Yaşayan hiç bir romancı insan kalbini Scott Spencer’dan daha iyi tanımıyor. Kimse tutkuya onun kadar ciddi, kavrayışlı ya da duyarlı yaklaşmıyor. Tutkunun sanatçısı Kâğıttan Gemi’de şimdiye kadarki en derin ve gerçekçi tablosunu ortaya çıkarıyor.
New York’ta yaşanan yıkıcı bir kazanın ardından Daniel Emerson doğup büyüdüğü Hudson Nehri kenarındaki kasabaya döner. Orada, Kate Ellis ve onun kızı Ruby ile birlikte, çocukluğu boyu özlemini çektiği güvenli ve rahat aile hayatına kavuşur. Ama sonra Iris Davenport’a, Ruby’nin en yakın arkadaşının annesi olan o siyahi kadına âşık olur. Tuhaf bir ekim fırtınası boyunca Iris’in evinde mahsur kalır ve geceyi birlikte geçirirler. Yaşadıkları tüm ilişkileri, Daniel’ın mesleğini, çocuklarının psikolojilerini, ten renklerine dair düşüncelerini ve iyi insanlar olarak tanımladıkları benliklerini tehlikeye atan gizli ilişkileri o gece başlar. Iris’in kocası Hampton, Daniel’ın elinden korkunç bir kazaya uğradığında ise, her şey daha da tepetaklak olacaktır.
Kâğıttan Gemi cinsel ve romantik özlemin trajedisini, ince detaylarını ve çaresizliğini çok güzel yakalıyor ve insanlar arasında yüzyıllardır süregelen tutku karmaşasına tanıklık ediyor.
“Karşı konulamaz bir kitap… Aşkın, doğal afet gibi taşkın bir hal olduğunu gözler önüne seriyor.”
Time
“Zekice kurgulanmış olaylar ve hayatın içinden karakterler güzel bir arka plana oturtulmuş. Gerçek duygularla yüzleşen gerçek insanlar var burada. Sayfaları ardı ardına çevireceksiniz.”
New York Times
“Bu cesur, baş döndürücü romanı elden bırakmak imkânsız, çünkü sürekli karakterlerin başına neler geleceğini merak ediyorsunuz: erkek ve kadın, siyah ve beyaz, genç ve yaşlı. Scott Spencer ırk, sınıf ve kültür engellerine takılan gündelik hayattaki dramatik anları ve insanları, aşk uğruna her şeylerini verebilecek fanatiklere dönüştüren o sonsuz sevecenliğe karşı duyulan ele avuca sığmaz dürtüyü dâhice gözlemliyor.”
Francine Prose
“Scott Spencer olağanüstü bir yazar.”
Anne Tyler
“Akıldan çıkmayan, zekice yazılmış bu aşk hikayesi, Amerikan orta sınıfına dair aşk ve ırk ilişkilerinin tutkulu, absürt, çözülememiş ve sarsıcı yanlarını, ironi ve siyasete sarsıcı bir duyarlılıkla yaklaşarak tüm yönleriyle ortaya seriyor. Bu kitap, Scott Spencer’ın en güçlü yapıtı.”
Lorrie Moore
“Kâğıttan Gemi tutku, ırk ve kader hakkında büyüleyici bir şekilde, müthiş bir kavrayışla yazılmış yoğun bir roman; kendisine geniş ve değerini bilecek bir okuyucu kitlesi yaratacağından eminim.”
Oscar Hijuelos
***
[ 1 ]Daniel ile Hampton şans eseri ve ummadıkları bir biçimde eşleşmişlerdi. Arkadaş değillerdi. Hampton, Daniel’dan pek hoşlanmazdı ve Daniel’ın da Hampton ile baş başa kalmaktan kaçınmak için bir sürü sebebi vardı. Ama Daniel’ın kız arkadaşı/partneri ya da her nesiyse işte, Kate, kızının bakıcısından nöbeti devralmak için eve gitmişti. Hampton’ın karısı Iris de –ki Daniel ona delicesine âşıktı ve bu aşk çok da gizli sayılmazdı– oğulları ile ilgilenmek için eve gitmişti. Daniel ve Hampton kör bir kızı aradıkları için geride kalmışlardı. Kalp acısı çeken, kendine zarar verme ihtimali olan ve bugünkü kokteylden, ortadan kaybolmak istediği için mi, yoksa bulunmak istediği için mi kaçtığından kimsenin emin olmadığı kör bir kızı.
Arayanların hepsine, ki tam on dört kişiydiler, birer havai fişek verilmişti. Kayıp kızı her kim bulacak olursa, diğerlerine haber vermek için fişeği gökyüzüne fırlatacaktı. Marie için yapılan bu aramada her çift, alanın farklı kısımlarına atanmıştı.
“Görünüşe bakılırsa sen ve ben birlikteyiz,” dedi Daniel, Hampton’a. Çünkü bir şeyler söylemesi gerekiyordu.
Hampton doğru dürüst cevap vermedi ve malikâneden uzaklaşıp bakımsız vahşi otlar arasından çam ağaçları, salkım ağaçları, meşe ve akçaağaçlarla dolu ormana doğru yürürlerken, Daniel’ın gergin muhabbet etme çabalarına olabilecek en az şekilde tepki vermeye devam etti. Aralarındaki renk farkının dışında –Daniel beyaz, Hampton siyah tenliydi– iki adamın dış görünüşleri dikkat çekici şekilde birbirine benziyordu. İkisi de otuzlu yaşlarının ortalarında, bir seksenden biraz daha uzun boylu, geniş omuzlu ve makul ölçülerde iyi vücutlara sahiptiler. Kıyafetleri bile benzerdi: Haki pantolonlar, beyaz gömlekler ve mavi ceketler giymişlerdi. Gerçi Daniel’ın ceketi Macy’s’den alınmışken, Hampton’ınki şehirdeki Çinli bir terzi tarafından kendisine özel olarak dikilmişti.
New York’ta oturduğu apartmanın merdivenlerinden aşağıya tekmelenmesinden iki yıl sonra –bu olay bileğini parçalamış, ön dişini çatlatmış ve kendisinin dediğine göre, kalbini kırmıştı– memleketine geri dönen Daniel Emerson, Ruby’yi, kız arkadaşının dört yaşındaki kızını, arabayla Benim Küçük Tahta Ayakkabım adındaki çocuk yuvasına bırakıyor. Yol havanın durumuna bağlı olarak on, on beş dakika sürüyor ve Daniel, Ruby’nin babası ya da üvey babası olmasa da, onu bırakma görevi genellikle kendisine düşüyor. Daniel, kız arkadaşının, öz kızı Ruby’den günün bu başlangıç saatlerinde ayrı ve uzak durmaya nasıl tahammül ettiğini anlayamıyor. Hem de her gün… Ruby’nin annesi Kate Ellis, sabahları erken kalkmaya dayanamıyor. Ya da Melody, Tammy, Keith, Tamara, Griffin, Elijah, Avery, Stephanie, Joel, Tess, Chantal, Dylan veya Tahta Ayakkabıcılar’dan herhangi biriyle uğraşma düşüncesine katlanamıyor, hele bir de onların anne babaları var ki, Daniel bu kişilerin bir kısmını aynı kasabadan ta otuz iki yıl öncesinden, Ruby ile aynı yaşta olduğu zamanlardan tanıyor. Daniel için sorun değil. Küçük kıza babası gibi davranmayı ve dört yaşındaki sevimli Ruby ile sabahları beraberce geçirdikleri dakikaları seviyor. Onun derin, anlamlı gözleri ve onlarla gördüğü şaşırtıcı şeyleri; anlamlı sesiyle söylediği değerli ama tamamen akılda kalıcı olmayan şeyleri ve arabayı dolduran bebek şampuanı ve kahvaltılık gevrek kokusunu seviyor. Bu küçük, parıldayan zaman kapsülü, sabahları çello müziği dinlemek ya da harıl harıl yuva inşa eden kuşları seyretmek gibi, size basit bir şekilde Tanrı ölmüş veya başından beri hiç var olmamış olsa bile, yaratılışın merkezinde yine de hassas şeylerin, anlamın, amacın ve şiirin olduğunu hatırlatıyor. Kendisi sevilmemiş bir adam olarak anne baba sevgisine tutkuyla inanıyor ve hafta içi sabahları New York’un yüz elli kilometre kuzeyindeki sıkıcı Leyden şehrinde, sıkıcı bir hukuk bürosunda, düşük ücretle çalıştığı işine doğru yola çıkmadan önce, onu Benim Küçük Tahta Ayakkabım’a bırakmadan Ruby ile geçirdiği dakikalar, o tatlı saniyeler onun ibadet şekli ve sekiz yaşındaki huysuz Saab arabası onun mabedi oluyor. Ya da öyleydi aslına bakılacak olursa. Çünkü maalesef artık durum böyle değil. Yol hâlâ on dakika sürüyor, Ruby hâlâ arka koltuktaki çocuk koltuğuna güvenli bir şekilde bağlı, minik kuvvetli vücudu açık mor bir tulumla sarmalanmış, kısa parmaklı kare elleri bir kutu kuru üzümlü kurabiyeyle meyve suyunu tutuyor ve bugün, yanından geçtikleri tanıdık yerler hakkında yorumlar yapıyor: büyük çocukların okulu, terk edilmiş elmalıktaki yaşlı, pörsük ağaçların sonbahar sabahında nasıl ürkütücü şekilde eğilmiş oldukları, her zaman bir çeşit garaj satışı yapan büyük sarı çiftlik evi, her temmuz ayında panayırın kurulduğu geniş çayır, dönme dolaplar ve ucubeler. Ama Daniel bugün Ruby’ye dikkatini pek veremiyor, çünkü aklında sürekli dönüp duran, onu esir alan ve tamamen kuşatan tek bir soru var: Iris orada olacak mı?
Daniel bu tutkunun ağır yükünü aylardır sırtında taşıyor. Ama henüz yanlış bir şey yapmadı. Konu Iris olduğunda, kendi kendine koyduğu kurallar basit: Bak ama dokunma, iste ama elde etme, düşün ama söyleme. Tek istediği onunla aynı odada olmak, ne giydiğine bakmak, iyi uyuyup uyumadığını anlamak için gözlerine bakmak, ufak bir sohbet, onu gülümsetmek, ağzından kendi ismini duymak.
Yakın zamana kadar, yollarının kesişip kesişmeyeceği tamamen şans meselesiydi. Iris’in Nelson’ı alma ve bırakma saatleri karman çormandı. Onu bazen saat sekizde, bazen dokuz buçukta bırakırdı. Her şey Marlowe Üniversitesi’ndeki ders programına bağlıydı, orada yüksek lisans yapıyordu ve programı, tıpkı Nelson’ın sabahları sahip olduğu ruh halleri gibi, tahmin edilemezdi. Ama şimdilerde, çoğunlukla Daniel’ın programına uyuyor, Volvo steyşını çocuk yuvasının otoparkına neredeyse onunla aynı anlarda giriyordu. Daniel, onun bunu bilerek yapıp yapmadığını merak ediyor. Onu çok sık düşünmekten, evinin önünden geçmek için yolunu değiştirmekten, gittiği her yerde gözleriyle onu aramaktan öyle bir noktaya gelmişti ki, Iris’in de onu en azından biraz bile olsa düşünmediğine inanmak ona zor geliyor.
Daniel, Benim Küçük Tahta Ayakkabım’ın otoparkına giriyor ve onu görüyor. Her zamanki yerine girmiş bile: Kırmızı tahtadan tırmanma çubukları, kum havuzu ve salıncaklarıyla oyun parkının tam karşısı. Onun orada olduğunu bilmek Daniel’ı o kadar mutlu ediyor ki, gülmeye başlıyor.
“Bu kadar komik olan ne?” diye soruyor Ruby, Daniel onu çocuk koltuğundan çıkarıp havaya kaldırırken. Soruları açık sözlü. Daniel küçük kızın bir gün zor bir müşteri olacağını düşünüyor.
“Hiçbir şey.”
“O zaman neden gülüyorsun?” O da gülümsüyor. Süt dişleri maviye çalan kahverengi renkte. Bebekken beşiğinde bazen bir kutu meyve suyuyla uyumasına izin verilmiş ve şeker dişlerinin minesini çürütmüş. Şimdi dişçi yapılabilecek en iyi şeyin onların düşmesini beklemek olduğunu söylüyor. Ama kahverengi, donuk dişleri, hafif toplu ve al yanaklı tipiyle birlikte onu fakir ve köylü gösteriyor, bir Brueghlel resminin arka planında duran bir çocuk gibi.
“Sadece çılgınca düşünceler,” diyor Daniel. “Senden n’aber?
Son zamanlarda çılgınca düşüncelerin oldu mu?”
“Yuvadan sonra Nelson’ların evine gitmek istiyorum.”
“Bu o kadar da çılgın bir düşünce değil.”
Bunun üzerine bir an düşünüyor. “Orada yatıya kalmak istiyorum.”
“Bu işler belli olmaz,” diyor Daniel. Onu kollarına alıp baş aşağı çeviriyor. Kız, kurabiye ve meyve suyunun düşmesinden korkup sırt çantasını tutmaya çalışıyor. Daniel, Ruby’nin aklını çelmemek için kendini zor tutuyor: Ona sor. Nelson’a, gece onlarda kalıp kalamayacağını sor.
Iris bugün, kendisine birazcık kısa gelen ekose desenli, pamuklu bir pantolon ve birazcık bol gelen yeşil bir kazak giyiyor. Kıyafetleri nadiren güzel oluyor ve Daniel sık sık, Iris’in kendisinin göze ne kadar hoş gözüktüğünden haberi olmadığını düşünüyor. Koyu saçları kısa, yüzünde makyaj yok, takı takmıyor. Onunla ilgili her şey, Ben sadeyim, bakmakla uğraşmayın, diyor. Belki de ona doğru sürüklenmesinin sebebi kaderdi.
Bu gizli, onu yiyip bitiren aşk kadere inanmasını sağlıyordu. Ona kendi güzelliğini gösterecek olan adam kendisiydi. Şunu sıradan, çarpıcı olmadan söylemenin bir yolu yok muydu: Ne kadar güzel olduğunun farkında mısın?
Onu ay ışığının altında kollarına almak, uykuya dalana kadar omuzlarını okşamak istiyor.
Iris, Nelson’ın yanında eğilmiş, kulağına bir şeyler fısıldıyor. Onu oğluyla görmek çok hoşuna gidiyor, aralarındaki yakınlık içine işliyor. Mükemmel bir anne gibi görünüyor: Sakin, ilgili, baskı yapmadan sevebiliyor. Nelson güzel bir çocuk, güçlü, yuvadaki çoğu çocuktan daha yapılı, annesinden birkaç ton daha açık tenli. Onda asil ve mağrur bir şeyler var. Kendi mükemmeliyetini tam olarak anlayamayan insanlarla birlikte yaşamaya zorlanmış birinin havası. Annesi onunla konuşurken sabırsızca kafasını sallıyor ve Ruby’yi seçen gözleri irileşiyor.
İki çocuk bir mutluluk parodisi oynar gibi çılgınca birbirlerini selamlıyor, el ele tutuşuyor ve hoplayıp zıplıyorlar.
Iris iç çekip doğruluyor, kafasını sallıyor.
“Kusura bakma,” diyor Daniel.
“Şu ikisi,” diyor Iris.
“Ona son dakika talimatları veriyor gibi görünüyordun.”
Iris duyulmadığından emin olmak için etrafa bakınıyor.
“Cebinde Linda’dan gelen bir not vardı. Görünüşe göre dün çocuklardan birine vurmuş.”
“Biliyorsun, bu öğretmenler her şeyi gereksiz abartıyor.”
“Sadece, koca okuldaki tek Afro-Amerikalı çocuğun şiddet içeren hareketler yapan kişi olmasını istemiyorum.”
Onun yanındayken asla ırktan bahsetmez. Daniel şimdi bunu yapmasının ona yakınlık göstermesinin mi, yoksa uzaklaşmasının mı bir işareti olduğunu merak ediyor.
“Bir fincan kahve ya da bir şeyler içecek vaktin var mı?” diye soruyor Iris’e.
Saatine bakıyor. “Yarım saat sonra tez danışmanımla toplantım var.”
“Başarısız bir küçük şehir avukatının yoğun programına kıyasla bu hiçbir şey.”
“Neresi hızlı olur?”
“Koffee Kup. Kahveleri o kadar kötü ki, onu K harfiyle okuyorlar. Ve ışıklandırması o kadar berbat ki, orada on beş dakikadan fazla oturmak mümkün değil. Seninle oraya kadar yarışırım.”
Arkasından geliyor. Onu gözden kaçırmak, kafasının arkasına, direksiyondaki ellerine bakmanın çocuksu, biraz da delice heyecanını yaşamayı riske etmek istemiyor. Arka camında Marlowe Üniversitesi yapıştırması var. Bunu görmek onda hafif bir acıma ve şefkat hissi uyandırıyor. Otuz üç yaşında, Marlowe’un yüksek lisans programına yeni başlamış ve o yapıştırmayı arabasına koymasının sebebi bir tanımlama. Ait olma isteğini gösteriyor ya da en azından Daniel’a öyle geliyor. Leyden’ın minyatür Broadway’ine kadar elli beş kilometrelik hız sınırını tamamen koruyor, restoranın önündeki otoparka doğru dönerken sinyal veriyor. Kurallara böylesine bir bağlılık, otoyol güvenliği ilkelerine böylesine uymak… Böyle bir kadının cinsel bir maceraya atılma ihtimalini, sadakatsizliğin gaddar geometrisine adım atmayı aklından geçireceğini bile düşünmek saçmalık olurdu.
Daniel, içinde hissettiği tutkuya hayret ediyor. Sanki aniden, aslında güzel şarkı söyleyebildiğini fark eden bir adam gibi, bir gün duşta ağzını açıyor ve müzik içinden dışarıya fırlıyor. Sanki tüm notalar altından yapılmış. Ama yanlış zaman. Otuz altı yaşında, sorumlulukları var ve bugüne kadar aşkın dönüştürücü, hükmedici gücüne Atlantis mitine inandığı kadar inandı. Yine de bu tutku ve ezici bir şekilde hissettiği ona bakma isteğinin –ki onun yalnız güzel olduğunu değil, sadece kendisinin takdir edebileceği, sanki özel olarak kendi gözleri için tasarlanmış bir güzelliği olduğuna inanıyor– kendisini içine çekmesine izin veriyor. Bunun gerçekten ne zararı olabilir ki?
Daniel ne zarar vermek ne de kendisine zarar gelmesini istiyor. Aslına bakılırsa, New York’taki başarılı kariyerini bırakıp kırda ortalama bir çocukluk geçirdiği Leyden’a dönmesindeki en büyük etken, aylar boyunca bir ya da birden fazla Afro-Amerikalının onu öldüresiye dövmesinden, belki de daha ileri gidip öldürmesinden korkmasıydı. Bu saçma, ırkçı bir fantezi değildi. Ona, vaktinin daraldığı açıkça söylenmişti. Uyuşturucu satmakla suçlanan siyahi bir adamı başarısız bir şekilde savunmuştu ve hüküm günü mavi bir takım elbiseyle beyaz boğazlı kazak giymiş, pırlanta küpeli, kısa boylu, kibar görünüşlü bir adam yanına yaklaşıp Daniel’ın kulağına şöyle fısıldamıştı: “Gözlerini açık tut. Ne demek istediğimi anlıyor musun?” Bir hafta içinde Daniel’ın içindeki korku öylesine büyümüş ve onu öyle sarmıştı ki, insanlara tenlerinin rengini ayırt etmeden bakamıyordu. Temizlikçi kadın, bir otobüs şoförü, Washington Meydanı’ndaki akrobatlar ve break dansçılar, metro platformunda aylaklık yapan birkaç lise öğrencisi… Sürekli, içlerinden herhangi birinin, öfkeli müvekkilinin adamı olduğunu düşünüyordu. Sonunda Kate’e, “Siyahi insanlardan korkuyorum,” dedi. Bu, hayatı boyunca bir başka insana söylediği en utanç verici şeydi. Kendini bir böcek, bir aptal gibi hissetti. Kate ona karşı tamamen anlayışlı davranmıştı. O geri zekâlıyı bir de ücretsiz savunduğunu düşünüyorum da, deyip durdu. Kate’in dediği herhangi bir şey kendisini daha iyi hissetmesini sağladı mı? Artık hatırlayamıyor. İki ayını daha, şüpheli görünen siyahi insanlardan kaçmak için yolun karşısına geçerek, taksilere dünyanın parasını ödeyerek, nefes alamadan ve sürekli etrafını kontrol ederek, kendini zayıf ve nefret dolu hissederek geçirdi ama onu yine de yakaladılar.