ÖNSÖZ
Ömrü boyunca sara illetinden kurtulamayan Dostoyevski yaşlandıktan sonra emphyseme’ye tutuldu. Bununla beraber, 1871’de Avrupa dönüşünden ölümüne kadar geçen zamanı hayli rahat, mesut ve çalışmaları bakımından son derece verimli oldu.
Akademiye seçilmesi, Rus Edebiyat Dostları Derneğinde Puşkin hakkında yaptığı konuşmanın kazandığı parlak başarı hep o yıllara rastlar. Aşırı bir serbestlikle, gözünü budaktan esirgemeyen, fikirlerine gem tanımayan Dostoyevski’nin dehası önünde memleket büyükleri eğildiği gibi “Ecinniler’ e ve “Bir Yazarın Notları’na rağmen, hür fikirli gençlik de ona tapınırdı. Böyle, iki tarafın da gözüne hoş görünebilmek Rusya’da başka hiçbir yazara nasip olmamıştır.
Eserlerinin sağladığı şöhret Dostoyevski’ye maddi refah da getirdi. Karısı Anna Grigoryevna örnek bir hayat ve iş arkadaşıydı… O yıllarda küçük oğlu Alyoşa’nın saradan ölümü hayatının tek kara bulutu olmuştu.
Avrupa’dan çeşitli düşüncelerle zenginleşerek dönen Dostoyevski bir yandan Prens Meşçerskiy’in yayınladığı “Vatandaş”ta çalışırken, bir yandan da ardı ardına üç eserini verdi: “Ecinniler”, (1871-72); “Delikanlı”, (1875) ve “Karamazov Kardeşler”, (1879-80).
Dostoyevski bu üç eserde gençliğinden beri uğraştığı problemleri ele alıyordu. Bunların başında, kudretli, iyiliği sonsuz olan Tanrı’nın varlığıyla kötülüğün bağdaşabilmesi gibi metafizik bir problem gelmektedir. Manevi kötülük, insanlardaki kötülük etmek isteği Dostoyevski’ye her zaman dokunmuştur. Ona göre aslında insanlar, hatta suçluların en azılısı, caniler bile, hareketlerine bakarak verdiğimiz hükümlerden çok daha saf ve basittirler. Biz de öyleyiz… Yalnız insan tabiatı bulunduğu duruma göre kendini aşağıdan yahut yukardan gelen çekici kuvvetlere kaptırabilir… Kötülük insana yapışır. Bir böcek, iğrenç bir örümcek, zehir saçan bir tarantul gibi kemirir onu. Şehvet, bencilik, cimrilik, hükmetmek illeti, başkalarına, hatta olduğundan başka bir çehreyle görünmek için kendi kendine bile ıstırap vermek ihtirası gibi kötülüğün ne de çok türleri var! Öte yandan iğrenç Yeraltı’na karşılık fedakârlığa, pişmanlığa, temiz hayallerle dolu sevgiye çağrılar, temiz hayranlıklar yer alır. “İnsanların iç âlemi alabildiğine geniş, korkunç derecede geniştir. Kâinat ölçüsünde geniş… İnsan ruhu şeytanın Tanrı’yla çarpıştığı bir savaş alanıdır.” Dostoyevski hayatı boyunca ve hele sürgünde edindiği tecrübelerden bu kanaate vardı.
Daha sonra insanlar arası ve Tanrı’yla olan münasebetler problemi gelir. Bir toplumun değeri hak ve adalet unsurlarının dayandığı temellerin sağlamlığıyla ölçülür. Dostoyevski beşer adaletini kendi üzerinde deneyerek, mahkemelerde dâvalar takip ederek, yargıçlarla konuşarak derinden derine incelemiştir. Bütün bunların sonunda da adaletin insanlar üzerinde gerçekten çekip çevirici rolü olmadığına inanmıştır. Toplumdan atılmakla suçlu iyiliğe değil, sadece kine, ümitsizliğe yöneltilir; temeli merhametsizlik olan kötü bir mekanizmanın eseridir bunlar.
Dostoyevski, insanların selâmetini devletle toplumun kilise ile el ele vermesinde buluyor. Henüz imanını kaybetmemiş Rus milletinin, Katolik kilisesi gibi despotluğa varan bir hâkimiyet peşinde olmayan Ortodoks kilisesi yardımıyla selâmete ulaşacağına inanıyor.
* * *
1875 yılı sonlarında “Delikanlı”yı bitiren Dostoyevski “Karamazov Kardeşler” tasarısına böyle düşüncelerle başlamıştı. Havası hayli karışık olan “Ecinniler”den, çeşitli kompleksleri konu alan “Delikanlı”dan sonra “Karamazov Kardeşler”, çok daha sade bir iskelet üzerine kurulmuştur. Dostoyevski bu eseri o zamana kadar âdeti olmayan bir intizamla hazırlamış, kısımlara, fasıllara, kitaplara bölmüştü.
Birinci kısımda Karamazov ailesinin kısa bir tarihçesi ve bu aile fertlerinin Staretz’in hücresinde buluşması var. Bu bölümde tipler çizilirken romanın vakası da ana hatlarıyla açıklanmakta, meşum sonuca ait ihtimaller baştan beri belirmektedir. “Suç ve Ceza”daki gibi burada da kaliteli bir cinayet romanı unsurları var. Eserde baştan beri cinayet havası esiyor, şahıslardan birinin taşkın hareketleri bizi zaman zaman katili tahminde yanlış yollara götürüyor.
İkinci kısım eserin ideolojik temasına ayrılmıştır, inkarcılığın savunması, Büyük Engizisyoncu efsanesi, Staretz Zosima’nın cevabı… Dostoyevski bu kısmı, eserinin zirvesi sayar. Dinsizlikte son haddin bir panoramasını o zamanki Rus anarşizminin sentezini belirtmek istiyordu. Üzerinde dindarca bir titizlikle çalıştığı cevabın maksadı da bu anarşizmi yere vurmaktı.
Eserin o kısmını yayınevine gönderirken sahibine şunları yazmıştı:
“Gayeme ulaştımsa temiz, ideal bir Hıristiyan’ın sadece bir mefhum olarak değil, gerçek, maddî bir varlık halinde yaşadığını; ayrıca dinin Rus milleti için her derdin biricik devası olduğunu ispat ettim demektir. Zaten romanımın gayesi de budur.”
Dmitri’nin cinayetle suçlanmasına ayrılan üçüncü kısımda Dostoyevski bir savcının tavsiyelerine uyarak o zamanki muhakeme usullerinin kusurlarını açıklıyor.
Dördüncü kısımda cinayetin düğümü çözülüyor; asıl suçlu ile karşılaşıyoruz. Arkasından, kısa bir son sözde Alyoşa; iyilik ve doğruluk yolundan gidildiği zaman hayatın ne kadar güzel olduğunu, ölümden sonra dirilmeye inancını anlatıyor.
Yazar, bu küçük son sözü de eserin temel taşlarından biri saymaktadır.
* * *
Karamazov’lar kimlerdir”?
Taşra eşrafından, taslak halinde bir batı kültürü tesirinde yetişerek milliyetini, imanını yitirmiş, ihtiraslarına gem vurmadan yaşayışıyla her bakımdan sıfırı tüketmiş, modern kapitalizme intibak etmeye çabalayan bir babayla birbirinden tamamen ayrı yollardan yürüyen birkaç oğlu…
Genç Karamazov’ların irsî kusurları kadar şahsi istidatları da yok değildir. Birisi tabiatça muvazeneli, temelinden iyi ahlâka eğilimli, ama gene de kendini onu yiyip bitiren bir maddilikten kurtaramayan bir genç… “Tanrı mevcut değilse her şey mubahtır… “Yakınlarıma karşı sevginin ne olduğunu bilmedim…” diyen hep o genç İvan’dır.
Öbürü, içi içine sığmayan gevezenin biri, ahlâkı tam olmadığı halde gene de iyi yürekli, zekâdan yana olduğundan fazla görünmek istemeyen Dmitri… Ruhu iyi duygulara, ıstırap yoluyla temizlenmeye hazırdır, ama mücadeleden daima yenilmiş çıkacaktır.
Kardeşlerden en küçüğü Alyoşa, Dmitri gibi saf, ayrıca temiz yüreklidir. Halka hizmet etmek gayesiyle kilise yolunu seçmiştir. Hayat, istikbal onundur.
Karamazov’ların hepsi şehvet ve Alyoşa hariç, para düşkünüdür. Bu iki kötü zaaf babayla oğulları arasında birtakım çekişmeler, aşk çarpışmaları doğurur. Eserdeki dram unsuru budur.
Dostoyevski “Karamazov Kardeşler”in en büyük, en önemli eseri olacağını tahmin ediyordu, “içine kendimden çok şey koyduğum için…” diye eserini yürekten benimsemişti. “Karamazov Kardeşler” onun yalnız fikirlerini değil, ömrü boyunca edindiği çeşitli tecrübeleri de topluyordu. Bu eserde Dostoyevski’nin etkisi altında kaldığı bazı kitapların izlerini sezmek mümkündür; Schiller’in “Haydutlar”ındaki babanın öldürülmesi, kardeşler arasındaki rekabet; George Sand’ın “Spiridon”daki ihtiyar rahibin ölümü ve şaşkına uğrayan müridin ümitsizliği; Puşkin’in “Cimri Şövalye’si – bütün bunlar “Karamazov Kardeşler”de aksetmiştir. Dostoyevski eserdeki adlî hataya benzer bir örneğe sürgündeyken şahit olmuş ve bunu “Ölü Bir Evden Hâtıralar”da anlatmıştı. İlyinski adında bir asilzade babasını öldürme suçundan 20 yıl küreğe hüküm giymişti. Sonuna kadar suçunu reddettiği halde aleyhindeki kuvvetli deliller, tanıklar yüzünden yakayı kurtaramamıştı. Ama sonunda, “Ölü Bir Evden Hâtıralar” çıkmaya başladığı sırada gerçek katil bulunmuş, İlyinski serbest bırakılmış…
“Karamazov Kardeşler”i yazdığı sırada küçük oğlunu kaybeden Dostoyevski derin teessürü içinde yeni edindiği dostu filozof Vladimir Solovyev’le birlikte Staretzleriyle meşhur olan Optina Manastırına gitti. Alyoşa Karamazov’un müridi olduğu Staretz Zosima, Dostoyevski’nin orada tanıştığı Staretz tiplerinden biridir. Çocuğunu kaybedip Staretzlerden teselli aramaya gelen kadında yazarın karısı Anna Grigoryevna’yı tanımak güç değildir.
Dostoyevski eserlerinde genel olarak hayale, uydurmaya yer vermez. “Gerçek hayattan istediğiniz, hatta ilk bakışta size gayet basit görünen bir olayı alınız. Kaleminiz, görüşünüz kuvvetliyse Shakespeare’de olmayan bir derinliğe varabilirsiniz;” der.
Bütün eserlerinden en çok “Karamazov Kardeşler”de gerçek havasına bağlı kalmak istemişti: fikirler, şahıslar, vakanın geçtiği çerçeve, olayların sebepleri hep gerçektir. En ince noktalara kadar gerçekten ayrılmamak kaygısıyla Dostoyevski, Alyoşa gibi bir genç asilzadenin rahip namzedi olarak manastıra kabul edilmesinde bir aksaklık olup olmadığını öğrenmek maksadıyla din, kanun, tıp adamlarına başvurmuştu. O zamanki okul kıyafetini doğru tarif edip etmediğini anlamak için bilenlere danışmıştı. Staretz Zosima’nın cenaze töreni ruhban sınıfında uygulanan kurallara aykırı olmamış mıydı; İvan’ın hummadan önceki kâbusu nasıl görülüyordu; mahkeme safhasında herhangi bir yanlışlık veya aksaklık yapılmış mıydı? Roman baskıya verilene kadar Dostoyevski bu gibi teferruat hakkında durmadan bilgi aradı, doğruluğuna emin olmadığı bir tek yer bırakmadı- almak istiyordu. Bu defa vakayı yirmi yıl sonrasından başlatıp Alyoşa’yı eserin baş kahramanı yapacaktı.
Çocuklarına Moskova civarında ufak bir emlâk almayı düşünüyordu; bunu öteden beri kurardı. Fakat 1881 Ocak ayının 25’ini 26’sına bağlayan gece ansızın kan kusmaya başladı. Kanama gündüz de dinmeyince Dostoyevski ölüme ait dinî hazırlıklar yapılmasını istedi. O ayın 28’inde, akşamüstü öldü. Tabutunu son istirahat yeri Aleksandr – Nevski Manastırına kadar 30 bin kişi takip etti.
BİRİNCİ KISIM
Birinci Kitap
Bir Ailenin Hikâyesi
Fedor Pavloviç Karamazov
Aleksey Fedoroviç Karamazov; on üç yıl önceki korkunç, esrarlı ölümü bir zamanlar herkesin dilinde dolaşan (hatta şimdi bile aramızda unutulmamış olan) bölgemizin derebeyi Fedor Pavloviç Karamazov’un üçüncü oğluydu. Babasının ölümünü yeri gelince anlatacağım. Şimdilik, çiftliğinde ömrü boyunca hemen hemen hiç oturmamış bu çiftçinin sadece tuhaf bir tip olduğunu söylemekle yetineceğim. Sık sık rastlanan, yalnız kötü ve ahlâksız değil, üstelik kafasız ama kendi mal-mülk işlerini gayet iyi beceren kafasız tiplerdendi; zaten başkasına da aklı ermiyordu galiba. Meselâ Fedor Pavloviç aşağı yukarı sıfırdan işe başlamıştı. Mülkü pek önemliydi, ötekinin berikinin sofrasına kabullenmek, dalkavukluğunu yapmak için fırsat kollardı. Gene de öldüğü zaman üzerinde temiz para yüz bin ruble çıktı. Bu adamı bölgemizde herkes, ömrü boyunca münasebetsizin, deli dolunun biri saymıştı. Ama tekrar ediyorum: budalalığı yoktu. Böyle deli doluların çoğu hayli zeki, kurnaz kimselerdir. Deli doluluğu da kendine has, âdeta millî bir karakter taşıyordu.
İki kere evlenmişti, üç oğlu vardı. Büyük oğlu Dmitri Fedoroviç ilk karısından, öbür ikisi, İvan’la Aleksey, ikinci karısındandı. Fedor Pavlovıç’in ilk karısı Miusov’lardandı. Miusovlar, bölgemizin hayli zengin, asilliğiyle tanınmış, bir derebeyi ailesiydi. Kızlarının çeyizi, drahoması yerindeydi; güzeldi, hem de bugünkü nesilde sık sık rastlandığı halde o zamanın kızları arasında henüz tek tük görünen canlı bir zekâya sahipti. Bütün bunlara rağmen herkesin “mendebur” dediği, silik bir adama nasıl varabildiğini uzun boylu anlatmayacağım. Bundan önceki “romantik” nesilden bir genç kız tanırdım. Adamın birine birkaç yıl esrarlı bir aşk duyduktan sonra, onunla pekâlâ en tatlı bir şekilde evlenmek imkânı varken nedense kendi kendine birtakım aşılmaz engeller uydurarak sonunda, fırtınalı bir gece, kendini yüksek bir sahilden oldukça derin, akıntılı bir ırmağa atıp boğulmuştu. Bunu yüzde yüz kendine has bir kaprisle, sırf Shakespeare’in Ofelia’sına benzemek için yapmıştı. Hatta çok önceden beğenerek seçtiği kayanın manzarası o kadar güzel olmasaydı da bunun yerine dümdüz, basit bir su kenarı olsaydı belki intihar gerçekleşmezdi… Anlattığım vaka gerçekten olmuştur. Şu son iki üç nesilde de bu veya bunun gibi vakaların az olmadığına inanmak gerek. Şüphesiz Adelâida İvanovna Miusova’nın hareketinde hem yabancı bir tesirin hem de öfkeli bazı düşüncelerin tesiri olmuştu. Kadın belki de bağımsızlığını göstermek, toplumun nizamlarına, akrabalarıyla ailesinin boyunduruğuna karşı gelmek istemişti. İyilikçi muhayyilesi bir an için bile olsa onu Fedor Pavloviç’in taşıdığı “dalkavuk” unvanına rağmen, hep iyiye giden devrin en cesur, en alaycı insanlarından biri olduğuna inandırmıştı; oysaki adam kötü bir paskaldı, o kadar. Ayrıca kaçırılarak evlenmek de Adelâida İvanovna’yı büsbütün çekmişti. Fedor Pavloviç’e gelince, toplumdaki durumu yüzünden bu işe dünden hazırdı; ne bahasına olursa olsun istikbalini kurtarmak istiyordu, iyi bir aileye yamanıp üstelik kabarık bir drahoma almak, arayıp da bulamadığı şeydi. Aşk konusu ile ne gelin, hatta Adelâida İvanovna güzel kız olduğu halde ne de damat ilgiliydi. Şehvet düşkünü, yüz bulduğu her kadının eteğine yapışan Fedor Pavloviç’in hayatında bu belki ilk defa olmuş, evlendiği kadın şehvet duygularını kamçılayamamıştı.
Adelâida İvanovna kaçırılışından hemen sonra kocasına karşı sadece küçümseme duyduğunu anladı. Böylece evlenmelerinin nasıl sonuçlanacağı daha ilk adımda belli oldu. Miusovlar olanları uysallıkla karşılayarak kaçağın çeyiziyle drahomasını bile verdiler. Gene de karı kocanın hayatı tam bir derbederlik, daimî kavga içinde geçiyordu. Anlatılanlara bakılırsa, o sıralarda bile genç kadın kocasına göre daha asil, daha yüksek davranıyordu. Fedor Pavloviç, karısı parayı alır almaz yirmi beş bini olduğu gibi çekip üstüne oturdu; kadıncağız bir daha bir rublecik bile göremedi. Karısının payına düşen bir köyle oldukça iyi bir şehir konağını da üzerine geçirmek için uğraşıp duran herif, sonunda belki bunu da başaracaktı. Adelâida İvanovna kocasının arsızca diretmelerinden, dilenciliğinden o kadar bezmiş, iğrenmişti ki sadakası olsun diye boyun eğecekti. Bereket versin ailesi araya girerek anaforcuyu azıcık hizaya getirdi.
Karı kocanın sık sık dövüştüğü herkesçe biliniyordu. Hatta dayağı atanın Fedor Pavloviç değil, o ateşli, cesur, kabına sığmaz, son derece kuvvetli esmer kadın, Adelâida İvanovna olduğu söyleniyordu. Sonunda Adelâida İvanovna evini, kocasını bırakarak sefalet içinde yüzen papaz okulu mezunu bir öğretmenle kaçtı; 3 yaşındaki oğlu Mitya, babasının elinde kaldı. Fedor Pavloviç hiç vakit kaybetmeden evinde bir harem kurdu; içki âlemleri yapıyor, boş vakitlerinde vilâyeti bir baştan öbür başa dolaşıp gözyaşları içinde sağa sola kendisini terk eden Adelâida İvanovna’dan dert yanıyordu. O sıralarda, evlilik hayatına ait bir erkeğin anlatması hiç yakışık almayan bazı mahremiyetleri açıklıyordu. Zaten herkese karşı hakarete uğramış gülünç bir koca olarak görünüp, bunu ballandıra ballandıra anlatmaktan âdeta zevk duyuyor, böbürleniyordu. “Kederinize rağmen âdeta rütbe kazanmış bir haliniz var, Fedor Pavloviç!” diye takılanlar oluyordu. Hatta çoğu, yeni girdiği paskal kalıbının onu sevindirdiğini, durumundaki gülünçlüğün bile bile farkına varmadığını söylüyordu. Ama kim bilir, belki de saflığından böyle davranıyordu. Sonunda kaçağın izini bulmaya muvaffak oldu. Zavallı kadın papaz okulu öğrencisiyle Petersburg’a gitmiş, orada ipin ucunu büsbütün kaçırmıştı. Fedor Pavloviç hemen harekete geçti, Petersburg’a gitmek için hazırlıklara başladı; ne diye gideceğini kendi de bilmemekle beraber belki de giderdi… Ama kararını verdikten sonra yola çıkarken cesareti toplamak için üst üste içmeye başladı. Tam o sırada karısının ailesine kadının Petersburg’da öldüğü haberi geldi. Bir söylentiye göre oturduğu tavan arasında birdenbire hastalanarak tifodan; – başkalarına inanılırsa – açlıktan ölmüştü. Fedor Pavloviç karısının ölümünü sarhoşken haber aldı. Anlattıklarına göre o anda sokağa fırlamış, ellerini havaya kaldırarak “Azat ettin ey Tanrı!” duasını okumaya başlamış. Tiksindirici haline rağmen çocuk gibi ağladığını görenler ona acıdığını söylüyorlardı. Bir yandan kurtulduğu içici sevinirken öte yandan kurtarıcısına gözyaşı dökmesi de pekâlâ mümkün… Çoğu zaman insanlar hatta caniler bile, haklarında verdiğimiz hükümlerden çok daha saf, temiz ruhlu olurlar. Biz de öyleyiz.
İlk Oğlunu Başından Attı
Böyle bir adamın nasıl bir baba, ne biçim terbiyeci olduğu tahmin edilebilir. Karısının ölümünden sonra, zaten beklendiği gibi babalığını unutmuş; Adelâida İvanovna’dan olan oğlunu büsbütün, temelli bırakmıştı. Buna sebep çocuğa karşı kin duyması yahut kocalık hislerinin hakarete uğraması değildi. Sadece oğlunu unutmuş, aklından çıkarmıştı, o kadar, Fedor Pavloviç herkesi gözyaşlarıyla, sızlanmalarıyla bıktırırken evini safahat yuvası haline getirirken üç yaşındaki oğlu Mitya’yı [Mitya, Dimitri’nin küçültülmüş hali] evin sadık uşağı Grigori himayesine aldı. O da ilgilenmese zavallının sırtındaki gömleği değiştirecek kimse çıkmayacaktı. Anne tarafı da ilk zamanlar onu unutur gibi oldu. Dedesi, yani Adelâida İvanovna’nın babası Bay Miusov o sıralarda hayatta değildi artık. Moskova’ya taşınan dul karısı, Mitya’nın anneannesi hastalanmış, kız kardeşleri kocaya varmıştı. Böylece Mitya iki yıla yakın bir zaman Grigori’de, bir uşak kulübesinde kaldı. Peder bey arada bir çocuğu hatırlasa bile (Varlığından, büsbütün habersiz olamazdı) safahat âlemlerine engel olmasın diye onu hemen kulübeye yollardı. Bir tesadüfle, o aralık ölen Adelâida lvanovna’nın Piotr Aleksandroviç Miusov adındaki kardeş çocuğu Paris’ten dönmüştü. Miusov uzun yıllar Avrupa’da kalmıştı. O sıralar henüz çok gençti; bütün Miusov’lardan farklıydı. Aydın, başkentlerde yaşamış, ömrünün sonuna kadar tam manasıyla Avrupalı olabilmiş bir adamdı. Hayatının son yıllarında 40 – 50 [1840-50 yıllarını kastediyor] senelerinin hürriyetçileri arasına katılmıştı. Çalıştığı zamanlar gerek Rus gerek yabancı en büyük hürriyetçilerle münasebet kurmuş, Proudhone’la Bakunin’i şahsen tanımıştı. 1848 Fransız İhtilâli, dolaşmalarını sonuna rastlamıştı. İhtilâlin üç gününden bahsetmeyi pek severdi; lâf arasında, barikatlarda dövüşenlere karıştığını ima etmekten kendini alamazdı, Bu, gençliğinin en tatlı hâtıralarından biriydi. İçinde aşağı yukarı bin canla müstakil bir mülkü vardı. Son derece mükemmel çiftliği şehrimizin çıkışında başlar, meşhur manastırımızın hududuna dayanırdı. Piotr Aleksandroviç mirasını alır almaz, daha delikanlılığında nehirde haksız bir balık avlama yüzünden mi yoksa ormandan kesilmiş ağaçların zarar ziyanı için mi – pek bilemiyorum – “ruhban”a karşı dâva açmayı aydın bir vatandaşın ödevi saymıştı. Bir zamanlar ilgilendiği Adelâida İvanovna’yı unutmamıştı; Mitya’nın durumunu öğrenince gençlik hırsını, Fedor Pavloviç’e karşı duyduğu tiksintiyi unuttu. Fedor Pavloviç’le ilk olarak o zaman tanıştı. Çocuğu evlât edinip büyütmek istediğini açıkça söyledi. Ondan sonra defalarca, Mitya bahsini açınca adamın bir müddet, hangi çocuğun sözü edildiğini kavrayamadığını, evinin bir köşesinde küçük bir oğlu bulunduğuna âdeta hayret ettiğini anlata anlata bitirememişti. Piotr Aleksandroviç’in anlattıkları büyütülmüş olsa bile büsbütün asılsız değildi. Zaten Fedor Pavloviç öteden beri kendine has kırıtmalarıyla karşınıza hiç ummadığınız bir rolde çıkmaya bayılırdı. Hem bunu hiç gerekmezken, hatta o seferki gibi, kendi zararına yapardı. Hoş bu yalnız Fedor Pavloviç’de değil, birçok kimsede, hatta pek çok akıllı insanda rastlanan bir özelliktir.
Piotr Aleksandroviç işe canla başla sarıldı. Mitya’ya annesinden çiftlikle bir ev, bir hayli arazi kaldığı için (Fedor Pavloviç’le beraber) çocuğun vasiliğine tayin edildi. Mitya annesinin kuzeninin evine geçti. Piotr Aleksandroviç bekârdı; çiftlik kiralarını toplayıp işlerini yola koyduktan sonra hemen uzun zaman için Paris’e döndü. Çocuğu Moskovalı yaşlı bir yakın akrabasına emanet etti. Paris’e iyice yerleşince, hele sonraları üzerinde derin izler bırakan, ömrü boyunca unutamadığı mahut Şubat ihtilâli başlayınca Piotr Aleksandroviç, çocuğu tamamıyla unuttu. Moskovalı hanımefendi öldükten sonra Mitya’yı evli kızlarından biri yanına aldı. Böylece çocuk, galiba dördüncü defa yuva değiştirmiş oldu. Ama şimdi bundan uzun uzadıya bahsedecek değilim: nasıl olsa ilerde Fedor Pavloviç’in ilk oğlunun sözünü çok edeceğiz. Şimdilik romanıma başlamak için gereken bazı bilgileri vermekle yetineceğim.
Fedor Pavloviç’in oğullarından yalnız Dmitri Fedoroviç bir dereceye kadar varlıklı olduğu, rüştünü ispat ettikten sonra kimsenin eline bakmak zorunda kalmayacağı inancı içinde büyümüştü. Delikanlılığı ve gençlik yılları pek derbeder geçti: Jimnazı [Orta öğretimin yapıldığı okul, lise.] bitirmeden askerî okula girdi. Bitirince Kafkasya’ya gitti, rütbe kazandı; düelloda dövüştüğü için azledildi, tekrar yükseldi, sefahate daldı, hayli para yedi. Fedor Pavloviç, ancak rüştünün ispat ettikten sonra para yollamaya başladığı için Dmitri o zamana kadar epey borçlandı. Babası, Fedor Pavloviç’i ilk olarak reşit olduktan sonra, bilhassa mal mülk meselelerini konuşmak için bölgemize geldiği zaman görmüş tanımıştı. Galiba, dünyaya gelmesine vesile olan adamdan daha o gün hoşlanmamıştı. Yanında pek az kaldı; bir miktar para kopardıktan sonra hemen gitti. Konuşmaları sırasında çiftlik kirasını bundan sonra nasıl alacağını da konuştu, işin garibi, bu buluşmada Fedor Pavloviç’den çiftliğinin ne gelirini ne de hakiki değerini öğrenebildi. Fedor Pavloviç, Mitya’nın serveti hakkında büyütülmüş, yanlış bir fikir taşıdığını daha ilk anda anlamıştı. (Bunu unutmamak lâzım.) Fedor Pavloviç’in kendine göre hesapları olduğu için buna memnundu. İncelemeleri ona delikanlının hoppa, deli dolu, sabırsız, bazı tuhaflıklara sahip hovardanın, yarını düşünmeden eline ne geçerse tüketene kadar gününü gün etmeye bakan düşüncesizin biri olduğunu göstermişti. Fedor Pavloviç Mitya’nın bu zayıf taraflarından faydalanmaya başladı; arada bir, az bir miktar göndererek onu başından savıyordu. Sonunda, sabrı tükenen Mitya babasıyla alacak verecek işini kökünden halletmek için şehrimize ikinci defa geldi. Ama hiçbir alacağı kalmadığını duyunca şaşkınlığından neye uğradığını bilemedi. Güya babasından öyle çok para çekmişti ki hesaba vurulacak olsa üstelik borçlu çıkacaktı… Vaktiyle kabul ettiği bazı anlaşmalara göre herhangi bir hak iddiasında da bulunamıyordu. Genç adam hem şaşırdı hem de buna yalan, hile karıştığından şüphelendi, kapıldığı hiddetten çılgına döndü.
İşte bu durum romanımın, daha doğrusu romanın dış konusunu teşkil eden facianın sebebi olmuştur. Şimdilik bu romana geçiyorum. Ama daha önce Fedor Pavloviç’in öbür iki oğlundan, Mitya’nın kardeşlerinden bahsedip nenin nesi olduklarını açıklamak gerek.
III
İkinci Evlenme ve İkinci Çocuklar
Fedor Pavloviç dört yaşındaki Mitya’yı başından attıktan az sonra ikinci defa evlendi. Bu evlilik sekiz yıl kadar sürdü. İkinci karısı Sofya İvanovna da hayli gençti. Fedor Pavloviç onu başka bir vilâyetten, bir Yahudi’yle birlikte oraya kârlı işler peşinde gidişinde almıştı, içip eğlenen, hovardalık eden Fedor Pavloviç bir yandan kazançlı işler yaparak elindekini artırmak için fırsatı kaçırmazdı. Çoğu da boşa gitmez ama bunu bin bir dolap çevirerek başarırdı.
Sofya İvanovna “öksüzlerden”di; küçükken kimsesiz kalmıştı. Tanınmamış bir diyakozun kızıydı. General Vorohov’un meşhur dul karısının zengin evinde büyümüştü. Kocakarı öksüzün koruyucusu, yetiştiricisi olduğu halde kızın canını çıkarıyordu. Tafsilâtını pek bilmiyorum ama işittiğime göre general karısının sessiz, yumuşak başlı evlâtlığı günün birinde velinimetinin dırdırına dayanamamış, kilerin duvarına çivi çakıp bağladığı ipi boynuna takarak kendini asarken kurtarılmıştı… Kocakarı aslında fena bir insan değildi, can sıkıntısından şımarıklık ediyordu. Fedor Pavloviç Sofya’yı istedi. Kız tarafı soruşturma yaptıktan sonra kapıdan kovuldu. Bunun üzerine Fedor Pavloviç, ilk evlenmesinde olduğu gibi, kıza onu kaçırmayı teklif etti. Sofya nişanlısı hakkında daha etraflı bilgi edinmiş olsa büyük bir ihtimalle ona varmazdı. Fakat Fedor Pavloviç başka bir vilâyettendi. Hem de velinimetinin yanında kalmaktansa ölümü göze alan on altı yaşında bir kızcağız başka ne yapabilirdi! Böylece zavallı, kadın velinimetinden erkek velinimetine geçti. Fedor Pavloviç bu defa zırnık alamadı. çünkü general karısı kızmış, üstelik ikisine de beddua etmişti. Ama o zaten bir şey almayı ummuyordu: karısının temiz genç kız güzelliğine, bilhassa saf, masum görünüşüne kapılmıştı. Şehvet düşkünü Fedor Pavloviç o zamana kadar ancak kaba kadın güzelliğinden hoşlanırdı. Sofya ile tanıştıktan sonra kendine has pis kihkihlemeleriyle, “Onun o masum bakışı yok mu, ustura gibi kalbimi paraladı” sözlerini dilinden düşürmez olmuştu. Kızın bu hali ahlâkça düşük adamın şehvetini tahrik etmeye yarıyordu Maddi bir menfaati olmadığı için Fedor Pavloviç’in karısına pek aldırdığı yoktu. Kendisine karşı suçlu durumda gördüğü, “hayatını kurtardığı” için kadının görülmemiş tevazuundan, sessizliğinden faydalanarak aile hayatının en basit kaidelerini ayak altına aldı: evine kötü kadınlar getirerek âlemler yapıyordu. Dikkate değer bir nokta da, asık suratlı, aptal, inatçı bir ukalâ olan ve eski hanımı Adelâida İvanovna’dan nefret eden uşak Grigori’nin bu defa yeni hanımdan yana çıkması idi. Onu savunuyor, Fedor Pavloviç’le hanımı yüzünden bir uşağa yakışmayacak şekilde kavga ediyordu. Hatta bir keresinde tertip edilen eğlentiye gelmiş aşüfteleri dağıtıvermişti. Sonunda talihsiz, küçüklüğünden beri hep korkular içinde olan genç kadın bir çeşit sinir hastalığına tutuldu. Bu hastalığa çoğu zaman basit tabakada ve köylü kadınları arasında rastlanır, “havaleli” derler bunlara… Korkunç histeri buhranlarından sonra hastanın zaman zaman aklını kaybettiği olurdu. Gene de Fedor Pavloviç’e iki erkek çocuk doğurdu. İvan evlendiklerinin senesinde, Aleksey üç yıl sonra dünyaya geldi. Annesi öldüğü zaman küçük Aleksey dördüne basmıştı. Tuhaftır ama annesini, tabiî hayal meyal olarak, ömrünün sonuna kadar hatırladığını iyice biliyorum. Anneleri ölünce iki kardeş tıpkı ağabeyleri Mitya’nın durumuna düştüler, babaları onları da yüzüstü bırakıverdi. İki çocuk bahsettiğimiz Grigori’nin ellerine, kulübesine düştü. Annelerinin velinimeti, onu büyüten deli bozuk general karısı yetimleri orada buldu. Hayattaydı; sekiz yıl önce uğradığı hakareti bir türlü hazmedememişti. “Sofyası”nın, başına gelenleri bir bir biliyordu. Kadının hastalığını, daldığı çirkefi duydukça birkaç kere dalkavuklarına,
— Hakketti; demişti. Tanrı nankörlüğünü cezalandırıyor!
Sofya İvanovna’nın ölümünden tam üç ay sonra general karısı birdenbire şehrimize, doğruca Fedor Pavloviç’in evine damladı. Şehirde topu topu yarım saat kaldı ama epey iş gördü. Akşam vaktiydi. Sekiz yıl yüzünü görmediği Fedor Pavloviç onu çakır keyif karşıladı. Anlattıklarına göre, uzun boylu konuşmaya lüzum görmeden, adamla karşılaşır karşılaşmaz ortalığı iki yaman şamarla çınlattı. Sonra saçlarına yapışarak üç kere yukardan aşağı tartakladı ve bir kelime söylemeden çocukların yanına, kulübeye yollandı. Küçükleri yüzgöz kir pas içinde, üst başları da öyle bulunca bir tokat da Grigori’ye aşk etti. Çocukları hemen götürüvereceğini söyleyerek oldukları kılıkta bir battaniyeye sardı. arabasına bindirdi, oturduğu şehre götürdü. Grigori, tokadı sadık bir köleye yakışır bir halle kabul etti, hiç sesini çıkarmadı. İhtiyar hanımefendiyi arabaya bindirirken yarı beline kadar eğilerek ağır ağır, Tanrı’nın “öksüzlere yaptığı bu iyilik için onu kat kat mükâfatlandıracağını” söyledi. General karısı, araba hareket ederken,