Bilim & Mühendislik

Kuantum ve Kur’an

kuantum.20090409133213.
Kuantum Fiziği’nin temel önermeleri, Kur’anda ulaştırılmaya çalışılan mesajla birebir örtüşüyor.
Gözlemciyle gözlenenin dinamik ilişkisi, “dolanıklık” prensibi ve evrenin enerji temelli akıllı yapısı…
Bütün bunlar bazı çarpıcı ayetlerde saklı sırla o kadar örtüşüyor ki!
Örneğin sadece Fatiha Suresi’nin anlamını çözmek, bütün dünyanın bir hafta bayram yapmasına neden olabilir.
Bu kitapta Kuantum ile Kur’an arasındaki ortak noktalardan hareketle değişim ve bütünleşme için meditasyon çalışmaları da bulacaksınız.
Bugün neden dünyanın en fakir ülkelerinin arasında otuz dört tanesi Müslüman ülkesi?
Bunun sebebi elbette Kur’an mesajı olamaz.
Belki de bu ruhu kaybettikçe ve kaybedildiği oranda yol dik, engebeli ve karanlık oluyor.
Vahyin özünde saklı ışığı fark ettiğimizde neler olacağını anlamak için tarihe bakmak yeterli değil mi?

İÇİNDEKİLER
5   Giriş Bölümü
19 1. Bölüm: Kitabın kalbi
67 2. Bölüm: İslam
97 3. Bölüm: İyi bir başlangıç şifresi
1114. Bölüm: Dünya hayatı: Oyun alanı
123 5. Bölüm: Tanrının yeryüzündeki temsilcisi: İnsan
1416. Bölüm: Tanrı bize neyi emanet etti?
159 7. Bölüm: Sana ruhtan sorarlar
185 8. Bölüm: Kademedir?
227 9. Bölüm: Sonsöz

Din konusunda ilk hatırladığım şey, bir Ramazan gününe ait. 5 6 yaşlarındaydım. İftar vakti mahallemizdeki caminin minaresine bakar, mahya ışıklarının yanmasını heyecanla beklerdik. İftar zamanını büyüklere iletmek bizim için çok önemliydi. O incecik sesimizle bütün mahalleye yayılır, “top patladı, top patladı!” diye çığırtkanlık yapardık.
Sonra babaannemin boşluğa takılı bakıştan ile tespihinin şıkırtıları arasında mırıldandığı anlamını bilmediğim sözcükleri hatırlıyorum. Tuhaf bir kadındı. Oruç tuttuğu bazı günler iftara yarım saat kala iftarını açar, “niye bozdun orucunu daha yarım saat var?” deyince,” e canım ne olacak, Mekke’de çoktan iftar olmuştur!” derdi. Annem onun bir çocuğunu kaybettiğini bu yüzden biraz hasta olduğunu söylerdi.
Bir ara dedem öldüğü için taşınmak zorunda kaldığımız o küçük kasabayı hatırlıyorum sonra. Yaklaşık elli metre arayla bir cami vardı ve her camiinin altında en az iki kahve. İnsanlar önce namaza giderler sonra da hemen altlarında bulunan kahvelere inerlerdi. Kahveler tıklım tıklım doluydu.
Yine o kasabada oturduğumuz evin sahiplerinin açtığı Kur’an kursuna katılmıştım. O zamanlar on yaşlanndayım. Annem kız kardeşimle beni o kursa kaydetti. Bir yıl boyunca o kursa devam ettim. Kurs binası hemen bizim evin bahçesinde küçücük bir kulübe idi. Ev sahiplerimiz iki kız kardeşti. Büyük bir zevkle o kursa gittiğimi hatırlıyorum. Ben Kur’an okurken dinleyenler içlenip ağlarlardı. Benim de hoşuma giderdi bu tabii. Orada Kur’anı hatmetmiştim.
O iki kız kardeş bize Kur’anın anlamı ile ilgili hiçbir şey anlatmamışlardı. Anne babalarımızda onlardan böyle bir şey beklemiyorlardı zaten. Orada ne söylendiğiyle ilgilenen pek yok gibiydi. Örneğin annem bize sık sık bazı öğütlerde bulunurdu. “Şöyle şöyle yapmak günahmış!” diye. Biz de ona sorardık “Bunları kim söylüyor sana anne?” diye, o dacevap olarak, “kadınlar” derdi. Kadınlar! Annemin referansı Kur’an değildi “kadınlar” di.
Ne oluyordu? Kitap, “Yok mu düşünen ” diyordu, ama insanlar düşünmeyi sevmiyordu.
Kuran sıkı sıkı naylona sanlı vaziyette evimizin bir dolabının
üstünde durup duruyordu öylece. Sadece bizim evde değil, her
yerde böyleydi.
Kurana dokunmamak için o kadar çok sebep vardı ki, abdestsiz
dokunulmazdı, hatta onu belden aşağıya bile tutmamak
gerekiyordu.
Düşünme konusu o kadar hor görülüyordu ki, çok düşünen kişinin sonunda kafayı sıyıracağına dair halk deyişleri bile vardı.
Hani bir zamanlar her mahallenin bir delisi vardı ya. Bu deliler için söylenen şeyler bile okumaya ve anlamaya yönelik korkuyu tetikliyordu bizlerin bilincinde. “Biliyor musun bu bizim deli var ya, dört üniversite bitirmiş!”

Bu kısa sohbetten çıkan sonuç okumanın insanı çıldırtacağı olmuyor muydu?
Netice itibarıyla! Ne oluyordu? Değiştirilmek istenen (insan), kendisini değiştirmeye çalışanı (Kur’an) değiştirmiş oluyordu.
Bir ara sekiz dokuz yaşlarında namaza başlamıştım. Büyük bir ciddiyetle namaza giderdim.
Oysa babam düzenli namaz kılmazdı bile. Bir gün camideki adamlardan biri sertçe beni uyardı bir daha kısa pantolonla camiye gelmemem gerektiğini söyledi. Onun ne söylediğinden çok, söyleme biçimi üzmüştü beni. Çünkü çok sert ve yargılayıcıydı. O oldu, orada bir daha namaza gitmedim.
Sonraları anladım ki dini yaşantıya dahil olma girişimim hep sürüp gitmiş.
Ve sonra yeniden anladım ki insanlar bilseler de bilmeseler de zaten hep dini yaşantının içindedirler. Dini yaşantı derken daha çok hayata bir anlam vermeye çalışmak ve bunun için düşünmeyi kast ediyorum. Ve sizin üstünüzdeki, sizi aşan ve sizi yöneten büyük bir güçle birleşme isteğini.
Sonraları Kur anın “düşünen akıl sahiplerine” indirilmiş bir kitap olduğunu anladığımda, dinle ilgili şahit olduğum örneklerin çoğunun aslında dinin kendisi ile değil, düşünmeyen akıl sahiplerine ait davranışılar olduğunu anladım.

İşte ben bu işe, yani düşünmeye, bir hayli erken başlamıştım. Ve on sekizli yaşlarda elime geçen bir meal (Kur’anın Türkçe anlamı) beni derinden etkiledi.
Bu meal Süleyman Ateş tarafından oluşturulmuştu. Örneğin gayb kelimesinin anlamını açıklarken mor ötesi ışınlar gibi bilimsel referanslara bağlantı kurması bana iyi gelmişti.
Sonra İslam kelimesinin anlamı; barış, huzur, kurtuluş, teslimiyet. Ve aslında Tanrı katında tek bir dinin var olduğunu açıkladığı o sayfalar. İbrahim ve İsa peygamberlerin de bir İslam peygamberi olarak anılması.
Ama ben yine de tatmin olmamıştım. Araştırmaya devam ettim. Bu iş benim hayatımın ekseninde yer alıyordu. Kimse beni bu işe mecbur etmiyordu. Ve bunun karşılığında bana kimse belli bir ücret de ödemiyordu.
O zamanlar bunun pek bilincinde değildim ama, şimdi biliyorum ki ben aslında her insamn hayatmın en önemli ve öncelikli işini yapıyordum; varoluşunun anlamını aramak.
Bu iş epey zahmetli ve yorucuydu ama sonucu bakımından her şeye değdi.
Şimdi halen de araştırmaya ve düşünmeye devam ediyorum ve bu iş bayağı zevkli bir meslek inanın.
Daha sonra yetmişli yıllarda başlayan bir solculuk rüzgarı. Nerdeyse bütün çevremiz bundan etkileniyordu. Bir gün on kasım töreninde bir öğrenci sahneye fırlıyor, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!” diye slogan atıyor, bir diğer sınıf arkadaşımızı bir gün elinde bir tabancayla gazetede çekilmiş fotoğrafını görüyorduk. Meğer Suriye’de kamplarda gerilla eğitimi görmüş falan.
Marks’a göre din bir afyondu ve insanın bastonuydu. Din bir üst yapı kurumundan başka bir şey değildi. Neydi peki alt yapı kurumu? ekonomi. Yani maddi yapı, insanın ne olduğunu ve kim olduğunu belirleyen şey maddi ilişkilerdi.
Marks’ın böyle bir sonuca varması bir ölçüde anlaşılabilir. Bu görüşün kolaylıkla kendine taraftar bulması belki de Türk aydınının İslam dini konusundaki bilgisizliği idi.
“Neydi bu Marksizm denilen şey? Tartışalım, düşünelim!” demeye kalktığımda sadece ezbere sloganlarla karşılaşıyordum. Bir süre sonra tartışma ve düşünme yerine sanki bir kutsal imana karşı olup olmadığımız sorgulanıyordu. Ve eğer sorgusuz sualsiz söylenenleri kabul ermedinizse hemen arkasından bir dışlanma ve aforoz durumuyla karşılaşıyordunuz.
Hatta bu dönemde işler öylesine abartıldı ki, sanki inançsız olmak, dini ve peygamberleri reddetmek bir tür moda oldu. Sanki akıllı olmanın, çağdaş olmanın göstergesi buymuş gibi. Dini hiç incelemeden onun hakkında fikir sahibi olmadan reddetmek saçmalığına düşüldü.
Ben, hayatımın diğer dönemlerinde hep yapa geldiğim bir şeyi yaptım; dışlanmamak, yalnız kalmamak adına körü körüne bu modaya kendimi bırakmadım.
Daha sonra anladım ki bu ezbercilik sadece o döneme ve sadece bizim toplumumuza ait bir hastalık değildi. Bu evrensel bir problemdi. İnsana ait evrensel bir problem. Çünkü insan genellikle ezbere yaşamayı seviyordu.
Benim Solculukla ilgili sempatizan maceram sadece bir hafta sürdü diyebilirim.
İnsanı sadece beden ve yiyecek düzeyine indirgeyen bir görüşü kabul etmem mümkün olamazdı.
Kültür ve uygarlığı, ilerlemeyi sınıflar arası çatışmanın gücüne bağlayan bir anlayış bana uzaktı açıkçası. Ya sevgi ne olacaktı? Yardımlaşma, huşu duygusu ve esrime gibi şeyler?
Vahiy denen mekanizma neydi ki? Bu iş nasıl oluyordu? Sonra Spiritüel bilgilerle tanışma dönemim başladı. Medyum kavramının ne olduğunu orda öğrendim. Medyum, ruhsal dünya ile, “öte alemle” iletişim kuran kişiydi ve bu sırada o kişinin aklının ve bilincinin ötesinde bir düzeyle bir iletişim kurulmuş oluyordu.
Daha sonra “Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri” adında Arnold Toynbee’nin kitabı geçti elime. Orada uygarlıkların bir temel dünya görüşünden oluştuğunu ve bu görüş üzerine mimari, ekonomik ve sosyal hayat gibi üstyapı kurumlarının bina edildiğini anlatıyordu.
Ona göre geçmiş uygarlıklardan bazıları “düşünsel” bazıları ise “dinsel” di.
Dinsel dünya modeli vahiy ya da sezgi kaynaklı bir bilgi temeli üzerine kuruluyordu.
O kitapta “vahiy” yolunun akıl ve deneyden başka tür bir bilgilenme yöntemi olduğunu söylüyordu. Birçok uygarlığın temelinde bu tür bilginin izleri vardı. Özellikle İslam Uygarlığının.
Evet Peygamber bir medyum değildi ama, vahiy mekanizması başka bir düzlemden bize ulaşan bir bilgiydi. O zaman bu kitap onun “yazdığı” bir kitap değil, ona “yazdırılan” bir kitaptı.
Bu, çok önemliydi, çünkü vahiy insan bilincinin sınırlarının ötesinde bir bilgilenme biçimi olarak karşımıza çıkıyordu.
Bu kitapta uygarlıkların ortaya çıkışı ve son buluşu sürecini inceleyen tarihçilerin bilgi edinme yöntemi olarak vahyi de ele almaları bana çok dikkat çekici gelmişti.
Onlara göre, vahiy yoluyla alman bilgiler de bir uygarlığın ortaya çıkışma tohum düşünce olarak katkı yapabiliyordu.
Daha sonra karşıma Cari Gustav Jung’un “Psikoloji ve Din” adlı kitabı çıkıverdi! (çünkü ben o kitabı bir kitapçıdan almamıştım, yağmurlu bir günde bir Cağaloğlu kaldırımında kupkuru bir şekilde biraz parçalanmış olarak yerde durup duruyordu.) Orada din bir kurum olarak değil içsel bir deneyim olarak ele alınıyordu. Bu yaşantı kişilerin kendi günlük ve kişisel bilinçlerinin ötesinde bir bağlantının kaçınılmaz sonucuydu.
Bu derin bağlantı, kişi bu bağı reddettikçe varlığını hissettirmek ve sesini duyurmak için baskısını arttırıyor ve hastalık ve sorun olarak karşısına çıkıyordu.
Hangi dine mensup olurlarsa olsunlar bu olgu kişileri sarıp sarmalıyor, etkiliyor ve düşünmeye zorluyordu. Neye? Gougen’in o ünlü tablosunun ismindeki evrensel soruya; kimim, nerden geliyor ve nereye gidiyorum ve ben burada (dünyada) ne yapmalıyım? Ve bunu nasıl yapmalıyım?
Sonra spiritüel araştırmaların derinlerine daldıkça öte dünya dediğimiz boyutla ilgili bilgilerin, Kur andaki aynı tür bilgilerle nasıl örtüştüğünü gördüm.
Öte dünya titreşim frekansı bu dünyaya göre daha yüksek bir dünya idi ve orada düşünceler burada olduğundan daha hızlı (nerdeyse düşünmekle aynı anda) gerçek oluyordu. Korkulan, suçluluk duyguları, öfkeleriyle ölüp giden insanlar bu duyguların eseri olan fiziksel bir alanda buluyorlardı kendilerini. Hele bir de haksızlık yapmış ya da birini öldürmüşse azap katlanıyordu.
Kur an’ da da aynı şeyler söylenmiyor muydu? Orada da bu dünyada ne yapıp ettiysek onların sonuçlarıyla (her iki dünyada……………….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

2050 – İki Bin Elli

Editor

Biyoloji Budur (Ciltli) Canlı Dünyanın Bilimi

Editor

Canan Efendigil Karatay – Karatay Diyeti – Bilimsel Gerçeklerle Kilo Verme

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası