi yaşama hakkını yitirmesi anlamına gelmektedir. Baş Melek Mikail durumu anlaması için yardımcı olmaya çalışsa da “Aşk” bu. Hesapsızca giriverir yüreklere.

Angelino, Defne aşkının ve üç arkadaşın maceralarla dolu gezisinin yanı sıra, Mısır’ın zengin kültürü ve tarihi alt yapısı kitaba apayrı bir lezzet katıyor.

Bu romanın sarı sayfalarında gezerken nefesinizi tutamayacaksınız. Çünkü hayallerle gerçekler terazinin iki ayrı kefesindedir. Fantastik ve romantik – macera okurları davetlidir.

***

Birinci bölüm

“Acılar gece çözülür”
Ahmet Haşim.

7 yıl sonra

Kan ter içinde uyanan Defne yatağından fırladı ve kendini balkona attı. Hava almazsa nefesi kesilip bayılacakmış gibi hissediyordu. Tam yedi yıldır bu acıdan ve vicdan azabından kurtulamıyordu. Her gün kendi kendine “Acaba Bediş’i almasaydım kazanın önüne geçebilir miydim?” diye sormadan edemiyordu.

Bilmiyordu ve bilinmezlikler canını daha çok acıtıyordu. Hayatı yarım saat içinde nasılda değişmişti aklı almıyordu. Beyni her geçen gün daha fazla isyan ediyordu. Yaşadıkları yetmiyormuş gibi bir de içinde bulunduğu durum, hayatını işkence haline getirmişti. Gözlerini aya dikip düşündü. Yaşamı, ruhu, gece kadar karanlıktı, gece şanslıydı; çünkü sonsuz karanlığın içinde varlığını aydınlatan ay vardı. Peki ya kendi karanlığını aydınlatacak ne vardı? Hiçbir şey, hem de hiç. Bunun için de ne cesareti ne de umudu vardı, ölmekten başka bir şey istemiyordu; ama buna bile cesaret edemeyecek kadar korkaktı. Oysaki içinde yapmak istediklerine dair ne fırtınalar geçiyordu. Yalnızca esip geçiyordu, yaptığı başka bir şey yoktu.

Defne yüzünü gökyüzünün siyahî maviliğine kaldırdı. Havayı derin derin içine soludu. Hafif esen rüzgârın kadifemsi dokunuşu iyi gelmişti. Bir annenin dokunuşu gibi sevgiyle yüzünü okşadı. Çok hoşuna gitmişti. Suratında hafifte olsa bir tebessüm oluştu. O da rüzgâra kapılıp uçup gitmek, acı çekenlerin tenlerinde hoş bir esinti yaymak istedi. Yatağına gitmeye korkuyordu; çünkü uykuya dalar dalmaz hayatını mahveden kâbusu dün gibi yeniden yaşayacaktı.

Artık dayanılmaz hâl almıştı. Bu kaza alnına kara bir leke gibi yazılmış, çıkmak bilmiyordu. Kazımak istedikçe sanki daha derinlere işliyor oradan söküp atmayı imkânsız hâle getiriyordu. Günden güne hafifleyeceği yerde içini daha çok acıtıyordu. Kabuk bağlayacağına, derinlere oyulup durmadan kanıyordu. Gözlerini hafifte olsa kapamak tam bir işkence halini alıyordu.

Ne yazık ki başka şansı yoktu, eninde sonunda gidip yatağına uzanacak ve yine aynı rüya ile kan ter içinde kalkıp, güne her zamanki gibi mutsuz ve umutsuz başlayacaktı. En son ne zaman huzurlu olduğunu, güldüğünü hatırlamıyordu. Ayakları bedenini taşımıyordu artık. Yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti. Uyumamak için mücadele etti ama sonunda kaybetti. Ne zaman uykuya daldığı belli değildi.

Bu kez gözlerini açtığında kâbus görmemişti. Huzursuz bir gece geçirmiş olsa da, en azından hiçbir şey hatırlamadan uyanmıştı. Yataktan doğrulup, gerindi. Sırtı fena hâlde ağrıyordu. Hiç kıpırdamadan yatmış olmalıydı. Yeniden yatağına girerek saatlerce, hatta günlerce sessizlik içinde kalabilirdi. Öyle bir şansı olsa bile, bu evde yaşadığı sürece hayalden öteye geçmeyecekti. Bunu iyi biliyordu.

Amcası bağırmaya başlamadan kahvaltıyı hazırlamalı ve bir an önce kendini dışarı atmalıydı. İsteksizce mutfağa geçti ve çaydanlığa su doldurdu. Demliğe dört adet poşet çay koyup ocağın altını yaktı.

Bu evde yaşadığı her saniye eziyetten başka bir şey değildi. Huzur bulduğu ve rahat edebildiği tek yer işyeri ve arkadaşlarının yanıydı. Güzel bir işi, mükemmel iki dostu vardı. Sadece bir evi yoktu. Ailesini kaybettikten sonra amcası Defne’yi yanına almıştı. Oysaki her gün “Keşke almaz olsaydı!” diyerek hayıflanıyordu. Biliyordu ki, tek sebebi ailesinden kalan mirastı. Amcası için para demek; din, iman ve refah içinde bir yaşam demekti. Defne’yi asla sevmemiş hatta hizmetçi gibi kullanmaktan ayrı bir keyif almıştı.

Bu zamana kadar o evde kalabilmesini sağlayan sebep, dünyalar tatlısı, kendinden beş yaş küçük olan kuzeni Melek ve hayata karşı direnememe korkusuydu. Ya da Melek sadece bahaneydi. O da bilmiyordu. Tek emin olduğu Melek’e olan hisleri dışarıdaki hayatın zorluklarıydı. İnsanın kanından, canından olan insanlar bu kadar zalimse dışarıdakiler kim bilir nasıldı?

Her gün internette ve gazetelerde neler neler okuyordu. Kim bilir bilmediği daha ne olaylar dönüyordu? İyi ki ismi gibi Melek olan ve gerçekten de melek gibi kuzeni vardı. Hep yanında olmuş, onu savunmuş ve sevmişti. En azından o evde kalması için teselli kaynağıydı; ama nereye kadar? Melek, ne amcası gibi paragöz, ne kız kuzeni gibi kıskanç, ne de erkek kuzeni gibi pisliğin şerefsizin tekiydi. Yengesi ise mazlum, amcasının karşısında titreyen zavallı bir kadındı.

Defne’ye kötü davranmamış, sadece dayak yediği zaman kocasından korktuğundan dolayı yanında olamamıştı. Defne, yengesinin gözlerindeki çaresizliği görüyor kendini unutup onun adına üzülüyordu. Ne yapabilirdi ki? Kendisi yengesinden daha beter bir durumdaydı. Yaşlı kadın, amcası ve iki çocuğu gibi vicdansız insanlara sahip olmayı hak etmiyordu.

Ailesini kaybettiğinde on altı yaşındaydı. Bir müddet en büyük desteği babasının yakın dostu Avukat Hamdi Bey vermişti. Defne’ye kalan iki eve kimsenin dokunmasına izin vermemiş ve paranın faizi için amcasına, “Defne okulunu bitirecek ve gittiği dil kursuna İstanbul’da devam edecek.” diye şart koşmuş ve sözleşme yapmıştı. Amcası bu durumu bin bir nazla kabul etmişti. Üniversiteye hazırlanmasına gelen paranın azlığını bahane ederek izin vermemiş, bir iş bulup daha çok para getirmesini istemişti. Çalışma fikri evden uzaklaşmasını sağladığı için cazip geldi Defne’ye. En azından aile fertleriyle daha az muhatap olacaktı. Her ne kadar üniversiteye gidememiş olmak yüreğini parçalasa da. Dil kursuna gitmesi bile sorun oluyor, huzursuzluk çıkıyordu. Avukat Hamdi Bey parayı biraz fazlalaştırınca çenesini kapatmıştı amcası. Üniversiteye gidememek içinde uhde kalsa da ümidini kesmiyordu, her olumsuzlukta belki bir gün diyebilmeyi başarıyordu.

Girdiği iş güzeldi. Her şeyden önemlisi patronunun kişilikli bir insan olmasıydı. İşe Hamdi Bey sayesinde girdiği için patronu geçmişini biliyordu. Bu yüzden diğer elamanlara göre anlayışlı davranıyordu. Ayrıca Defne’nin çalışkanlığı ve yabancı dile hâkimiyeti eklenince bir yıl içinde sekreterlikten daha iyi pozisyona terfi etmişti.

Burada canı gibi sevdiği iki kız arkadaşı Burcu ve Ayşe ile tanıştı. Onların içten sevgisi evde yaşadıklarını az da olsa unutuyordu. Kız kardeşi olsa, en az onlar kadar seveceğine emindi. Para kazanması amcası için ayrı bir ikramiye olmuştu. Her ay maaşının yarısını amcasının eline sayardı. Daha doğrusu amcasının öyle düşünmesini sağlamıştı. Onlara aldığı maaşı eksik söylemiş, bir kısmını her ay hesabına yatırıp kötü günler için saklamak zorunda kalmıştı. Amcası hem Defne’nin getirdiği hem de her ay mirastan aldığı parayı ya kumara ya da içkiye harcardı.

Her zaman babası ve amcasının öz kardeş olup olmadığını merak ederdi. Çünkü babası tam bir melekti. Kuzenleri aynı durumda olsa asla amcasının ona yaptığını yapmazdı. Her zaman bir amcası olduğunu bilirdi ama ondan söz açılınca, babasının yüzünde hüzünlü bir ifade belirir ve konu derhal kapatılırdı.

Defne de küçük olduğundan, kendince önemli gördüğü çocukça meselelere kafa yormaktan akrabalarını merak etmemişti. Bir de etrafında kişiliğinin gelişmesine model olacak insanların hepsi iyi yürekli, kötülük bilmez tiplerdi. Yaşadıkları yer küçük bir ilçeydi. Herkes birbirini tanır, aile gibi yaşayıp giderlerdi. Böylesine kopuk bir insan topluluğuna aile denilemezdi.

Kaynayan suyun fokurtusuyla kendine geldi. Demliğe sıcak suyu boca edip tekrar altına soğuk su koydu ve ocağın altını kıstı. Şimdi sıra sofrayı hazırlamaya gelmişti. Ne kadar gönülsüz yapıyordu. Kerhen hazırlanmış bir kahvaltı helal olur muydu? Salondaki masaya dolaptan çıkarttığı kahvaltılıkları sıralayıp tekrar mutfağa döndü. Evdekiler yavaş yavaş uyanmaya başlamış, kimisi banyoda yüzünü yıkıyor kimisi de odasında üzerini giyiniyordu. Gelen seslerden kimin nerede olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Ocağın altını yeniden açtı ve köşedeki tabureye oturarak kaynamasını bekledi. Birkaç hafta önce aynı taburede oturup düşüncelere daldığı için yaşadığı şiddet aklına geldi.

Amcası saçlarından tutmuş başını duvara vurarak dövmüştü. Ne yengesi ne de Melek yardım edebilmişti. Suçu çok büyüktü. Ev işlerinden kaytarmakla suçlanmıştı.

Gerçek nedenini ise Melek ve yengesiyle konuştuktan sonra öğrenmişti. Amcası dâhil olmak üzere, dedesi ve tüm aile; babasının, annesiyle evlenmesini istememişti. Bu nedenle herkes onlara düşmandı. Dedesi miras dışarıya çıkacak diye babasını evlatlıktan reddetmişti.

“Defne! Allahın cezası… Çaylar nerde kaldı.”

Amcasının sesiyle düşüncelerinden sıyrılıp, demliği masaya götürdü. Biraz daha oyalanırsa bir demlik kaynar çay kafasından aşağı dökülebilirdi. Bunu yaparken de büyük bir keyif alırdı. Acıma duyguları körelmiş bir adamdı.

Her sabah saat altı olmadan kalkar, etrafı toplar, kahvaltıyı hazırlardı. Evden bir an önce kaçabilmek için içinden dualar ederdi. Artık tahammülü kalmamıştı. Yirmi üç yaşındaydı, yakında yirmi dörde basacaktı; ama öyle hissetmiyordu. Sanki bedeninde bin yaşında ruh taşıyordu. Bazen de içinde bir umut filizleniyordu. Bir gün hayatının değişeceğine yürekten inanıyordu. O günü bekliyordu. Zaten bu inancı da olmasa, çektiklerinin hiçbirine katlanamazdı.

Defne, iğrenç bakışlar altında çayları doldurup, kahvaltı yapmadan çantasını aldığı gibi çıktı. Bu sabahı da kazasız-belâsız atlattığı için Allah’a şükretti.

Hava fena değildi, güneş bulutların arasından tebessüm ediyordu. Otobüs durağındaki uzun kuyruk biraz canını sıktı. Birlikte sıra beklediği Gamze Hanım’ı uzaktan görünce rahatladı. Sarışın, mavi gözlü, hayat dolu, dünya tatlısı biriydi. Yüzündeki pırıltıya hayrandı. Yaşına göre hem kendisi, hem de ruhu gençti. Çoğu zaman ona özenir, bazen de onun karşısında kendini ezik ve mutsuz hissederdi.

Durağa yaklaşınca Gamze’nin suratının asık, omuzlarının düşük olduğunu fark etti. Sormaya niyetlendi ama çekingen kişiliği engel oldu. Soramadı. Çok geçmeden arkasındaki adam, sıranın ona geldiğine söyledi. Otobüs kalabalık olduğu için arkalara doğru ilerledi. Yol boyunca Gamze’yi uzaktan izledi, üzüldü.

İş yerine adım atar atmaz, hem evde hem de otobüste yaşadığı olumsuzlukları unuttu. Yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu. İşyerini evi gibi görüyordu. Patronu ve arkadaşları ailesi gibi olmuştu. Ofise girdiğinde her zamanki gibi çaycı Veli yanına gelmişti. Çok tatlı bir çocuktu. Çinlilere benzeyen çekik gözleriyle oldukça sevimliydi. Sırtındaki kamburdan şikâyet etmez, hayata olan umudu âdeta gözlerine yansırdı. Bir yandan çalışıp bir yandan okuyordu. Yaşamı zordu ve bunu herkes biliyordu.

“Defne ablacım, her zamanki gibi erkencisin.” dedi

Masasına tavşankanı çay, yanına mis gibi kokan simit koyarak, işinin başına döndü. Defne yalnız kalınca her zamanki gibi düşüncelere daldı.

Keşke, annesi ve babası bu kadar erken gitmeseydi; keşke o geziyi istemeseydi, keşke annesini dinleyip yanına Bediş’i almasaydı. Keşke… Keşke… Keşke…

Defne o kadar dalmıştı ki Burcu’nun içeriye girdiğini “Günaydın” diyerek yüksek sesle bağırınca fark etti. Ve korkuyla yerinden sıçradı.

“Günaydın da, nerdeyse aklım çıkıyordu. Biraz daha düşük bir sesle diyemez misin?”

Burcu, gözlerini devirerek “Hayır canım diyemem. Sizi rüya âleminden ancak gür sesim geri getiriyor. Şu ofise girince, seni bir kerecik dalgın görmesem, tavuk keseceğim. Bir gün derinlerde boğulacaksın, söylemedi deme!” diyerek uyarıda bulunmadan edemedi. Arkasından Ayşe içeriye girdi; onun da suratı beş karıştı.

“Günaydın bayanlar.” diyerek masasına geçti. Sandalyeye oturup, kafasını duvara dayadı. Burcu yine gözlerini devirdi.

“Aha, bir ruh daha teşrif etti, hadi Defne Hanım’a alıştık. Senin neyin var acaba?”

Ayşe’nin cevap vermesine fırsat kalmadan içeriye patronları girdi. Onun da suratından düşen bin parçaydı.

Burcu, “Nedense bugün herkes ters tarafından kalkmış.” diye söylendi kendi kendine.

Gün boyu sessizlik devam etti, herkes işine odaklanmıştı. Eve dönüş saati yaklaştıkça Defne’nin içini tarifi imkânsız sıkıntı kapladı. Eve gitmek ve onları görmek istemiyordu. Dayanamıyordu.

“Kızlar bugün çıkışta biraz dolaşabilir miyiz?” diye sordu. Bu cümle onun ağzından mı çıkmıştı? Burcu büyük adımlarla, masasının yanına gelip elini anlına koydu.

“Ateşin falan mı var senin, yoksa şuurunu mu kaybettin?”

Neredeyse her gün Defne’ye “akşam çıkışta gezelim,” diye teklif ederlerdi. Hatta bazen o kadar tuttururlardı ki Defne gitmeyince küsmüş numarası yaparlardı. Sonunda pes ettikleri için teklif etmiyorlardı.

“Kızlar ciddiyim, eve gitmek istemiyorum.”

“Emin misin Defne?” Ayşe daha tedbirli yanaştı. O da Burcu gibi şaşkınlıkla Defne’yi inceliyordu.

“Evet, gezmek, hatta içmek, kafayı bulmak istiyorum.”

Hele ki, içmek istediğini söyleyince ikisi de şok olmuştu. Sanki karşılarında başkası varmış gibi bakmaya başladılar. Defne onların hâlini görünce kahkaha attı.

“Hadi kızlar! Canavar görmüş gibi bakmayı keser misiniz? Nasıl olsa gecenin ilerleyen saatlerinde, amcamla burun buruna gelirsem canavara dönüşebilirim, kim bilir?” diyerek güldü.

Defne, eve gidince başına gelecekleri tahmin ediyordu; ama ilk kez umursamadı. Bu duygu onu korkutsun mu yoksa rahatlatsın mı bilemedi. Yedi yıldır korku içinde yaşıyordu. Tek istediği bir akşam eve saatinde gitmeyip, çılgınlar gibi eğlenmekti. Hiçbir olumsuzluk düşünmeden… Evde gerçekten merak edebilecek ve onu seven tek kişi vardı, biliyordu.

Melek, Defne eve gelince yaşanacaklar için korkmaya başlamıştı.

“Nerde kaldı bu kız? Hiç böyle yapmazdı!” diye düşündü. Babasının ve ağabeyinin evde olmamasına sevinirken, “Umarım onlar gelmeden, Defne yetişir.” diye söylenerek bir o yana, bir bu yana, dört dönüyordu. Defne’nin telefonu cevap vermeyince iyice panikledi. Başına bir şey gelmesinden endişeleniyordu. Çünkü Defne’yi evlerine geldiği günden beri, öz ablasından fazla seviyordu. Ablasının bencilliklerinden ve kıskançlıklarından bıkmıştı.

Bazen geçmişi hatırlamak istemiyordu; çünkü aklına geldikçe ailesinden nefret ediyor, “Nasıl insanlar? Ne kalpleri var, ne de vicdanları!” diye düşünmekten kendini alamıyordu.

Melek, “Allah’ım ne olursun babamdan önce gelir.” diye dualarına devam etti.

O anda kapı çaldı. Vuruş şeklinden babasının zil zurna sarhoş olduğunu anladı ve içini korku sardı. Ardından “Cadılar Kraliçesi” lakabı taktığı ablası kapıdan kafasını uzattı.

“Ne o, sevgili kuzenin daha gelmedi mi? Ona söyle artık hiç gelmesin; yoksa bu evden ölüsü çıkabilir.” diye söyleyip, pişkin pişkin sırıttı. Melek ablasını sevmezdi ama ilk kez ondan nefret ettiğini hissetti. “Nasıl bir insan ?” diye düşündü.

“Hayatımda senin kadar kalbi taşlaşmış, nefret dolu birini daha görmedim. Ne yaptı o kız sana söyler misin? Gözünün önünde ölse kılın kıpırdamaz, ne biçim insansın sen?” dedi.

Ablası cevap veremeden, babasının sesi araya girdi.

“Defne… Defne… Buraya gel hemen!”

Ablası, “Hadi bana konuştuğun gibi babama da dilini çıkarsana. Bak! Defne’yi soruyor. Cevap vermiyorsan o sürtüğün eve gelmediğini zevkle söyleyebilirim.” dedi ve gülerek kalçalarını abartılı bir şekilde sallayarak içeri geçti.

Melek hemen arkasından gitti, ürkerek babasının karşısına dikildi.

“Defne ablam evde yok baba, işleri uzamış iş yerinde kalmış açıp bana haber verdi…” ayaküstü aklına gelen ilk yalanı söyledi. Babasının yüzüne bakamıyordu, bakarsa yalan söylediği gözlerinden anlaşılır, diye korkuyordu. O anda babası bir hışımla ayağa kalktı ardından kanepeye düştü. Melek içinden umarım sızar kalır, diye dua ediyordu, sızmadı.

“Ne demek evde yok!” diye öyle bir bağırdı ki, Melek kulaklarını tıkamak zorunda kaldı. Kalbi atmaya başladı. Babası delirmiş gibiydi. “Ya başına bir şey geldiyse?” diye düşündü. Bunu aklından geçirmek bile tüylerini ürpertti.

Defne ise kazadan sonra ilk kez bu kadar eğleniyordu. Çılgınca dans ediyor, içiyordu. Daha doğrusu dans etmeyi bilmediği hâlde sadece içgüdüleriyle sallanıyordu. Her şeye boş vermiş, içtiği şarabın etkisiyle durmadan gülüyordu. Ne amcası, ne kuzenleri ne de başına gelecekler umurunda değildi.

Burcunun erkek arkadaşı da onlara takılmıştı. Yanında hoş bir çocuk getirmişti. Delikanlı bütün gece Defne’den gözlerini ayırmadı. Defne’nin çok hoşuna gitmişti. Çünkü beğenilmenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu ve anladı ki gerçekten gurur verici bir duyguydu. “Bir de Ayşe’nin suratı düzelse,” diye düşündü. Suratındaki endişenin farkındaydı. Fakat onu da umursamıyordu. Kimseyi umursamıyordu…

Ayşe, arada Defne’ye bakıyor, sözüm ona dans ediyordu. Arkadaşının davranışları normal değildi. Eğlenmesine memnundu, ancak eve dönüşte başına gelecekleri düşündükçe endişeleniyordu. Bir de yanlarında gelen salak çocuğa kafayı taktı, sanki Defne yenilecek bir çikolataymış gibi ağzının suyu akarak bakıyordu. “Fırsatını bulsa…”dedi kendi kendine. Daha fazla dayanamadı ve Defne’nin, kolundan tutup, lavaboya doğru çekiştirdi.

Defne, “Nereye gidiyoruz? Bıraksana kolumu!” diye söylenmeye başladı; ama Ayşe, söylediklerine aldıramadan lavaboya götürüp yüzüne su çarptı.

“Kahretsin, ne yapıyorsun sen Allah aşkına? Üstümü başımı mahvettin!”

“Kapa çeneni Defne! Haline bak, bu sen misin? Zil zurna sarhoşsun! Bu halde nasıl eve gideceksin söyler misin? Öldürür seni amcan!”

Defne ağlamaya başladı.

“Keşke… Öldürse de ben de kurtulsam. Bu yaşamak mı Ayşe söylesene? Hayatımda ilk kez bir bara geldim, ilk kez şarabın tadına bakıyorum ve ilk kez dans ediyorum. Onu bile çok görüyorlar, sende çok gördün değil mi?” dedi.

Öyle içten ağlıyordu ki Ayşe kötü hissetmeye başladı. Defne hep kontrollü olmuştu, şimdi neler oluyordu? Sinir krizi geçirir gibiydi. Ne yapacağını bilemez halde Defne’nin boynuna sarılıp onu sakinleştirmek için çabaladı.

“Neden çok göreyim canım benim, keşke hep böyle eğlensen; ama sonu iyi bitmeyecek. Bunu sen de, ben de biliyoruz. Çok korkuyorum ben.”

Defne silkelendi. “Umurumda değil Ayşe, hem de hiçbir şey, artık böyle devam etmek istemiyorum” dedi. Kararlıydı.

“Peki, ne yapacaksın söyler misin?”

“Bilmiyorum… Hadi çıkalım ben iyiyim, ne olacaksa olsun” dedi. Birlikte lavabodan çıktılar.

Masaya yanaştıklarında herkes onlara baktı, Defne bir şey demeden çantasını alıp dışarı doğru yürümeye başladı. Bir taksi durdurup arkadaşlarını beklemeden bindi, ne olacak bilmiyordu ama bugün bir şeylerin değişeceğine emindi hem de çok!

Ayşe, ona yetişmek isterken ayağı burkulunca kendini yerde buldu. Kırılmış topuğu, ayakkabısında sallanıyordu. Dizi yere çarpmış kanamaya başlamıştı. Acısına aldırmadan Defne’nin arkasından bakakalmıştı. “Kahretsin” diye bağırdı.

İkinci Bölüm

Taksinin çarçabuk gelmesi Defne’yi şaşırttı. Henüz yeni binmiş gibi hissederken yaşadıkları semte gelivermişlerdi. Ya da ona öyle gelmişti, bilmiyordu. Evi tarif ederken kendinden emin tavrından eser kalmadı. Midesi öyle kasıldı ki kusacak gibi oldu. Taksi binanın önünde durunca arabadan indi. Bacakları titriyordu. Güçlükle yürüyerek giriş kapısına kadar geldi. O anda yerin yarılıp onu sonsuza kadar içine hapsetmesini ya da gökyüzüne süzülüp orada kalmayı istedi. Bu evde yaşayacağı son eziyet olmasını diledi. Ya ölecekti ya da bu cehennemden kurtulacaktı. Başka alternatifi yoktu. Ya yeniden doğacaktı ya da bu evde yok olup gidecekti.

Sessizce merdivenlerden çıktı. Kapının önünde durup derin bir nefes aldı. Kulağını kapıya dayayıp içeriyi dinlendi. Hiç ses yoktu. Bu Defne’yi hem şaşırttı hem de umutlandırdı. Yeniden derin bir nefes aldıktan sonra zili çaldı. Zehra biraz sonra olacaklardan zevk alacağını belli eden bir gülümsemeyle kapıyı açtı.

“Oooo Defne Hanımlar sonunda teşrif etti.” dedi.

Önünde yerlere kadar eğilerek referans yapmayı ihmal etmedi. Defne’nin umutları geldiği gibi çabucak yerin dibine girdi.

İçeri girince ilk gözüne çarpan Melek oldu. Suratında kocaman morluk ve dudağında gözyaşı gibi bir damla kan vardı. Demek ki onun yüzünden dayak yemişti. Defne bugün yaptıkları için ilk kez pişmanlık duydu. Kuzenine bunu yaşatmaya hakkı yoktu ama olan olmuştu.

Melek hemen Defne’nin yanına koştu, yanağına dokunması ile geri sendelemesi aynı anda oldu. Amcası saçlarından tuttuğu gibi Defne’yi yere fırlattı. Önce sehpaya çarptı, başı döndü, ardından kaburgalarına tekmeler gelmeye başladı. Kulakları ağza alınmayacak küfürler, hakaretler duyuyordu. Defne olacakları biliyordu. Yediği son dayak olduğu için hiç tepki vermedi. Bütün vücudu uyuşmuştu. Melek ve yengesi çaresizce ağlıyorlardı. Zehra yüzündeki nefret duygusunu en iyi yansıtan ifade ile gülüyordu. Defne ilk kez Zehra’nın varlığından bile nefret ettiğini düşündü. Neden? Bir nedenini bulamıyordu. Artık emindi. Bu kız tam bir mazoşistti. Yengesi daha fazla dayanamayarak araya girdi.

“Yeter Bey yapma! Öldüreceksin kızı…” demeye kalmadan, bir tokatta o yedi. Çöktüğü yerden ayağa fırlayan Melek, babasını kanepeye itti. İlk kez karşı geliyordu. Avazı çıktığı kadar bağırdı.

“Yeterrrrrr…Yeter! Öldüreceksin…” Gerisini getiremeden titremeye başladı. Daha fazla konuşamadı, hıçkırıklara boğuldu; ama Defne’den tek damla gözyaşı akmadı. Hatta gülme krizine girmemek için kendini zor tutuyordu.

“Ölüm” kelimesini duyan amcası, küfür ederek son bir tekme daha attı. Ardından yalpalayarak odasına giderken kapıda sızdı. Şimdiye kadar sessizliğini koruyan Ali, babasının yanına giderek yatağına yatırdı. Melek ise robot gibi öylece dizlerinin üzerinde duruyordu. Zor toparlandı, yerde kanlar içinde yatan Defne’yi kaldırdı ve odasına götürdü. Geceliklerini giydirdikten sonra, ılık su ve bezle yüzündeki kanları temizledi. Defne cansız hâlde gözlerini tavana dikmiş bakıyordu. Kirpiklerini kırpmıyordu. Bir müddet sonra kıpırdandı. Melek hemen başına gelip oturdu. Onu yalnız bırakamamıştı. Karşısında hareketsiz yatan kuzenini bütün gece seyretti.

Defne sabaha karşı gözlerini açtı. Kalkmak isteyince böğrüne keskin bir sancı saplandı. Yediği dayağın etkileri yavaş yavaş çıkacaktı, biliyordu. Acıdan kıvranmak yerine kıkırdadı. Dudaklarının arasından kaçırdığı sesleri gizlemek için kendini sıktı. Bu kadar dayağın üstüne bir de gülerse, Melek ne düşünecekti, yaşanan kavgadan dolayı geçirdiği şokun katbekatını yaşardı. Zaten Defne’ye bakıp duruyordu. Bir gariplik vardı. Babasının attığı dayağa karşı gelmemişti. Neden ağlamamış, bağırmamıştı? Neden geç gelmiş, üstüne üstelik içki içmişti? Ve neden suratında her an gülecekmiş gibi salakça bir ifade vardı? Soruların içinde kayboldu, kafası karıştı.

Defne kafasını yavaşça çevirdi. Bakışları Melek’e odaklandı ve fısıltı halinde gülerek

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kağıt Kesikleri

Editor

Milan Kundera – Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Editor

Mucitler ve Parlak Fikirleri

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası