“Kesinlikle büyüleyici.”
-Oliver Sacks-
“Bu kitabı almalısınız, her evde bir tane bulunmalı. Dahası, uygarlığımızın gelişimi adına otel odalarının başucu çekmecelerine bu kitabı koymalılar.”
-The Guardian-
Sizce tekerleme okuyarak kilo vermek mümkün mü? Hangisini tercih edersiniz: Yüksek bir maaş mı yoksa iş arkadaşlarınızınkinden yüksek herhangi bir maaş mı? Mavi gözlü annenin kızının mavi gözlü olması mı, yoksa mavi gözlü kızın annesinin mavi gözlü olması mı daha muhtemel? Dönme dolaba binmek mi yoksa bisiklet sürmek mi daha tehlikeli? Bir psikoloji deneyi için, birine öldürücü olabilecek şoklar vermeyi kabul eder miydiniz?
Kitabın isminden dolayı tetikte değilseniz, bu sorulara verdiğiniz yanıtlardan bazıları muhtemelen irrasyonel. Dahası, tüm soruları yanıtladıysanız kesinlikle irrasyonelsiniz, çünkü kimisinde yanıt vermeye yetecek kadar bilgi yok. Mutlaka bir yargıya varma ihtiyacı ise irrasyonelliğin sık rastlanan sebeplerinden biri.
Stuart Sutherland’in İngiltere’de kült haline gelmiş ve yıllardır çok satanlar listesinde bulunan kitabı İrrasyonel, pek çok psikoloji deneyinden ve gündelik yaşamdan çoğu zaman sizi şaşkınlığa sürükleyecek örnekler sunarak, irrasyonelliğin yaygınlığını ve olağanlığını gözler önüne seriyor. Ünlü Milgram deneyinden Genovese Sendromuna, Pearl Harbor bombardımanından şampuan reklamlarına kadar pek çok farklı olguyu inceleyerek, “içimizdeki düşmanın” nelere yol açabileceğini gösteriyor.
Bu kitabı okurken “Biri bunu bana çok daha önce anlatmalıydı” diyeceksiniz.
içindekiler
Önsöz
Teşekkürler
Giriş
Yanlış İzlenimler İtaat
Uyumluluk
İç Gruplar ve Dış Gruplar
Kuruluşların Saçmalıkları
Yersiz Tutarlılıklar
Başarısız Ödül ve Ceza Yöntemleri
Dürtüler ve Duygular
Kanıtları Göz Ardı Etmek
Kanıtları Çarpıtmak
Yanlış Bağlantılar Kurmak
Tıptaki Hatalı Bağlantılar
Nedenlerde Yanılmak
Kanıtları Yanlış Yorumlamak
Tutarsız Kararlar ve Kötü Bahisler
Aşırı Güven
Riskler
Hatalı Çıkarımlar Sezgilere Bağlı Yanılgılar Yarar
Normal Ötesi
Nedenler, Çareler ve Bedeller
Diğer Teşekkürler ve Kaynakça
Notlar
Dizin
önsöz
Aristoteles’in affına sığınarak, irrasyonel davranışların istisnai bir durum olmaktan çıkarak standart haline geldiği söylenebilir. Bu durumu araştırarak, günlük yaşamda ve çeşitli iş alanlarında yaşanan irrasyonelliklere dair çarpıcı pek çok örnek derledim. Görünen o ki doktorların, generallerin, mühendislerin, hâkimlerin, işadamlarının ve diğerlerinin kararları da sizin ya da benimkilerden daha rasyonel değil: ancak genellikle etkileri daha zararlı.
Fakat irrasyonelliğin yaygınlığına dair asıl kanıtlar, son otuz yıldır psikologlar tarafından yapılan çok sayıda araştırmadan gelmektedir. Psikologların keşifleri -kozmologların keşiflerinin aksine- henüz pek bilinmemektedir. Konu üzerine doğrudan bir araştırma gerçekleştirmemiş olsam da, deneylerinin ustalığından ve zihnin işleyişine dair aydınlatıcı sonuçlarından büyülendim. Bu kitap, sosyal ve duygusal yanlılıklar gibi, irrasyonel davranışa yol açtığı gösterilmiş pek çok etkenin yanı sıra, negatif vakaları dikkate almamak ya da akla ilk gelenin etkisi altında kalmak gibi hatalar sonucu ortaya çıkan tuhaf düşünce tarzlarını bir araya getirmektedir. Pek çok deneysel bulgu o kadar şaşırtıcı ki, okurlar inanmakta güçlük çekebilirler; ancak bulguların neredeyse tümü defalarca tekrarlanmıştır. Şüpheci okurlar için ürkütücü uzunlukta bir kaynak listesi sundum; dürüstlüğümden şüphe duyulduğu ya da belirli konularla daha ayrıntılı şekilde ilgilenme arzusu doğduğu takdirde bu kaynaklara başvurulabilir.
Teknik bir dille yazılmış, okunması güç makalelerde yer alan araştırmaları alandan olmayanlar için anlaşılır hale getirmeye çalıştım. Çoğu zaman matematik ve istatistik kavramlarından kaçındım, yine de kitabın son kısımlarında birkaç temel kavramı kullanmak ve açıklamaktan kurtulamadım.
Bu, düşünme üzerine bir “kendin başarabilirsin!” kitabı değil, ancak bölüm sonlarında birkaç ipucuna yer verme girişiminde bulundum. Okurlar, düşünce süreçlerini çepeçevre saran çok sayıda tuzağın bazılarından sakınmayı öğrenebilirler -Oscar Wilde’ın “aptallıktan başka günah yoktur,” sözünde doğruluk payı varsa ve okurlar da bu yönde bir istekle irrasyonellikten sakınmaya çalışacak kadar rasyonellerse tabii. Oscar Wilde haklıysa, irrasyonellik fazlasıyla ciddiye alınması gereken bir konudur ve ben de bu görüşe riayet ederim. Kendimi kimseden daha rasyonel bulmuyor olsam da,
okurlardan rica ediyorum, kitapta buldukları hataları bana bildirmesinler; sonucunun bizzat irrasyonel olacağını bilmeden, irrasyonellik üzerine hacimli bir literatürü bir araya getirmek yeterince güçtü zaten.
Hangi cinsiyet zamirini kullanacağım konusunda (İngilizce orijinal metin için) bir ikilem yaşadım. Eril zamirlerin kullanılması feministleri kızdırabilirdi; fakat zamirler neredeyse tüm durumlarda irrasyonel tavırlar sergileyen kimselere işaret ettiğinden, eril zamirler kullanmanın daha güvenli olacağına karar verdim; okurlar pekâlâ kadınları erkeklerden daha rasyonel bulduğum sonucuna varabilirler. Son olarak, araştırmalarını yağmaladığım herkesi saygıyla selamlıyor, kitabın sonundaki notlar bölümünde kendilerine teşekkürlerimi sunuyorum.
Stuart Sutherland Sussex Üniversitesi Ağustos 1992
1 giriş
Hamlet, “İnsan ne muazzam bir eser! Aklı ne kadar yüce!” diyordu. Rasyonelliğin ateşli bir taraftarı olan Thomas Huxley daha da ileri gitmişti: “Yüce bir güç, bir tür saate dönmem ve her sabah yataktan çıkmadan önce kurulmam şartıyla, daima doğru düşünmemi ve doğru davranmamı sağlayacak olsaydı, teklifi hemen kabul ederdim.” Rasyonellik, ister Huxley’nin düşündüğü gibi bir armağan olsun ister olmasın, insanların nadiren rasyonel olduğu, hatta bazen rasyonelliğin yanından bile geçmedikleri kesin. Mesela aşağıdaki soruları nasıl yanıtlardınız bir düşünün.
Hangisi daha muhtemel: Mavi gözlü annenin kızının mavi gözlü olması mı, yoksa mavi gözlü kızın annesinin mavi gözlü olması mı? “K” harfiyle başlayan İngilizce sözcükler üçüncü harfi “k” olanlardan daha mı çok? Mülakat yapmak yararlı bir seçme yöntemi midir? Sigara içmek akciğer kanseri riskini on, ölümcül kalp hastalığı riskini ise iki kat artırıyorsa akciğer kanserinden ölen tiryakilerin sayısı kalp hastalığı sonucu ölen tiryakilerden daha mı çok? Ortalama üstü bir sürücü müsünüz? Bir psikoloji deneyi için, birine öldürücü olabilecek şoklar vermeyi kabul eder miydiniz? İnme sonucu ölen insan sayısı kazada ölenlerden fazla mıdır? Dönme dolaba binmek mi bisiklet sürmek mi daha tehlikeli? Birinde günde ortalama kırk beş, diğerinde ise on beş doğum gerçekleşen iki doğumevi düşünün; hangisinde, bir gün içinde doğan çocukların yüzde altmışının oğlan olması daha muhtemel? Bir işi iyi yaptıkları için insanları ödüllendirmek her zaman faydalı mıdır?
Kitabın başlığından dolayı tetikte değilseniz, bu basit sorulara verdiğiniz yanıtlardan bazıları muhtemelen irrasyonel. Aslında sorularla ilk karşılaştığımda ben de öyle yanıtlar vermiştim. Dahası, tüm soruları yanıtladıysanız kesinlikle irrasyonelsiniz, çünkü bazılarında yanıt vermeye yetecek kadar bilgi yok. Mutlaka bir yargıya varmak ise irrasyonelliğin en sık rastlanan özelliklerinden biri.
İnsanı “rasyonel hayvan” diye tanımlamış olan Aristoteles gibi, pek çok kimse, aklını kaybetmediği sürece, neredeyse herkesin en azından çoğu zaman rasyonel olduğuna inanır. Tabii arkadaş ve ahbapları onlar kadar rasyonel değildir, yine de genelde rasyoneldirler işte. Halbuki, mistik düşüncenin hâlâ hâkim olduğu Doğu bir yana, rasyonelliğin Batı’da da rağbet görmediği dönemler olmuştur. Evet, Aristoteles’in görüşü klasik dönemleri yansıtmaktadır; ancak insan aklına duyulan inanç Karanlık Çağlar’da büyük ölçüde kaybolmuş ve yerini, insanların inançla ve belki biraz da duygularla hareket etmeleri gerektiğini öne süren anlayışa terk etmişti. İnsanın rasyonel bir varlık olduğu ve öyle olması gerektiği fikrini yeniden canlandıran kişi Descartes’ti; kişi, kendi duyularına ve akıl yürütme gücüne göre hareket etmeliydi. Bu sav, bugün hâlâ sürmekte olan hümanist geleneğe yol açmıştır. İnsanın ilahi esine ihtiyacı yoktur, aklı kendisine yeter. Filozoflar, psikologlar ve ekonomistler insanın çoğunlukla rasyonel davrandığını yakın zamanlara dek genel geçer doğru olarak kabul etmişlerdir.
Ünlü filozof Gilbert Ryle, “Neden aldandığımızı bırakalım psikologlar söylesin, neden aldanmadığımızı da biz söyleyebiliriz,” demiştir. Başka bir deyişle, rasyonelliği geçerli kural olarak görüp cepte saymış, yalnızca rasyonellikten uzak davranışların açıklanması gerektiğine inanmıştır.
Ryle, Oxford’ın Magdalen Koleji’nde, rasyonel davranmanın muhtemelen pek güç olmadığı bir ortamda manastır hayatı sürmüştü. Oysa Viyana’da, kuru kitabi bilgilerle değil nevrotik hastalarla ve çoğu zaman da hastalar kadar nevrotik meslektaşlarıyla uğraşan Sigmund Freud da Ryle’ın görüşünü paylaşıyordu. O da rasyonel davranışın norm olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle, yalnızca irrasyonel davranışları, bilhassa da rüyaları, nevrotik semptomları ve dil sürçmelerini açıklamaya girişmişti. Freud, davranışların altında yatan bilinçdışı süreçler, özellikle de libido ile üst-ben arasındaki çatışma anlaşıldığı zaman, irrasyonel gözüken davranışların aslında rasyonel olduğunun açığa çıkacağını göstermeye çalışmıştır: zira irrasyonel sayılabilecek davranışların bazıları, libidinal isteklerin gizliden gizliye doyuma ulaşmasına imkân vermektedirler. Libidinal isteklerin doyuma ulaşmasını üst-benden gizleyen savunma düzenekleri bilinçdışıdırlar, ancak tamamen rasyonel değildirler. Hiç kullanamayacağı paraları biriktiren cimri aslında irrasyonel değildir; dışkısını tutmaya yönelik bir çocukluk arzusunu gerçekleştirerek tatmin olmaktadır.
Ekonomi de yaklaşık yirmi yıl öncesine dek tümden rasyonel insan fikri üzerine kuruluydu. Homo economicuSun farklı mallara yönelik çeşitli tercihleri vardı: fiyatla tercihi karşı karşıya getirip maliyeti en uygun şeyleri satın alırdı. İşadamının, tam bir rasyonellikle hareket ettiği düşünülüyordu: en fazla kâr getiren malları üretir ve kârı en üst seviyeye çıkaracak fiyatlar koyardı. İşadamlarının, tembel, ahmak, yetersiz ya da mevki düşkünü olabileceklerinden pek bahsedilmezdi. Klasik ekonomistlerin müşteri hakkında da üretici hakkında da yanılmış olduklarını göreceğiz.
Amacım, insanların sanıldığı kadar rasyonel olmadıklarını göstermek ve bunun çeşitli nedenlerini sistemli bir biçimde belirlemek. Bu durum herkes için geçerli; söylemeye gerek yok, tabii benim için de. İrrasyonelliğin yaygınlığını, yakın zamanda konuya ilişkin yapılmış bazı psikoloji deneylerinden bahsederek ve gündelik yaşamdan ve bazı mesleklerden, çoğu zaman insanı şaşkınlığa sürükleyen bazı örnekler vererek göstereceğim. Herkes bazen irrasyoneldir ve alınacak kararlar karmaşıklaştıkça daha da irrasyonel olurlar. İrrasyonel davranışların temel nedeninin duyguların yargıyı bulandırması olduğu düşünülebilir. Bu bir etken, ama en önemlisi değil. İnsanların düşünce şekillerinde pek çok bozukluk var ve bu kitapta incelenecek olan da büyük ölçüde bunlar.
İrrasyonellik ancak rasyonellik üzerinden tanımlanabilir; o halde önce rasyonel olmak ne demek diye sormak gerekiyor. Rasyonellikle iki şekilde karşılaşıyoruz. Rasyonel düşünce, kişinin sahip olduğu bilgiler dâhilinde, doğru olma ihtimali en yüksek sonucu hedefler. Rasyonel kararlar ise daha karmaşıktır, zira bir karar ancak amacı biliniyorsa değerlendirilebilir. Rasyonel hareket, kişinin mevcut bilgilerine göre, amacına ulaşma ihtimalini en yüksek seviyeye çıkaran harekettir. Rasyonellik yalnızca kişinin ne bildiğine göre değerlendirilebilir. Astronomi hakkında azıcık fikri olan birinin aya ulaşmak için ağaca tırmanması aptalca olur; fakat aynı hareketi bir çocuğun yapması tamamen rasyonel olabilir. İrrasyonellik ile -pek yaygın bir durum olan-cehaleti birbirlerinden ayırmak gerek. 1976’da Amerikan vatandaşlarının yüzde kırkı İsrail’i bir Arap ülkesi sanıyorlardı. Günümüzde İngiltere’de on üç yaşındaki her üç çocuktan biri güneşin dünyanın etrafında döndüğünü düşünmektedir.
Rasyonel düşüncenin doğasını ayrıntılı bir şekilde açıklamaya çalışmayacağım. Genelde rasyonel düşünce, süreklilik gösteren olguları saptayarak, bu olguları geleceği tahmin etmek ya da bugünün veya geçmişin henüz bilinmeyen yönlerini açığa çıkarmak için kullanmaktır. Bu, içinde felsefenin en çarpıcı paradokslarından birini barındırır. Tüm bilimsel düşünceyi de içine alan rasyonel düşünce, dünyayı yöneten kanunlar olduğu ve bu kanunların zaman içinde sabit kaldıkları, yani gelecekte de geçmişteki gibi olacakları varsayımına dayalıdır. Bu varsayımı temellendirmek mümkün değildir. Kanunların şimdiye dek sabit kaldıklarını ve bu nedenle gelecekte de böyle kalacaklarını söylemek anlamlı bir sav değildir; zira kanıtlamaya çalıştığımız varsayımı şimdiden içerir. İnanç meselesine dönen bu durumu göz ardı edeceğim; çünkü somut rasyonellik ve irrasyonellik örnekleriyle ilgileniyorum ve çoğu kişi, ikisi arasındaki farkı görünce anlayabiliyor.
İrrasyonellik ile hatayı birbirinden ayırmak gerekiyor. İrrasyonel olmak için düşünüp taşınıp davranmak gerekir. Oysa istem dışı hatalar, hatadırlar ama irrasyonel değildirler. İki sayı sütununu eklerken sütunlardan birini taşımayı unutabilir ve kazara hata yapabiliriz.
Rasyonel düşüncenin ya da rasyonel karar almanın en iyi sonucu getireceği kesin değildir. Avustralya’nın keşfinden önce yaşamış olsaydınız tüm kuğuların beyaz olduğu sonucuna varmakta haklı olurdunuz, ama yanılırdınız: Antipodlar’daki hayvan türlerine dair bilgileriniz yetersizdi. Bir arkadaşınız, yazı gelirse size 1000 pound vermeyi, tura gelirse de 100 pound almayı önerdi diyelim. Para kazanmak gibi bir amacınız olsaydı (ve arkadaş kaybetmek gibi bir endişeniz olmasaydı) iddiayı kabul etmek rasyonel olurdu.
Ama sonuçta tura da gelebilir; yani kararınız rasyonel olsa da iyi sonuçlar getirmeyebilir. Saki, kısa öykülerinden birinde hatalı çıkan rasyonel bir sonuçla ilgili hoş bir örnek verir. Bir çocuk kahvaltı ederken büyüklerine yemeğinde bir kurbağa olduğunu söylüyor. Hayvanın derisindeki işaretleri ayrıntılı bir şekilde tarif etmesine rağmen, büyükler “imkânsız” diyorlar. Mevcut bilgileri düşünüldüğünde vardıkları sonuç tamamen rasyonel, oysa çocuğu mest edecek şekilde yanılıyorlar. Zira öyküde kurbağayı tabağa koyan çocuğun ta kendisi. Demek ki en rasyonel kararı vermek en iyi sonuca ulaşmayı garantilemez, çünkü insani meselelerde, neredeyse hep bir şans faktörü vardır. Ancak yaşam boyunca şans bir belirir bir kaybolur, artısı eksisini götürür. Bazen başka tür kararlar daha iyi sonuçlar doğurur, ama potansiyelinizi en iyi şekilde kullanmak istiyorsanız, mümkün olduğunca rasyonel kararlar almanızda fayda var. Bu kitap, insanların nasıl yanıldığını göstererek okurların daha sık doğru karar almalarına yardım edebilir, ancak son bölümde de ele alınacağı gibi, bu fazla iyimser bir beklenti olabilir.
Neyin rasyonel bir karar olacağının kişinin bilgisine dayandığını belirtmiştim. Yine de buna bir not düşmek gerek. Kişi, bilgisinin yetersiz olduğunu düşünüyorsa, bilhassa önemli kararlar söz konusu olduğunda, daha fazla kanıt araması rasyonel bir davranıştır. Ancak göreceğimiz gibi, böyle durumlarda kişiler yalnızca mevcut kanılarını destekleyecek kanıtlar aradıklarından, genellikle büsbütün irrasyonel davranırlar.
Bir sonuca ulaşmanın rasyonel yolları vardır; ancak rasyonel sonuç diye bir şey var mıdır, bu da sorgulanabilir. İrrasyonel sonuçlar olduğu kesin. Örneğin, çoğu kişi ulaşılması imkânsız bir amacın peşinde koşmanın irrasyonel olacağını düşünür: aya gitmek eskiden bu türde, standart bir örnekti, artık geçerli değil. Çelişkili amaçlar da irrasyoneldir. Hem eşinizi sürekli mutlu etmeye uğraşıp hem de onu elinizden geldiğince sömüremezsiniz. Daha ileri bir irrasyonellik formu da muhtemelen çoğu kişinin hayattaki amaçlarını ve bu amaçların öncelik sırasını düşünmemesidir. İnsanlar çoğu zaman düşünmeden hareket eder -ki bu kimi insana çekici de gelebilir- ve bu her hâlükârda irrasyonel davranışlara yol açar.
Filozoflar, insanlığın nihai amacı diye bir şey varsa bunun ne olacağını uzun uzadıya tartıştılar ve fikir birliğine varamadılar; felsefede işler zaten hep böyle yürür. Rasyonel olması için, insanlığın amacının herkesin çelişkiye düşmeden izleyebileceği bir amaç olması gerekir. Makul üç aday, insan türünün hayatta kalması, en fazla sayıda insanın mümkün olduğunca mutlu olması ve bilginin peşine düşmektir. Dikkatle incelendiğinde tümü geçerliliğini kaybeder. Bizden daha sevecen, daha zeki ve her bakımdan daha üstün uzaylılar, hepimizi yok edeceğini bildiğimiz bir virüsle dünyaya gelseler ve soyumuzun tükenmesinin tek kurtuluşu onları öldürmek olsa, onları tereddütsüz öldürürüz. Ancak bu dar görüşlü ve bencil bir hareket olarak da görülebilir. Bu durumda kimimiz insan türünün kurtuluşundan başka amaçlar gözetmek isteyebilir. Peki, mutluluk nasıl ölçülür? Birinin ızdırabıyla bir diğerinin neşesi nasıl karşılaştırılır? Bilginin peşine düşmek pek onurlu bir hareket gibi gözüküyor, ama bu neden herkesin iyi bir atlet ya da müthiş bir satranç oyuncusu olmak için çalışmasından daha iyi bir şey? Dahası, zararlı da olabilir, bilginin yarattığı teknolojilerin akılsızca kullanılması sonucu dünyada bir şey bilecek kimse kalmayabilir. Nihai amaçlar söz konusu olduğunda rasyonelliğin dışına çıkıyoruz. Bir amaç, ancak daha üstün bir amaca göre gerekçelendirilebilir; kişi, olması gerekeni olan üzerinden anlayamaz. Pascal’ın dediği gibi, “kalbin, aklın bilmediği amaçları vardır”. Dolayısıyla doğaları gereği, gerekçelen-dirilmelerini mümkün kılacak daha yüce bir amaç var olmadığından, nihai amaçları gerekçelendirebilmek mümkün değildir: Gerçekte, herhangi bir kimsenin sistemli bir biçimde bu nihai amaçlardan birinin peşinden gidip gitmediği de şüphelidir.
Açlık, susuzluk, cinsellik ve acıdan kaçınma gibi bir dizi “biyolojik dürtü”nün yanı sıra merak, egemenlik kurma ya da bir gruba ait olma arzusu gibi tarifi daha zor fakat güçlü güdülerle dünyaya geliyoruz. Bu tür dürtüler kendimizi ilk sıraya koymamıza yol açıyor. Bu irrasyonel olabilir, aslında öyle olduğuna dair iddialar da öne sürülmüştür. İnsanlar temelde birbirlerinden farklı değiller. Komşum benden daha az ya da daha fazla akıllı, esprili ya da yakışıklı olabilir, ama biyolojik yapımız aynıdır: canımız aynı şekilde yanar, benzer hazlar yaşar, benzer acılar çekeriz. Rasyonel olmak gerekirse, onun mutluluğunu kendiminkiyle bir görmem gerekir. Bu iddia maalesef pek tutmaz. Kişi, kendi deneyiminin, yani kendi acı ve hazlarının biricik olduğunu öne sürebilir, onları tek deneyimleyen kendisidir. Solipsist de olabilir, yani yalnızca kendisinin var olduğuna ve dış dünyanın hayal ürünü olduğuna inanıyor olabilir; dolayısıyla kendini ilk sıraya koymak hakkıdır.
Rasyonellik ile ahlakı ayırmak gerekir. Ahlakı rasyonel bir zemine oturtma girişimleri hep çuvallamıştır. Çoğu kişi uzlaşmacı bir tavır takınarak kendi mutluluğunu ön plana koymakla birlikte, başkalarının mutluluğunu gözetmeye de az çok gayret eder. Amaçların rasyonelliği üzerinde daha fazla durmayacağız, yalnızca araçların irrasyonelliğiyle ilgileneceğiz.
Bazı okurların, vereceğimiz irrasyonellik örneklerinin bazılarının aslında irrasyonel olmadığı yönünde itirazları olabilir. Arada kalan durumlar olduğu kesin. Bunların ilki, çoğu irrasyonel davranışın, durup işleri enine boyuna düşünmemekten kaynaklanmasıdır. Ancak bir karar kişiyi tatmin edebilir ve getireceği kazancın daha çok zaman ve emek harcamaya değmeyeceği düşünülebilir. Bir müdür, karmaşık bir karar alırken sonuçlarını öyle uzun uzadıya düşünür ki, kararını verene kadar şirket çoktan batmış olur. Bir yönetici, kısa süre içinde mümkün olan en iyi karan almadı diye irrasyonel olmakla suçlanamaz, zira vaktini en iyi şekilde değerlendirmiştir. Öte yandan pek çok kişi zaman darlığı çekmemelerine rağmen kötü kararlar verirler, bunun nedeni ilgili tüm etkenleri hesaba katmamalarıdır. Önemsiz kararlara fazla kafa patlatmamak akıllıca olabilir. Ancak iş dünyasındaki, tıptaki ya da siyasetteki gibi karmaşık ve önemli kararlar alınırken yeterince düşünmemek, göreceğiniz gibi, daima irrasyoneldir ve çoğu zaman felaketlere yol açabilir.
İkincisi, aynı anda yalnızca az sayıda fikri aklımızda tutabildiğimizden, karmaşık kararlar alırken ilgili tüm etkenleri bir araya getiremememizdir. Bu sorunu aşmanın bir yolu, kalem kâğıt kullanıp farklı hareketlerin avantaj ve dezavantajlarını sıralamaktır; zaten böyle yapmamak irrasyonel bir davranış olur. Charles Darwin, otobiyografisinde evlenip evlenmeme kararını vermek için bu başarılı yöntemi kullandığını söylemektedir.
Üçüncüsü, kitabın sonlarında göstereceğim gibi, bir davadan gündelik yaşama kadar pek çok durumda, iyi kararlarda temel istatistik kavramlarının sık sık devreye girmesidir. Rasyonel düşüncenin bu aracına pek az kişi sahiptir. Ancak temel matematiğin ihmal edilmesinden kaynaklanan hataların çoğu o kadar açık ki, kanımca onların da irrasyonel sayılması gerek.
Dördüncüsü, pek çok kuruluşun, üyelerinin bencil tavırlarını yüreklendirecek şekilde yapılanmış olmasından dolayı asıl amaçlarına ulaşmakta başarısız olmasıdır. Üyelerin bencil olması ahlaki açıdan doğru olmasa da irrasyonel değildir. Ancak kuruluş, amaçlarına ulaşmak üzere en iyi araçları kullanmadığı için irrasyonel bir şekilde işlemektedir.
Beşincisi, insanların genellikle kendilerini rahatlatmak ve mutlu olmak adına gerçeğe dair fikirlerini sıkça çarpıtmalarıdır. Bunun bir örneği hüsnükuruntudur; kişi, istediği bir şeyin olacağına inanır ya da bir özelliğini olduğundan daha iyi sanar. Bu tür düşünme evrenseldir. Kendini aldatma da insanların mutlu olmalarına yardımcı olabilir. Küçük çocukları kendi erotik arzularını tatmin etmek için değil de onların iyiliği için dövdüğüne inanan sadist okul müdürü kendisini kandırmaktadır. Hüsnükuruntu da, kendini kandırma da kişinin mutlu olmasına katkıda bulunabilir, bu bakımdan da bir amaca ulaşmanın rasyonel araçlarıdırlar. Ancak daha önce irrasyonelliği, kişinin, mevcut bilgisiyle desteklenemeyecek sonuçlar çıkarması olarak tanımladım. O bakımdan kişi, dünyaya ya da kendisine dair görüşlerini çarpıttığı müddetçe irrasyonel düşünüyordur. Öyle bir mayamız var ki, kendimizi mutlu etmek için bazen irrasyonel inançlara kapılıyoruz ve bizi mutlu ediyor olmaları onları rasyonel kılmıyor.
Kısacası, mevcut zaman diliminde ve kanıtlar ışığında ulaşılabilecek en iyi karardan ya da sonuçtan sapan tüm düşünce süreçlerini irrasyonel olarak değerlendireceğim. Kuşkusuz böylece rasyonelliğe çok yüksek bir standart biçilmiş oluyor. Ancak temelde, düşüncedeki sistemli ve önlenebilir eğilim ve önyargılardan kaynaklanan, bu nedenle de irrasyonel olduğu su götürmez karar ve yargılarla uğraşacağım. Temel derdim, şaşırtıcı derecede yaygın ve çok zararlı sonuçlara yol açabilen bu eğilim ve önyargıları gözler önüne sermek ve tartışmak. Tümden rasyonel davranışın her zaman arzu edilir bir şey olup olmadığına son bölüme dek değinmeyeceğim.
İçgüdülerimizin ve umarsız arzularımızın esiri olduğumuz gibi, bedenimizin, özellikle beynimizin durumu da bizi belirliyor. Beyin hasarlarının ya da ağır ruh hastalıklarının rasyonelliğe etkilerini tartışmayacağım, ancak iki tuhaf örnek vermek faydalı olabilir. Beynin sağ tarafının ortasında küçük bir alan var, burada bir epilepsi odağı oluşursa ilginç bir etki ortaya çıkıyor. Böyle bir odaktaki sinir hücreleri zaman zaman hep birden ateşlenebilerek epilepsi nöbetine yol açıyor. Bu alanda bir odak oluşması insanı dindarlaştırabiliyor, her tür cinsel ilişkiden kaçınmasına, sigara ve içki gibi bağımlılıklarından vazgeçmesine yol açabiliyor. Dikkat çekici olan, iyileşmeyle kişinin önceki haline geri dönmesi: kişi ateist olabilir, sigaraya, içkiye ve cinsel hayatına yeniden dönebilir.
Şizofreninin de rasyonellik üzerinde yıkıcı bir etkisi vardır. Hasta, düşüncelerinin başka biri tarafından izlendiğine ya da kontrol edildiğine ya da Napolyon veya Hz. İsa olduğuna inanabilir. Bazı şizofrenler her şeyi harfi harfine alırlar; örneğin üzerinde “Lütfen kapıyı çalın” yazan bir kapı bulunan bir koridordan geçerken, her seferinde kapıya vururlar.
Aslında psikologların, ruh hastalıklarından ya da beyin hasarlarından kaynaklanan irrasyonel davranışlara dair bildikleri, hepimizin meyilli olduğu ve burada ele alacağımız sıradan irrasyonel davranışlara dair bildiklerinden çok daha az. Burada tanımlanacak hataları, herkes olmasa da pek çok kişi yapar. Sorulan soruların bazılarına yanlış cevap veren okurlar, yalnız olmadıkları düşüncesiyle kendilerini avutabilirler. Kitabın irrasyonellik hakkında olduğunu bildiğinizi ve bu nedenle de muhtemelen tetikte olduğunuzu unutmayın: irrasyonel tuzaklardan kaçınabilirsiniz. Ancak sorular, önceden ikaz edilmemiş kişilere sorulduğunda, kuşku duymayan bu kişiler neredeyse hep tuzağa düşerler, genellikle de fena yakalanırlar.
Kullanılan örneklerin çoğu tıptan geliyor. Ancak, doktorların diğer insanlardan daha irrasyonel olduğu fikrine kapılmamalısınız. Yalnızca, onların hataları gazetecilerin, kamu görevlilerinin, tarihçilerin, mühendislerin, generallerin, hâkimlerin ve -maalesef- psikologların hatalarından daha iyi kaydediliyor. Ayrıca kitapta tüm bu uzmanların akılsızlıklarına dair örnekler de var. Örneklerdeki ölüm oranları, farklı testlerin teşhis kuvvetleri gibi birtakım tıbbi değerler artık doğru olmayabilirler, zira tıbbi yöntemler sürekli iyileşiyor. Bizim amaçlarımız açısından, bir kararın alındığı sıradaki bilgi düzeyi önem taşıyor, çünkü bir doktorun davranışları ancak mevcut bilgilerine göre rasyonel ya da irrasyonel olarak değerlendirilebilir.
Psikoloji deneylerinden bahsederken neredeyse hiç teknik terim kullanmadım, ama tekrar tekrar karşılaşacağınız üç terim var. İlki, yani denek, deneyin uygulandığı kişidir. Denekler genellikle gönüllüdürler, ancak profesörleri tarafından “gönüllü” olmaya zorlanmış ya da denek olmanın derslerinin önemli bir kısmı olduğunu düşünen üniversite öğrencileri de olabilirler. Bir de insanlar bazen bilmeden denek olurlar. Deneyci danışıklı bir araba kazası düzenleyerek kimin karşıdan yürüyüp geçtiğini, kimin yardıma koştuğunu gözlemleyebilir ya da insanlar görünürdeki amacı kilo vermekken asıl araştırma konusu başka olan bir deney grubuna düşünmeden katılabilirler. Bu günlerde, sosyal psikologların denek açlığına yem olmaktan kurtulmak için epey dikkatli olmak gerekiyor.
İkinci terim işbirlikçi; suç ortağı ya da müttefik de denilebilir ona. İşbirlikçi, ya denek gibi davranıp deneye katılan gerçek denekleri kandırır ya da önceden belirlenmiş, düzmece bir rol oynar. Deneyci, işbirlikçiye nasıl davranması ve konuşması gerektiğini söyleyerek gerçek deneklerin davranışlarındaki etkileri kaydeder. İşbirlikçiler her yerde karşımıza çıkabilirler. Bir kâse çorbayı üstünüze döken garson, para üstünü yanlış veren satış danışmanı ya da tiyatroda yanınızda oturup “yangın!” diye bağıran çatlak; belki de tümü işbirlikçi. İşbirlikçiden kurtulmanın bir yolu yok, ama böyle zamanlarda, gözünüzü açık tutup, bilgisayarı ya da defteriyle bir kenara gizlenmiş profesyonel görünümlü biri var mı diye etrafı kolaçan etmeniz faydalı olabilir.
Neredeyse tüm psikologlar, denekleri bilgilendirme prensibini benimsemişlerdir. Deneyin sonunda, özellikle de kandırma söz konusuysa olan bitenler deneğe anlatılır. Sıklıkla olabildiği gibi, denek utanç verici bir şey yapmaya sevk edildiyse ya da bir testte çok kötü bir performans gösterdiyse, diğerlerinden daha kötü olmadığı söylenir ve güveni tazelenip sırtı sıvazlanarak gönderilir. Bizim üstünde duracağımız bilgilendirme, deneğin sonraki performansı üzerindeki etkilerini keşfetmek üzere, deneyin ortasında yapılan bilgilendirmeler olacak.
Burada anlatılan çalışmaların çoğunda kandırmacalar var, zira psikologlar, bilhassa da sosyal psikologlar kimi hilelere başvururlar. Bu tür dalavereler okurları rahatsız edebilir. Bu konuda söyleyecek çok fazla sözüm yok. Söylenebilecek en iyi şey şu olabilir: eğer bir denek bir deneyde utanç verici bir şey yapması için kandırılabiliyorsa, bu deneyimden bir şeyler öğrenebilir. Pek çok deneyci, deneklerinin bu ilginç ve faydalı deneyim için sonradan kendilerine teşekkür ettiklerini söylüyor.
Giriş bölümlerini sonraki bölümlerin ayrıntılı özetleriyle bitirmek adettendir. Kitabın devamını okumaya gerek bırakmayıp okurun hayatını kolaylaştırmaya niyetim yok, o yüzden öyle bir özet yapmayacağım. Ancak, kitabın akışına dair bir kılavuz sunabilirim. İkinci bölüm, hatalı düşüncelerin en yaygın nedeniyle ilgileniyor ve kitabın sonraki bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde ele alınan diğer pek çok hataya da değiniyor. Sonraki yedi bölüm, irrasyonelliğin sosyal ve duygusal nedenleri üzerine. 10-19 arasındaki bölümler, doğru düşünmeyi beceremediğimiz için ortaya çıkan hataları ele alıyor. Sonraki iki bölümde, kanıtı ideal şekilde kullanmaya ilişkin bazı yöntemlerden bahsediliyor; kullanıldıkları takdirde, en azından teoride, eldeki kanıtlara göre mümkün en iyi sonuçlan veren yöntemler bunlar. Bu tür yöntemlerle elde edilen sonuçlar, sezgisel olarak varılan sonuçlarla karşılaştırılıyor ve sezgisel yöntemin sonuçları ne kadar zayıflattığı gözler önüne seriliyor. 22. Bölüm, daha önce konu edilmiş hataların bazılarının bir özeti ve bu hataların normal ötesine (paranormal) duyulan yaygın fakat irrasyonel inançla ilişkisini gösteriyor. Son bölümde, irrasyonelliğin daha derin sebepleri evrim tarihimiz ve beynimizin doğası üzerinden inceleniyor ve rasyonelliği desteklemek için yapılabilecek bir şeyler olup olmadığı sorgulanıyor -görünen o ki, hiç de kolay bir iş değil bu. Ve kitap şu soruyla sona eriyor: “Rasyonellik gerçekten de gerekli mi ve arzu edilesi bir şey mi?”
2 yanlış izlenimler
Jaws filminde başrol, insan yiyen bir köpekbalığınındı. Filmin gösteriminin ardından, köpekbalıklarının ara sıra plajların yakınına geldiği Kaliforniya sahillerine yüzmeye gidenlerin sayısında belirgin bir düşüş oldu. Yapılan hesaplamalara göre, yüzücülerin bir köpekbalığına yakalanma ihtimalleri, sahile gelirken yolda bir trafik kazasından ölme risklerinden çok daha azdır. İnsanlar olguları dikkate almazlar -en yoğun izlenim bırakan ya da akıllarına ilk gelen şeylere göre davranırlar.
Başka bir örnek olarak şu iki soruyu düşünün: İlk harfi “r” olan İngilizce sözcükler, üçüncü harfi “r” olanlardan daha mı fazladır? “K” harfiyle başlayan İngilizce sözcükler, üçüncü harfi “k” olanlardan daha mı çoktur? Bir dolap döndüğünü sezmediğiniz takdirde muhtemelen iki soruyu da evet diye yanıtlarsınız. Ama yanılırsınız -üçüncü harfi “r” ya da “k” olan sözcükler bu harflerle başlayan sözcüklerden daha çoktur. Hatanın nedeni sözcüklerin hem sözlüklerde hem de aklımızda ilk harflerine göre sıralanması. “Roar” (kükremek), “rusty” (paslı) ve “ribald” (utanmaz) gibi “r” ile başlayan sözcükleri hatırlamak kolaydır; oysa sayıları daha çok olmasına rağmen “street” (sokak), “care” (şefkat) ya da “borrow” (ödünç almak) gibi sözcükleri hatırlamak çok daha zordur. Bu deneyin adil olmadığını, çünkü kimsenin sözlükte yer alan sözcükleri saymadan yanıtı bilemeyeceğini düşünüyorsanız, bilgi gerektirmeyen başka bir örneğe geçelim. İngilizce sözcükler içinde “-ing” ile bitenler mi “-n-” ile bitenler mi (yani sondan bir önceki harfi “n” olanlar mı) daha çoktur? Çoğu kişi İngilizce sözcüklerin “-ing” ile bitmesinin daha yaygın olduğunu düşünür, oysa aslında “-n-” ile bitenler kesinlikle daha çoktur; zira “fine” (iyi) gibi “-n-” ile biten sözcüklerin yanı sıra, “-ing” ile biten tüm sözcüklerde de sondan önceki harf “n”dir. İnsanlar “-ing” ile biten sözcükleri “-n-” ile bitenlerden daha kolay hatırlarlar ve durup düşünmezler.
Akla ilk gelen düşünceye göre muhakeme etmeye, “bulunabilirlik hatası” (availabi-lity error) denir. İlk olarak bu hatadan bahsedeceğim; çünkü kitabın sonraki bölümlerinde de göreceğimiz gibi, tüm akıl yürütme biçimlerimize sızmıştır ve diğer hataların çoğu da aslında bulunabilirlik hatasının türevleridir. Bir araba almayı düşündüğünüzü ve bir arkadaşınıza bundan bahsettiğinizi farz edin. Arkadaşınız size heyecanla arabasını anlatır. Çok etkilenerek aynı modelden almaya koşarsınız ve sonra duyduklarınızın doğru olmadığını, aracın inanılmaz benzin yaktığını fark edersiniz. İlk ağızdan dinlemiş olmak ve duyduklarınızın çarpıcılığı (bulunabilirliği), tüketici gazetelerinde bu araçla ilgili pek çok istatistik bulabileceğinizi unutmanıza neden olur.
Bulunabilirlik hatasından kaynaklanan hatalı akıl yürütmeleri gözler önüne seren onlarca deney bulunmaktadır. Oldukça aşırı sonuçları olan bir deneyde, deneklerin önce bir sözcük listesini öğrenmeleri gerekmiştir (psikologların pek sevdiği bir görev). Tüm deneklere verilen sözcükler aynıdır. Yalnız, bir gruba verilen sözcükler arasında dört tane övücü sözcük bulunmaktadır -“cesur”, “özgüven sahibi”, “bağımsız” ve “kararlı”. Diğer grubun listesine de aşağılayıcı dört sözcük eklenmiştir -“umursamaz”, “kibirli”, “soğuk” ve “dik başlı”. Sözcükleri öğrendikten sonra tüm denekler, pek çok tehlikeli hobisi bulunan, yeteneklerinin değerini bilen, birkaç arkadaşı olan ve bir kez karar aldı mı fikrini zor değiştiren bir genç adamla ilgili kısa bir öykü okumuşlardır. Sonra deneklerden adamı değerlendirmeleri istenmiştir. Öncesinde sunulan sözcük listesinin öyküdeki adamla bir ilgisi olmadığı açıkça belirtilmiş olsa da, olumlu sıfatları öğrenen deneklerin adama dair kanaatleri olumsuz sıfatları öğrenen deneklerden daha iyi olmuştur. Sözcükler, öyküyü okudukları sırada deneklerin akıllarındaydı (bulunabilirlerdi); bu nedenle de öyküyü yorumlama şekillerini etkiledi. Bu deneydeki öğrenilmiş sözcükler gibi konuyla tamamen alakasız öğeler yorumlarımızı böylesine etkiliyorsa, “bulunabilir”lerin kararlarımızı ne boyutta etkileyebileceğini siz düşünün.
Sıradaki deneyi yorumlamak için, “Tutsak İkilemi” diye bilinen hain oyunu açıklamak gerekiyor. Oyunun senaryosu şöyle: İki kişi, birlikte işledikleri düşünülen bir suçtan ötürü hapishanedeler. Hapishane müdürü onlara, ceza sürelerinin ikisinin de suçlarını itiraf edip etmemelerine bağlı olacağını söylüyor. Cezalar şöyledir:
1. Biri itiraf eder diğeri etmezse, itiraf eden serbest bırakılacak, öteki yirmi yıl tutuklu kalacaktır.
2. İkisi de itiraf etmezse, ikisine de iki yıl hapis cezası verilecektir.
3. İkisi de itiraf ederse, ikisi de beş yıl hapishanede kalacaktır.
Tutsakların karşılaştığı ikilem, itiraf edip etmemektir. Ayrı hücrelerdeler ve ikisi de diğerinin ne yapacağını bilmiyor. En iyisi ikisinin de itiraf etmemesidir; zira o zaman ikisinin hapiste geçireceği toplam süre yalnızca dört yıl olacaktır. Ancak itiraf etmemek de tehlikelidir; çünkü diğer tutsak itiraf ederse, etmeyen yirmi yıl hapiste kalacaktır.
Oyun, gerçek hayattan ilk bakışta gözüktüğü kadar uzak değildir. Felaket sonuçlara yol açabilecek sera etkisinin temel nedeni olan karbondioksit yayılımını azaltmanın uzun vadede tüm ülkelerin yararına olacağı açıktır. Öte yandan böyle bir azaltma pahalıya patlar; enerji üretmek için daha az fosil yakıt kullanmayı ya da daha az enerji harcamayı gerektirir. Tüm ülkeler yayılımı azaltmayı kabul ederlerse, hepsi yarar görecektir. Fakat (ABD’nin yaptığı gibi) birkaçı bunu reddeder de çoğu kabul ederse, reddedenler hem yayılımı azaltma masraflarından tasarruf ettikleri, hem de yayılımı azaltan diğer ülkeler sayesinde sera etkisinin boyutlarının azalmasından dolayı kârlı çıkarlar. Daha gündelik bir örnek verecek olursak, insanların kuraklık dönemlerinde bahçelerini gizliden gizliye sulayıp sulamayacaklarına karar vermeleri gerekir. Eğer herkes böyle yaparsa, su kaynakları tükenebilir ve sonuç herkes için felaket olur. Öte yandan, böyle, topluma zararlı bir şekilde davrananlar yalnızca birkaç kişiyse, toplumun göreceği nispeten küçük bir zarara karşılık, bu birkaç kişi kârlı çıkacaktır. Bu tür durumlar, insanların işbirliği yapma isteklerini ölçmek için sık sık kullanılan Tutsak İkilemi’yle tıpatıp aynıdırlar. Her iki tarafın da seçmesi halinde en az kayba yol açacak tercihi yapmak “işbirliği”, öbür seçeneği tercih etmek ise “ayrılık” olarak tanımlanır. Taraflardan yalnızca biri öteki seçeneği tercih ederse, işbirliğini seçen diğer taraf büyük kayba uğrar.
Oyun, felsefeciler arasında bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalara yol açmıştır. Seçilecek rasyonel yolun ne olduğu berrak olmadığından bilmece yakın zamana dek çözümsüz kalmıştır. Rakibiniz bir süre işbirliği yapsa bile, ne zaman ayrılık gösterip başınıza ciddi bir iş açacağını asla bilemezsiniz. Bugün ise ilginç bir şekilde, oyunun en iyi hangi hamlelerle oynanabileceğine dair bir ipucumuz var. Yakın zamanlarda yapılan bir çalışmayla, içlerinde matematikçilerin de bulunduğu bir grup, çok sayıda farklı strateji önermiştir. Bu stratejiler bilgisayarda karşılaştırılmıştır. En iyi, yani oyuncunun kazancını en üst seviyeye çıkaran stratejinin, “İlk turda işbirliği yap, sonraki turlarda rakibinin son hamlesini kopyala,” olduğu bulunmuştur. Bu strateji, ayrılık gösterdiğinde rakibi cezalandırmakta ve işbirliği yaptığında da ödüllendirmektedir. Başarılı olması özellikle ilginçtir; zira (bazı durumlarda) başkaları-odaklı davranmanın, kişinin mümkün en yüksek kazanca kavuşmasını garantilediğini öne sürmektedir. Bu demek oluyor ki, evrim teorisyenlerini uzun zamandır düşündüren başkaları-odaklı davranışlar, kişinin amaçlarına ulaşmasına ve böylece hayatta kalmasına yardımcı olabiliyorlar. Tutsak İkilemi’nin bu şekliyle gerçek hayatta pek karşılaşmıyoruz, ancak farklı biçimlerde tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Bahsi geçen strateji de, şimdilik en iyi strateji gibi gözüküyor.
Gönüllü denek bulmayı kolaylaştırmak için, deneylerde, hapishane cezalarının yerine para ödülleri ve cezaları kullanılmıştır. “Tutsaklar” genellikle üzerlerinde harfler bulunan iki düğmeyle karşılaşmaktadırlar -“işbirliği” için “İ”, “ayrılık” için de “A” harfi kullanılmaktadır.
İkisi de İ’ye basarsa, her biri 5 pound alır.
Biri İ’ye diğeri de A’ya basarsa, ilki 10 pound öder ikincisi ise 10 pound alır.
İkisi de A’ya basarsa, ikisi de 1 pound öder.
Bu düzeneği kullanan deneylerden birinde, deneklerin bir kısmı, böbrek nakline ihtiyacı olan bir yabancıya böbreğini veren biriyle ilgili dokunaklı bir radyo programı dinlemişlerdir. Öbür gruptaki denekler ise tüyler ürpertici bir davranışa, bir saldırıya tanık olmuş birinin hikayesini dinlemişlerdir. Sonrasında deneklerden ikişer ikişer Tutsak İkilemi oyununu oynamaları istenmiştir. Dinlenen hikayelerin oyunla hiçbir alakası olmamasına rağmen, böbrek nakliyle ilgili dokunaklı hikayeyi dinleyenler, zalimlik hikayesini dinleyenlerden çok daha fazla işbirliği yapmalardır. Yine gördüğümüz gibi, alakasız olsalar bile, önceki deneyimler insanların bencil davranıp davranmamalarını etkilemektedir.
İşte, bulunabilirlik hatasından kaynaklanan hatalı yargılara dair biraz farklı, ancak aynı derecede irrasyonel bir örnek daha: Deneklere bazıları uydurma, bazıları da ünlü erkek ve kadın isimlerinden oluşan bir liste okunmuştur. Her listede kişilerin hem isimleri hem de soyadları bulunmaktadır ve deneklerin, erkek isimlerinin mi kadın isimlerinin mi daha fazla olduğuna karar vermeleri istenmiştir. Listedeki tüm erkekler Winston Churchill ya da John Kennedy gibi ünlü kişilerse ve kadınlar da pek tanınmıyorsa, denekler erkeklerin sayısının daha fazla olduğunu, tersine, kadınlar ünlü erkekler de tanınmayan kişiler olduğunda da kadınların sayısının daha fazla olduğunu düşünmüşlerdir. Önemli kişilerin isimleri, tanınmayan kişilerin isimlerinden daha etkili olmuştur (daha bulunabilir) ve yargılar, kadın ve erkeklerin asıl dağılımından ziyade bu unsuru esas almıştır.
Malzemeyi bulunabilir kılanın ne olduğunu tartışmaya geçmeden önce, gerçek hayatta kurnazca kullanılan bulunabilirlik hatalarına ilişkin bazı örnekleri incelemek yerinde olacaktır. Çekiliş düzenleyenler tüm reklamlarda önceki talihlilere yer verirler ve tabii ikramiye kazanmayan çoğunluğa dair tek laf etmezler. Talihlilerin reklamını yaparak, kazanma fikrini potansiyel alıcıların akıllarına sokarlar ve alıcıların, kazanma ihtimallerinin gerçekte olduğundan daha yüksek olduğunu sanmalarına yol açarlar. Aynı şekilde, kumarhanelerdeki kollu makinelerden dökülen bozuk paraların şıkırtısı da insanların dikkatini para kazanma ihtimaline çekmeyi amaçlar; makine kaybettirirken çıt çıkarmaz.
İnsanların, kararlarını bulunabilir olana dayandırma eğilimleri, tüm dünyada satıcılar ve saygın yayıncılar tarafından istismar edilmektedir. Fiyatı 5,95 pound olan bir kitabı mı 6,00 pound olan bir kitabı mı alırdınız? Önemli olan pound sayısıdır: peniden daha önemlidir ve insanlar sıklıkla, aradaki farkın yalnızca 5 peni olduğuna boş verip pound sayısını esas alırlar.
Bir şeyi “bulunabilir” kılan nedir, diye sorulabilir. Değindiğimiz deneyler, kısa süre önce sunulmuş malzemenin bulunabilir olduğuna işaret ediyor; ancak güçlü hisler uyandıran, dramatik, zihinde görüntüler canlandıran ve soyuttan ziyade somut şeylerin de “bulunabilir” olabileceği gösterilmiştir. Gazeteler, bir Japon’un işlediği cinayete John Smith tarafından işlenen bir cinayetten çok daha fazla yer verirler: daha dramatiktir, her gün rastlanan türden bir şey değildir ve dolayısıyla daha “bulunabilir”dir.
…