Baştan beri İslam medeniyetine, negatif bir dini düşünce olarak bakan ve din ile bilim arasındaki ilişkiyi Avrupa açısından değerlendirerek yalnızca bir “çatışma”dan ibaret gören kesimler, İslam medeniyetinde akılcılığın öldüğünü ve bunun nedeninin de, bilimsel ve felsefi düşünce pahasına yükselen dini düşünce olduğunu ileri sürerler. Bunlar için “gelişme”, Avrupa’da olduğu gibi, bilimin kiliseyi yenmesinden ibarettir. Böylece herhangi bir medeniyetin “gelişme” içinde sayılabilmesi için, “evrensel” çizgiyi ve düzenli araştırmayı yakalamadan önce, bu uğraşıyı vermesi, yani bu medeniyetlerde bilimin, kendi “dininin” üstesinden gelmesi gerekir.
Saliba ise bu kitabında, Muhammed b. Musa’nın Batlamyus’u eleştirisinin, Razi’nin Galen’e karşı Şükuk’unun, İbn el-Heysem’in Batlamyus’a karşı Kuşkular’ının ve buna benzer nice başka çalışmanın, dönemin dini otoritelerine karşı değil, Yunan bilimsel geleneğine karşı yazılmış metinler olarak ortaya çıktığını ve İslam dünyasında bu tür bir geleneğin olmadığını ortaya koyuyor. Kitabı okuduğumuzda, aslında klasik anlatının hiçbir kanıta dayanmadığını, İslam ve Batı arasında kültürler arası zengin bir alışveriş olduğunu ve Rönesans bilim tarihini, en önemlisi de İslam bilim tarihini yeniden ve bir kez daha, Avrupamerkezci etkilerden uzak olarak dikkatlice gözden geçirdiğimizde Rönesansın imajı da bütünüyle değişmiş olacaktır.
***
İçindekiler
Türkçe baskıya önsöz / 7
Önsöz / 11
Birinci bölüm
İslam bilim geleneği: Başlangıç sorusu I / 15
Klasik anlatının eleştirisi / 17
Klasik anlatının diğer sorunları / 30
Bilimsel aletler ve gözleme dayalı gökbilim / 35
Sonuçla ilgili sorunlar / 37
İkinci bölüm
İslam bilim geleneği: Başlangıç sorusu II / 43
Alternatif anlatı / 45
Nedim’e göre erken İslam döneminde bilimin yükselişinin tarihsel açıklaması / 45
Ebu Sehl b. Nevbaht’ın öyküsü / 47
Ebu Ma’şer’in öyküsü / 52
Üçüncü öykü / 57
Dördüncü öykü / 61
Nedim’in alternatif anlatısı / 65
Divan çevirisinin sonuçları: Gücü elde etmenin diğer yolları / 74
Sonuç / 79
Üçüncü bölüm
Yunan bilimsel geleneği ile karşılaşma / 87
Yunan bilimsel mirasına tepki / 92
Çok ince gözlemler / 97
Elmecisti’nin matematiksel olarak yeniden yapılandırılması / 100
Elmecisti’nin kozmoloji sorunları / 103
Gökbilimsel şükuk geleneği / 106
Kuramsal itirazlar / 126
Sonuç / 132
Dördüncü bölüm
İslam gökbilimi kendini açıklıyor: Kritik yenilikler / 137
Batlamyus gökbiliminin sorunları / 140
Güneşin hareketi / 142
Gezegenlerin hareketi / 145
Ayın hareketi / 147
Merkür gezegeninin hareketi / 150
Enlemsel gezegen hareketi / 152
Batlamyus gökbilimine İslam’ın yanıtları: Alternatif bir gökbilim oluşturma / 155
Urdi’nin çalışması / 156
Nasireddin el-Tusi / 159
Şamlı Alaeddin İbn Şatır (ö. 1375) / 165
Şemseddin el-Hafri ve gökbilimsel kuramda matematiğin rolü / 167
Sonuç / 169
Beşinci bölüm
Din ve felsefe arasında bilim: Gökbilimin durumu / 173
Felsefe boyutu / 175
Din ve gökbilim / 186
Sonuç / 191
Altıncı bölüm
İslam bilimi ve Rönesans Avrupası: Kopernik bağlantısı / 193
Rönesans Avrupası ile İslam dünyası arasındaki ilişki / 196
Kopernik ile olası temas yolları / 209
Bizans yolu / 213
Rönesans Arabistleri / 216
Cihazlar konusunda temaslar / 220
“Doğu”dan “Batı”ya akış / 224
Sonuç / 229
Yedinci bölüm
Çöküş dönemi: Gökbilimsel düşüncenin üretkenliği / 231
Klasik anlatının eleştirisi / 235
Kaynakça / 251
Dizin / 265
Türkçe Baskıya Önsöz
Bu kitabın İngilizce olarak yayınlandığı 2007 ile Türkçe çevirisinin yapıldığı 2012 tarihleri arasında, Arap/İslam biliminin Rönesans Avrupası üzerindeki etkisiyle ilgili daha fazla kanıt ortaya çıktı ve orijinal kitabın çeşitli değerlendirilmeleri özel dergilerde ve halka açık basında yer aldı. “En son entelektüel söyleşiler”e odaklanmış olan elektronik site Rorotoko 23-Ekim-2009’da bir sayısını kitabı tanıtmak için ayırdı.
Kitabın başlattığı tartışmayı sürdürmek amacıyla ciddiyetle ele alınması gereken iyileştirmeleri ve itirazları içeren yorumlara hitap edebilmek ve bazı yeni buluşları değerlendirmek üzere bu yeni Türkçe çeviriyi sunuş zamanının iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Yorumda bulunanların, tartışmaya katılma ve girişime olan hayranlıklarını ifade etme arzularını takdirle karşılamama rağmen, övgü dolu değerlendirmeleri atlıyorum. Çünkü bunlar, zaten kitapta söylenenleri vurguluyorlar, ayrıca burada tekrarlamanın gereği yok. Üzerinde durulması gereken değerlendirmeler, kitabın iki alandaki eksikliğine işaret ediyor: Birincisi kitabın, Abdülmelik b. Mervan zamanında Arap/İslam biliminin yükselişini sağlayan nedenlerle ilgili sunduğu iddiaları çürütülemez kanıtlarla desteklememesi. İkincisi ise, Kopernik ile onun Müslüman öncüleri arasındaki ilişkiyi; Kopernik ve devriminin haklı olarak hayranlık uyandıran güneş merkezli sisteminin bu öncülerce hiçbir zaman önerilmemiş olması nedeniyle, adilane ele almaması.
Her iki eksiklik de bir anlamda adil eleştiriyi gerektiriyor. Birinci konuda şu şekilde kendimi savunabilirim: Abdülmelik b. Mervan’ın reformlarının İslam bilimsel geleneğinin yükselişinin tek nedeni olduğunu hiçbir zaman iddia etmemiş olmama rağmen, bu reformların, bilimsel aktivitelerde varoluşsal bir ilgi uyandırmakta önemli rol oynadığını düşünüyorum. Ek olarak, İslam biliminin yükselişini bu reformların kapsamı içine almak, tarihsel olguların en iyi açıklamasını sunmakta ve zamanımıza kadar gelmiş olan eski bilimsel metinlerin en iyi şekilde okunmasını sağlamaktadır. Ayrıca, İslam bilimsel geleneğinin doğuşuyla ilintili tüm diğer açıklamaların değinmediği sorunlardan kaçınılmış oluyor. Aslında kitabın ilk üç bölümü tümüyle, Abdülmelik’in reformlarına ciddiyetle yaklaşılmadığı takdirde çözümlenemeyecek tarihsel sorunların açıklamasına ayrılmış. Daha da ötesi, olaylara bizden daha yakın olan Fihrist’in onuncu yüzyıl yazarı İbn Nedim, bu konuda hemfikir ve bu reformlara özel ilgi göstermekte. Bu kitabın yaklaşımını esinleyen ve Abdülmelik’in reformlarının çok önemli olduğunu düşünen kendisidir. Dolayısıyla, 19. yüzyıldan beri kendini tekrarlayan ve İslam bilimsel geleneğinin Abbasi Halifeleriyle onların Persli tebaası arasındaki etkileşim sayesinde doğduğunu iddia eden ikincil literatürden söz ederek kitabı küçümseyenlerin yanında olmak ile, erken İslam bilimsel ve tarihsel kaynakların kanıtlarını ciddiye almak arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsam, İbn Nedim’den on asır, olaylardan on iki asır kadar uzakta olan, inandırıcı ve açıkgöz gözüken modern-zaman tarihçileri yerine sözünü ettiğim ikinci tutumu benimseyen İbn Nedim’in tarafında olmayı yeğlerim. Burada açıklanması gereken, kitabı küçümseyenlerin işaret ettiği tarihin ideolojik hayali yapıları değil, bilimsel ve tarihsel olgulardır.
Kopernik’in, gezegen hareketlerinin matematiksel yapılarını oluşturmak için Müslüman öncülerine dayanması konusuna gelince: Kitabın altıncı bölümünün, eleştirilere rağmen ikna edici tezlerini sürdürdüğünü düşünüyorum. Bu bölümde Kopernik’in çalışmalarıyla öncülerinin çalışmaları arasındaki benzerliklerin büyük bir külliyatını sunuyorum ve Kopernik’in, Arap kaynaklarında hâlâ korunmakta olan fikirleri ve matematiksel teknikleri kendi çalışmalarına dahil etmeye çalışırken yaptığı hataların, yanlış anlamaların ve yanlış okumaların bu benzerliklerde ortaya çıktığını gösteriyorum. İbn Şatır’ın ay modelinde olduğu gibi tıpatıp çözümler, Tusi Çifte Bağı’nı ve İbn Şatır’ın Merkür modelini benimsemede olduğu gibi, erken İslam kaynaklarına körü körüne bağlılık (özellikle ikinciyi dahil ederken yaptığı ciddi yanlış anlama) bir kenara atılamayacak kadar çoktur. Herhangi bir adil okur bu tarz çok yönlü teknik kanıtı, bazılarının yaptığı gibi rastlantısal kabul edip görmezlikten gelmenin mümkün olmadığı sonucuna varacaktır.
Kopernik’in, Müslüman öncüleri arasında söz konusu bile olmayan güneş merkezli sistem önerisine gelince: Bu sistemin öneminin ancak geriye bakıldığında ortaya çıktığını, Kopernik bu sistemi ilk önerdiğinde çağdaşlarının ve yakın haleflerinin onu, şimdi hayal edildiği kadar önemli olarak algılamadıklarını anımsamak gerekir. Kopernik’in çağdaşları ve yakın halefleri, bu sistemi pek önemsemedikleri gibi, Kopernik’in güneş merkezli sistemi önerecek kozmolojik gerekçelere veya gözlemsel veriye sahip olmadığını da iddia ediyorlardı. Zamanın bilgisine göre değerlendirdiğimizde, Kopernik’in güneş merkezli sistem önerisinin en iyi durumda, (daha önce Batlamyus’un yaptığı gibi) matematiğin zarafetinin kişiye fiziksel gerçekliği bir kenara koyma yetkisini verdiği antik Yunan dönemine geri gitmek demek olduğu veya en kötü durumda, Kopernik’in önceki astronomi çalışması Commentariolus’da Batlamyus’un Yunan metnindeki aynı yetkiden yakındığı, Batlamyus’u ve onun izleyicilerini kürelerin gerçekliğini tümüyle gözardı ettikleri için eleştirdiği, ama yine de sadece estetik nedenleri temel alan zarif bir güneş merkezli matematiksel sistem önererek kendisiyle çelişkiye düşmek demek olduğu ileri sürülebilir. Burada, Kopernik’in öncülerinin benimsediği ve güneş merkezli bir sistemi yersiz kılan egemen kozmolojiye güçlü adanmışlığı ve tutarlılığı takdir etmemek elde değil. Çünkü sonunda kazanan, Kopernik’in güneş merkezliliği veya onun seleflerinin dünya merkezliliği değildi. Bilimde ilerlemeyi yönlendirmiş olan ve hâlâ yönlendiren şey, saptanabilen düzeydeki gerçekliği temel alan teorilerin oluşturulmasına olanak tanıyan mantıksal tutarlılığa adanmışlıktır.
Bu kitabın ilk yayınlanmasından beri ortaya çıkan yeni kanıtlardan, burada yer sınırlaması nedeniyle ancak, İslam biliminin Rönesans’tan sonra bile Avrupa’nın bilimsel geleneğini önemli ölçüde etkilemeyi sürdürdüğünü gösterenlerden söz edebilirim. Kitapta ima edilen kanıtların şimdi fazlasıyla ortaya çıktığını görebiliyoruz. Örneğin, 17. yüzyıl Oxford’da Arap astronomisinin rolünü anlatan belgelerin bir araya getirilmesi ile Arap ve Pers bilimsel metinlerinin okunması, düzenlenmesi ve yayınlanması konularına gösterilen sürekli ilgi, bu bilimsel aktivitelerin antikacılık amacıyla yürütülmediğini, tersine bu yüzyılların bilimini tamamlamak için bu metinlere ihtiyaç duyulduğunu gösterir.
Bu tür kanıtlar her geçen gün daha çok artmakta. Eğer bu kitap, araştırmayı bu istikamete yöneltmenin, Avrupa bilimsel geleneğinin doğası ve onun İslam geleneğiyle olan organik ilişkisi hakkında ciddi bir tartışma yaratmanın ötesinde hayırlı bir iş yapmamış olsa bile, amacına tam anlamıyla ulaşmış demektir.
2011’deki Arapça çeviri ve İngilizce baskıyı izleyen bu Türkçe çeviri ve yine 2012 için tasarlanan Bahasa (Endonezya) çevirisi ile bu kitap şimdiden, yazarın ümit ettiğinden çok daha fazlasını elde etmiş durumdadır.
George Saliba
NY Şubat 2012.
Önsöz
Bu kitap aslında tarihçilik ile ilgili bir denemedir. İslam ve Arap biliminin tarihi ile ilgili güncel eğilimleri eleştirmekte ve en son buluşları kullanarak İslam medeniyetinin entelektüel geçmişindeki bilimsel gelişmeleri ve başlıca eğilimleri daha iyi açıklayabilen yeni bir tarih denemesi sunmaktadır. Tarihi dönemlere ayırma konusuna, bilimin genel entelektüel ortam ile ilişkisine, bilimsel üretimin sosyal ve politik boyutlarına ve belirli bir disiplindeki teknik, bilimsel ayrıntılar ile bu disiplinlerin arkasındaki sosyal destek ve tanınma arasındaki ilişkiye değinmektedir.
Kitapta tartışılan ana fikirler, Arap Bilimsel Düşüncesi (Fikr el-İlmi el- Arabi, Balamand University Press, Lübnan, 1998) adlı kitabımda hazırlık anlamında yer almıştır. Şimdi bu fikirler, Arapça bilmeyenler için ve bazı durumlarda daha da geliştirilmiş olarak burada sunulmaktadır. Fikr’de ifadelendirilen tezin ana özellikleri daha kapsamlı kanıtlarla desteklenmektedir. Daha da ötesi, Fikr’in yayınlanmasından beri ortaya çıkan ve sunulan tez ile yakından ilgili olan yeni yayınlar, bu kitapta eleştirilmektedir. Elinizdeki kitap, o yayınların ve orada varılan sonuçların içeriğinin bir eleştirisi olarak görülebilir. Bazı yeni kanıtların bu sonuçların geçerliliği hakkında kuşkular uyandırması, bu eleştirel incelemeyi gerekli kılmıştır.
Bu kitapta yaygın olarak kullanılan “İslam bilimi” ve “Arap gökbilimi” ifadelerini açıklamak uygun olur. “İslam bilimi,” İslam medeniyetinde gelişen ama Arapça ulum el-İslamiye (İslam ilimleri) olarak adlandırılan disiplinler arasında yer almayan bilimlerdir. Ulum el-İslamiye, dini düşünce ile ilgiliydi, dolayısıyla bu kitabın konusu dışındadır. Buna karşılık burada incelenen “İslam bilimleri” klasik İslam döneminde, “yabancı” veya “akıl” ilimlerinin (ulum el-evail veya el-ulum el-akliye) veya hatta “felsefi” ilimlerin (el-ulum el-felsefiye veya el-hikmiye) parçası sayılıyordu ve hiçbir şekilde el-ulum el-nakliye (aktarılan ilimler) adı altında toplanan dini, hukuki, kutsal kitap yorumu, dilbilimsel veya Kur’an ilimleri ile ilgisi yoktu. Dolayısıyla buradaki “İslam” sözcüğü din değil, daha karmaşık bir kavram olan medeniyet anlamında kullanılmaktadır.
“Arapça” sözcüğünü ise şöyle anlatalım: İlk olarak, Arapça uzun süre, yani sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllardan başlayarak zamanımıza kadar coğrafi konumu neresi olursa olsun, İslam medeniyetinin bilimsel dili ve aynı zamanda dini ilimlerin dili idi. İslam tarihine uzun süre hakim olan bu koşullar, çeşitli ırk ve dinlerden gelen insanların bu medeniyetin oluşmasında rol oynamasına olanak sağladı. Evlerinde Persçe, Süryanice veya daha sonraları Türkçe ve Urdu diliyle konuşan insanlar entelektüel ürünlerini, özellikle bilimsel olanlarını, Arapça yazmışlardır; tıpkı İbn Meymun’un (Maimonides) dini ve hukuki eserlerini İbranice yazarken, felsefi ve tıbbi çalışmalarını Arapça ile yapması gibi. İkincisi, bu kitapta gökbilim disiplininin tarihi, genelde İslami bilimsel düşüncenin dönemlere ayrılmasını ve iniş çıkışlarını açıklamak için şablon olarak kullanılmıştır. İslam medeniyetinde en yaygın ve en canlı gökbilim, Yunancada eşdeğeri bulunmayan bir Arapça ifade ile ilm el-hey’e ([dünya] düzen[i] ilmi=gökbilim) diye adlandırılan yeni gökbilim idi. Dokuzuncu yüzyıldan sonra neredeyse tümüyle Arapça yazılan gökbilim, işte bu idi. Bu gökbilim aynı zamanda, kitabın ana odağıdır. İslam entelektüel tarihinin hiçbir yerinde “Arap Gökbilimi” sözünün, bu gökbilimin Arapça konuşan bölgelere has olduğu veya Arapçanın bu disiplinin tek dili olduğu anlamına gelen ifadeler yoktur. Bu sözün anlamı sadece, bu disiplinde yazılan eserlerin dilinin, zamanımıza kadar gelmiş birçok metinde görüleceği gibi, açıkça Arapça olduğudur.
İngilizce yazılan ve Avrupa’nın diğer dillerine çevirilme olasılığına rağmen, bu kitabın vermek istediği nihai mesajın anlamı, ırk, milliyet, dil veya din bağlantıları ne olursa olsun, İslam medeniyeti ile bir çeşit akrabalık hissine sahip okurlar için farklı olacaktır. Bu çalışma İslam veya Arap eseri olarak görülsün veya görülmesin, incelenen konular en çok bu okurlar için bir anlam ifade edecektir. Ve ben de bu okurları, kitabın başlatmasını ümit ettiğim tartışmaya katılmaya davet ediyorum.
Ama okurları, bu kitabı İslam bilimsel geleneğinin büyüklüğünün bir ifadesi olarak algılamamaları konusunda uyarmak istiyorum. Aslında, İslam bilimsel geleneği, bu tarz geleneklerin arasında en büyüklerinden biriydi, ama ben okurun bu kitabı o açıdan değil de, İslam ve Arap dünyalarının “sömürge sonrası” döneminde ve hâlâ “derinliğine sömürge” olduğu dönemde kendi öz tarihini düşünerek okumasını arzu ediyorum. Okurları, anlatılagelen siyasi ve dini tarihleri değil, bilimsel üretimin oluşmasında rol oynayan karmaşık sosyal, ekonomik ve entelektüel koşulları ön plana alan bir tarihin yazılışı üzerine düşünmeye davet ediyorum.
Eğer dini veya kültürel geçmişine bakmaksızın gelişmekte olan ülkelerde çağdaş gelişmeyi sağlamak için bilimsel üretime olanak tanıyan sosyal, siyasi ve ekonomik işleyişler hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorsak bilimsel düşüncenin teknik inceliklerini gözlemleyen ve aynı zamanda bu düşüncenin yeşermesini sağlamış olan ve hâlâ sağlayan sosyal, siyasi ve ekonomik işleyişleri inceleyen bu tarz bir bilim tarihine ihtiyaç vardır. Kitap bu konulara ışık tutmaktadır.
Şimdi çok hoş bir görevi yerine getirecek ve kitabı yazarken aldığım yardımı sıralayacağım. En derin teşekkürlerimi, 2004 ilkbaharında Paris’teki La Chaire de l’Institut du Monde Arabe’nin himayesinde kitabın içeriğini sunan bir dizi konferans vermek üzere beni davet eden ve böylece kitabın ilk sunumuna olanak tanıyan l’Institut du Monde Arabe’den M. François Zabbal’e göndermek isterim. Doğal olarak, sıralamam gereken ama arada birkaçını unutmaktan kaçındığım için burada sözünü edemeyeceğim daha birçok kişi var.
Ancak, belirli insanların önerileri ve yüreklendirmesi olmamış olsaydı, bu konferansların içeriğini kitaba dönüştürmek mümkün olamazdı. Bunların arasında Transformations dizisinin editörü Jed Buchwald’ı ve meslektaşım ve arkadaşım Noel Swerdlow’u sayabilirim. Bu iki insanın yüreklendirmeleri ve çok değerli eleştirileri, birçok yanlışı önlemiştir. Geri kalan tüm hatalar bana aittir ve benim saçmalıklarım için kimse suçlanmamalıdır.
Özel bir teşekkürü, kitabı ilk aşamalarında ayrıntılı olarak okuyan ve savlarımı büyük ölçüde güçlendirmem için bazı düzeltmeler yapan Paris’teki Belles Lettres’ten M. Alain Segonds’a borçluyum. Kitaptaki fikirlerin temellerinin atıldığı halka açık konferanslarıma yıllar boyu katılan öğrencilerime ve çeşitli gruplara da teşekkür ederim. Bu insanlar, o zaman yarı oluşmuş düşünceleri sabırla dinlemişler ve bu fikirleri geliştirmek ve şu anki biçimine getirmek için beni her zaman itelemişlerdir.
Ara vermeden teşekkür etmek istediğim başka bir grup da Mayıs ve Haziran 2004 arası altı hafta boyunca her Salı akşamı Paris’in o çok güzel bahar akşamlarını terk edip benim l’Institut du Monde Arabe’de verdiğim ve bu kitabın temelini oluşturan resmi konuşmalara bir görev yaparcasına katılan insanlardır. Bu insanlar arasından, zorlu soruları ile beni daha çok düşünmeye sevk eden ve konuları daha açık bir şekilde ifade etmemde öncü olanlarını özellikle hatırlamak istiyorum. Ama tabii ki eğer benim yazılı olmayan konuşmalarımı anında tutarlı Fransızcaya çeviren çalışkan çevirmen grubu olmasaydı, bu sorular da sorulamayacaktı. Bu usta çeviri işine hayranlığımı sürdürmekteyim.
Bu yeni Arap bilimsel tarih denemesinde eğer hâlâ bazı belirsizlikler varsa, bunun sorumlusu kesinlikle bu kişiler değildir. Bu denemenin doğası, yenilikler sunmasından dolayı bazı deneysel tehlikelere açıktır.
ABD ve Fransa’daki Arap bilimi tarihi ile yakından ilgilenen arkadaşlarıma ve meslektaşlarıma, IMA’daki konferanslara katılarak beni şereflendirdikleri ve orada sunduğum savların güçlü ve zayıf yönlerini belirtip bana yardım ettikleri için teşekkür borçluyum. Bu düzeltmeler, dipnotlara konulamayacak kadar düşünce silsilemin ve inançlarımın bir parçası olmuşlardır. Bu açıdan bu kişilere, düzeltmeleri için teşekkür ederim. Ama aralarından sevgili arkadaşlarım ve meslektaşlarım, hasta olmasına rağmen bazı konferanslarımı şereflendiren Harvard’dan Profesör Muhsin Mehdi’yi ve yıllarca beni kendi savları ile besleyen ve saçmalıklarım konusunda nazik bir şekilde uyaran Paris CNRS’ten M. Maroun Aouad’ı özellikle hatırlamak isterim. M. Maroun Aouad’ın tüm uyarılarına rağmen düzelememiş olabilirim ve bu kitaptaki saçmalıklar bunun göstergesidir. Ama burada sunduğum savlardan herhangi biri, insanların Arap ve İslam biliminin doğası ile ilgili düşünüşlerinde ufak da olsa bir değişikliğe neden olabilirse yapılanlar boşa gitmemiş olacaktır ve ben de savlardaki yenilginin sorumluluğunu severek kabul edeceğim.
The MIT Press’in yazı editörü beni nazik bir şekilde dinlemiş ve “yavaşlama” konusunda söylediklerimi izlemiştir.
Son ama aynı derecede önemli olarak, Library of Congress’in Kluge Merkezinin o muhteşem insanlarına, üniversite iznim sırasında bana, cennetin kapısı olarak addedebileceğim yeri ayırarak bu kitabı oluşturmamda yardım ettikleri için ayrıca teşekkür ederim.
Birinci Bölüm
İslam Bilim Geleneği:
Başlangıç Sorusu I
Bu ve izleyen bölüm İslam medeniyetinin en ilginç yönlerinden birine hitap etmektedir: Modern çağ öncesi evrensel bilimin gelişmesi için çok önemli olan bilimsel bir geleneğin yükselmesi. Bu iki bölüm, karşılıklı bağımlılıklarını göstermek için ortak bir başlık ile değerlendirilmiştir. İlk bölüm, bu bilimsel geleneğin nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı sorusuna yanıt arayan çeşitli kuramları araştırır ve kuramların ayrıntılı açıklaması ile başlar. İzleyen eleştiri ise bu kuramların, İslam’ın ilk zamanlarının birincil bilimsel ve tarihsel kaynaklarından elde ettiğimiz bilgileri doğrulamadığını gösterir ve aynı zamanda bu bilgilerin bir sonraki bölümde yer alacak farklı açıklamasının temelini atar. Dolayısıyla okuyucu, ilk bölümde bazı soruların yanıtlanmadığını görebilir, bu yüzden kendisine bir sonraki bölümü beklemesi söylenecektir.
İslam medeniyeti veya biliminin genel tarihçesi üzerine yazılmış çoğu kitap, İslam bilim geleneğinin önemini ve bu geleneğin genel insan medeniyetinin gelişmesinde oynadığı rolü en azından kabul etmiş gibi gözükür. Yazarların bu role ayırdıkları yer değişiktir, ama hepsi temel bir anlatı üzerinde anlaşmışlardır; buna klasik anlatı diyeceğim. Bu anlatının genel hatları Ortaçağ ve Rönesans dönemlerine kadar gider ve tarih boyunca yinelenmiştir.
Anlatı, İslam medeniyetinin bir çöl medeniyeti olduğu, şehir yaşamından uzak ve kendi başına başka kültürlerin işine yarayacak bilim üretme olasılığının çok düşük olduğu varsayımları ile başlar. Bu medeniyet ancak daha ileri, ama küçük ve ince bir ayrıntı ile “ileri” varsayılan daha eski medeniyetler ile temas ettiği zaman bilimsel düşünce geliştirmeye başladı. Söz konusu antik medeniyetler, İslam medeniyetinin batı kıyısında yer alan ve onun coğrafî alanı ile örtüşen Grek-Helen medeniyeti, doğu ve güneydoğudaki Sasani (ve bunun uzantısı olarak Hint) medeniyetidir. Çok daha eski olan bu medeniyetler, İslam çöl medeniyetinde görülemeyecek nitelikte (en azından medeniyetlerinin bir döneminde) yüksek düzeyde bilimsel üretim ve entelektüel canlılığa sahipti.
Aynı anlatı, İslam döneminde gerçekleştirilen bilinçli bir çeviri süreci ile bu antik medeniyetlerin bilimlerinin etkin bir şekilde bünyeye katılması girişiminden söz etmeyi hiç ihmal etmez. Ve bu çeviri hareketinin, bu antik medeniyetlerin ürettiği tüm bilimsel ve felsefi metinleri içine aldığı söylenir.
Klasik anlatı daha sonra Abbasilerin ilk döneminde (y. M.S. 750–900 yıllarında) yapılan bu çevirilerin çok çabuk İslam bilim ve felsefesinin gerçek altın çağını yarattığını ekler.
Bu bağlamda birçok yazar İslam’ın bu altın çağının, antik Yunan’ın ve bir miktar da antik Hindistan ve Sasani İranı’nın görkemlerinin yeniden canlandırılmasından başka bir şey oluşturmadığı iddiasında bulunur. Bazıları da İslam’ın bilimsel üretiminin, birikmiş Yunan bilimine az bir şeyler eklediğini, ama Yunanlıların zaten zaman içinde bunları kendi başlarına ortaya çıkarabileceklerini ileri sürerler. Hiç kimse, örneğin, İslam dönemi bilginlerinin klasik Yunan’da uygulanan bilimin dışında yeni bir bilim tarzı ortaya çıkarmış olabileceklerinden veya bu bilginlerin, İslam’ın daha sonraki avantajlı bakış açısından hareketle, uzun bir çeviri sürecinden sonra ellerine geçen Yunan biliminin aslında yetersiz, eksik ve çelişkilerle dolu olduğunun farkına vardıklarından söz etmeye cesaret edemez.
Klasik anlatı, kapsamlı çevirilerle tetiklenen İslam biliminin girişim olarak kısa sürdüğünü, hemen İslam toplumundaki bir çeşit inanç sağlamlığı olarak bilinen geleneksel güçlerle çatışmaya girdiğini ısrarla hayal eder. Bu güçlerin bilim aleyhindeki saldırılarının, 11. ve 12. yüzyıl ilahiyatçısı Ebu Hamid el-Gazali’nin (ö. 1111) ünlü eserinde doruk noktaya eriştiği iddia edilir. Gazali’nin bu konu ile ilgili atıfta bulunulan eseri Tehâfut el- Felâsife’dir (Filozofların Tutarsızlıkları). Bu eser bazen yanlış olarak tehâfut el-felsefe (felsefenin tutarsızlığı) olarak anılır.
Tamamen rastlantısal olarak Latin dünyası da aynı zamanlarda uyanıyordu. Bu uyanış, 12. yüzyılın Rönesans’ı olarak bilinen bir dönemde temel Arap felsefe ve bilimsel metinlerinin saptanıp Latinceye çevrilmesini başlattı. O dönemde Latinceye çevrilen birçok metin, çok önceden Yunanca ve Sanskritçe metinlerden Arapçaya çevrilmişti. Burada özellikle dokuzuncu yüzyılda birçok kez Arapçaya çevrilmiş olan Batlamyus’un (ö. M.S. 150) Elmecisti’si (Büyük Bileşim) ve Euclid’in (Öklid, y. M.Ö. 265) Elements’i (Elemanlar) gibi temel Yunan eserlerinden ve Hint rakamlarının Arapça yolu ile Avrupa’ya geçişinden ve orada “Arap” rakamları olarak bilinmesinden söz ediyorum.
Klasik anlatı, bundan sonra Avrupa’nın Arap bilimsel malzemesine gereksinim duymadığını, Gazali’nin eserlerinin saldırısı altında İslam bilimsel geleneğinin düşüşe geçtiğini ve diğer kültürler tarafından artık önemli addedilmediğini ileri sürer. Genel bir bakış açısı olarak da Avrupa Rönesansı, İslam bilimsel malzemesini, bir diğer “bünyeye katma” hareketi içinde bilinçli bir biçimde atlayıp tüm bilim ve felsefenin başladığı ve Avrupa Rönesansı’nın kaynağı olarak adlandırılan Grek-Romen mirası ile doğrudan bağlantı kuran bir hareket olarak açıklanır.
Klasik anlatının eleştirisi
Burada bu klasik anlatıyı eleştirmek ve çözemediği bazı sorunlara dikkati çekmek istiyorum; daha sonra, izleyen bölümde, tarihsel olguları daha kapsamlı bir şekilde açıklayan alternatif anlatıyı sunacağım. Bunu yapmamın nedeni, klasik anlatının bizi çözümsüz sorunlarla baş başa bırakmasıdır. Eğer İslam biliminin hangi süreçten geçtiğini anlamak ve herhangi bir toplumda bilimin genelde nasıl doğduğunu ve beslendiğini öğrenmek istiyorsak bu sorunları çözümsüz bırakamayız. Ama bunu yapabilmek için ilk önce klasik anlatının bazı temel öğretilerini bozmam gerekiyor.