Hikaye - Öykü

Kardinal Napellus – Gustav Meyrink – Babil Kitaplığı

Her büyük yazar işe iyi bir okur olmakla başlar ve yıllar geçtikçe, tercih ettiği ya da dışladığı okumalarıyla kişisel bir kitaplık yaratır.

Buenos Aires’teki Ulusal Kitaplık’ın (ki burada dünyanın ba§ka yörelerinde bulunmayan kitapların olduğu söylenir) yöneticisi Jorge Luis Borges bu kitap bolluğundan yararlanmasını bildi: Zaten büyülenmiş okurlarına, derin bilgi ve neşesiyle, şaşırtıcı derecede ilginç derlemeler hazırlayıp sundu.

Düşsel edebiyatın mücevherlerini oluşturan metinleri bir araya getirdi ve onun en güzel hikâyelerinden biri olan Babil Kitaplığı, aynı zamanda dizinin adı oldu.

1975 ile 1985 arasında yayımlanan bu dizi, daha şimdiden bir edebiyat klasiğidir. Bir araya gelen bu kitaplar aynı zamanda Buenos Aires’in bu büyük kütüphanecisine adanmış en duygusal anıtlardan da birini oluşturur.

Kardinal Napellus

Onun hakkında adının Hieronymus Radspieller olması dışında çok fazla şey bilmiyorduk; bir de uzun yıllardan beri o harap köşkte yaşadığını ve kır saçlı, asık suratlı bir Basktan -melankoli ve yalnızlıktan kuruyup gitmiş soylu bir ailenin hizmetçisi ve mirasçısı- kiraladığı katı, değerli, eski eşyayla oturulacak hale getirdiğini.

Dağınık püsküllü çürük porsuk ağaçlarının rüzgârın şiddetinden arada bir korkuyla inlemeleri ya da yeşilkara gölün gökyüzüne sabit bakışlar fırlatan bir göz gibi, göç eden beyaz bulutları yansıtması dışında, hayal tarafından terk edilmiş gibi duran, asla bir kuşun ötmediği vahşi ormandan geçip de bu odalara adım atmak keskin, fantastik bir karşıtlıktı.
Hieronymus Radspieller neredeyse bütün gününü sandalında geçiriyor ve ince uzun ipek iplerin ucundaki parlak metal bir yumurtayı -gölün derinliğini saplamaya yarayan bir iskandil-durgun suya daldırıyordu.

Oltayla balık tutmayı bitirip eve döndükten sonra, Radspieller’in konukseverlik göstererek bize açtığı kütüphanesinde akşamları bir kaç saatliğine buluştuğumuzda, bir coğrafya kuruluşunun hizmetinde çalışıyor herhalde, diye tahminlerde bulunuyorduk.

Yine bir gece Hieronymus Radspieller hakkında fikir yürütürken, “Dağ geçi tinden mektup taşıyan yaşlı ulak kadından bugün tesadüfen öğrendiğime göre, gençliğinde keşiş olduğu ve kan revan içinde kalıncaya dek her gece kendini kamçıladığı, sırtının ve kollarının yara izinden geçilmediği söyleniyormuş,” diye söze karıştı Mr. Finch. “Bu arada, nerede kaldı? Saat on biri geçiyor olsa gerek.”

“Dolunay var,” dedi Giovanni Braccesco ve pörsümüş eliyle açık pencereden dışarıya, gölün üzerinde boylu boyunca uzanan pırıltılı ışık yoluna işaret elti; “iyice bakarsak, sandalını kolayca görebiliriz.”

Bir süre sonra merdivende ayak sesleri duyduk; ama odaya giren kişi, keşif gezisinden geç dönen botanikçi Eshcuid’den başkası değildi.
Çelik mavisi renkle parlak çiçekli, adam boyu bir bitki tutuyordu elinde.

Bizi başıyla selamladıktan sonra cansız bir sesle, “Bu türün şimdiye dek bulunmuş en büyük örneği; zehirli ‘kurtboğanın’ bu yükseklikte yetiştiğini hiç sanmazdım,” dedi ve bitkiyi yapraklarını kırmamaya büyük özen göstererek pencerenin önüne koydu.

“Onun durumu da bizimkinden farklı değil,” diye düşündüm ve o anda Mr. Finch ile Giovanni Braccesco’nun da aynı fikre kapıldığını hissettim, “dünyada huzursuz yaşlı bir adam gibi dolanıyor, tıpkı mezarını arayan ama bulamayan biri gibi, yarın bozulacak çiçekler topluyor; niçin? neden? Buna kala yormuyor. Yaptığının anlamsız olduğunu biliyor, tıpkı bizim de uğraşılarımızın anlamsız olduğunu bildiğimiz gibi; fakat ister önemli görünsün ister önemsiz, hoşlanılan her şeyin anlamsız olduğuna dair acı bilgi onu ezmiş olmalı -nasıl hayal boyu bizi de ezdiyse. Gençliğimizden beri ölümcül hastalar gibiyiz, ölüm döşeğinde yalan ve parmaklarını huzursuzca yorganın üzerinde gezdirip neye tutunacaklarını bilemeyip sonunda şunu kavrayanlar gibiyiz: Ölüm odada duruyor, ellerimizi kavuşturmuşuz ya da yumruklarımızı sıkmışız, onun için ne fark eder?”

Bitkisini defalarca yokladıktan sonra ağır ağır masamıza oturan botanikçi, “Buradaki balık mevsimi geçince nereye gideceksiniz?” diye sordu.
Mr. Finch parmaklarını beyaz saçlarına daldırdı, bakışlarını elindeki olta iğnesinden ayırmadan yorgun bir tavırla omuz silkti.

Bir süre sonra Giovanni Braccesco, sanki soru kendisine yöneltilmiş gibi, dalgın dalgın “Bilmiyorum,” dedi.

Kanımın uğultusunu duyabileceğim kadar sessiz, kurşun ağırlığında bir saat geçti.

Nihayet Radspieller’in solgun, sakalsız yüzü kapıda belirdi.

Şarap doldurduğu kadehini kaldırıp sağlığımıza içerken, yüzü her zamanki gibi sakin ve ihtiyar, elleri telaşsızdı ama onun gelişiyle birlikte odaya zapt edilmiş bir heyecanla dolu alışılmadık bir hava dolmuş, çok geçmeden bizi de sarmıştı.
Daima yorgun ve ilgisiz olan ve frengiye yakalananlarda görüldüğü gibi, gözbebekleri asla büyüyüp küçülmemek ve görünürde ışığa tepki vermemek gibi garip bir özelliğe sahip gözleri -Mr. Finch’in iddia ettiği gibi, ortasında siyah bir nokta bulunan mat gri ipekten yelek düğmelerine benziyorlar- bugün ateşli parıltılarla odayı inceliyor, duvarları tarıyor, nerede duracaklarına karar veremiyorlardı.

Giovanni Braccesco durup dururken bir sohbet konusu açtı ve gölün bilinmeyen derinliklerinde ebedi bir gecede yaşayan ve asla gün ışığına çıkmayıp doğanın sunduğu her yeme burun kıvıran ve yalnızca, oltayla balık tutanların aklına gelebilecek en tuhaf nesneleri -ipin ucunda yalpalayan insan eli biçiminde parlak gümüş levhalar, kanatlarına sinsi kancaların gizlendiği, kırmızı camdan yarasalar- kapan, çok yaşlı, üzerleri yosun kaplı dev yayın balıklarını avlamakta kullandığımız garip yöntemleri anlatmaya başladı. Hieronymus Radspieller dinlemiyordu.

Aklının başka yerlerde olduğunu anladım.

Aniden patladı, tehlikeli bir sırrı sımsıkı kenetlenmiş dudaklarının ardında yıllarca saklayan ve sonra bir çığlık atıp bu sırdan bir anda kurtulan
biri gibi: “Bugün nihayet – iskandilim dibe vurdu.”

Biz anlamadan bakakaldık.

Ses tonundaki garip titreşim beni o kadar etkilemişti ki, bir süre derinlik ölçümüyle ilgili açıklamalarının ancak yarısını kavrayabildim: Aşağıdaki uçurumlarda -binlerce kulaç derinliğinde- daireler çizen girdaplar varmış ve iyi bir tesadüf yardıma koşmadığı takdirde her iskandili sürüklüyor, savuruyor ve dibe ulaşmasını engelliyormuş. Sonra konuşmasından, bir roket gibi, şu zafer dolu cümle yükseldi: “Dünyada insan elinden çıkma bir cihazın ulaştığı en derin yer orası,” ve neden bilmiyorum, bu cümle dehşetengiz bir biçimde bilincime kazındı. Bu cümle ürkütücü bir çift anlamlılığa sahipti, sanki görünmez biri onun ardında durmuş da kapalı simgelerle onun ağzından konuşmuştu.

Bakışlarımı Radspieller’in yüzünden ayıramıyordum; bir anda nasıl da hayaletimsi, gerçekdışı bir havaya bürünmüştü! Gözlerimi bir an kapadığımda, yüzünün mavi alevler arasında parladığım gördüm; dilimin ucuna gelen “Aziz Elmo ateşi” sözcüklerini haykırmamak için dudaklarımı sımsıkı kenetledim.

Radspieller’in, benim boş zamanlarımda engin bilgisine şaşırarak okuduğum kitaplarından bazı pasajlar birer düş gibi canlandı zihnimde, dine, inanca ve umuda, İncil’deki vaatlere karşı yakıcı bir nefretle dolu pasajlardı bunlar.
Bu bir gerileme, diye kavradım kaygıyla, tutkusunda kavrulmuş bir gençliğin ateşli münzeviliğinden sonra özlem diyarından dünyaya fırlatıldı ruhu: İnsanı ışıktan gölgeye taşıyan kaderin sarkacı. Üstüme çöküp beni felce uğratan yarı uyku halinden güçlükle sıyrılarak kendimi Radspieller’in anlattıklarını dinlemeye zorladım; baştaki sözleri uzak, anlaşılmaz bir mırıltı gibi içimde yankılanıyordu hâlâ.

Elinde tuttuğu bakır iskandili evirip çeviriyor, iskandil ışığa tutulan bir mücevher gibi parlarken, o anlatmayı sürdürüyordu:

“Tutkulu birer oltacı olan sizler, 200 arşını geçmeyen misinadaki ani hareketten büyük bir balık yakaladığınızı, yeşil bir canavarın az sonra yüzeye çıkıp suyu kırbaçlayıp köpürteceğini hissetmenin çok heyecan verici olduğunu söylüyorsunuz. Bu heyecanın bin kat fazlasını tasavvur edin, elimdeki bu metal parçası nihayet dibe vurduğunda neler hissettiğimi anlarsınız belki o zaman. Sanki bir kapıyı tıklatmış gibiydim… Onlarca yıllık çalışma tamamlandı,” diye ekledi endişeli bir sesle: “Ben -yarın ne yapacağını ben?!”

“Dünyamızın en derin noktasının tespit edilmesi bilim için hayli önemli,” diye araya girdi botanikçi Eshcuid.

Radspieller, “Bilim – bilim için!” diye tekrarladı dalgın dalgın ve bize sırayla soran gözlerle baktı. Nihayet patladı: “Bilimden bana ne!”
Sonra ayağa fırladı.

Odada birkaç kez gidip geldi.

Ani, neredeyse haşin bir tavırla Eshcuid’e döndü: Bilim benim için olduğu kadar sizin için de önemsiz profesör. Şunun adını koysanıza artık:
Bilim bir şeyler yapmak, ne olduğu önemli değil, bir şeyler yapmak için bir bahane yalnızca. Hayat, korkunç, gaddar hayat ruhumuzu kuruttu, en derinimizdeki Ben’imizi çaldı; acımıza dayanamayıp sürekli haykırmamak, ne kaybettiğimizi unutmak için en çocuksu takıntıların peşine düşüyoruz… Sırf unutmak için. Kendimizi kandırmayalım lütfen!”

Sustuk.

“Ama bunların bir başka anlamı daha var,” aniden vahşi bir huzursuzluğa kapılmıştı, “takıntılarımızın demek istiyorum. Bunu zamanla anladım: İnce, ruhsal bir sezgi, yaptığımız her şeyin sihirli bir çift anlam taşıdığını söylüyor bana. Sihirli olmayan bir şey yapmamız mümkün değil… Ömrümün yarısı boyunca neden iskandil attığımı çok iyi biliyorum. Sonunda, evet sonunda ince uzun bir ip aracılığıyla bütün girdapların içinden geçerek dibe ulaşmamın, tek hazzı çocuklarım susuzluktan öldürmek olan bu nefret edilesi güneşin ışınlarının ulaşamadığı bir diyarla bağlantı kurmamın ne anlama geldiğini de biliyorum. Bugün gerçekleşen şey, dışsal, önemsiz bir olay yalnızca, ama görebilen ve yorumlayan biri, lambanın önünde kimin durduğunu, duvara vuran biçimsiz gölgeden bile anlar,” -bana öfkeli öfkeli sırıttı-, “bu dışsal olayın içsel olarak benim için ne anlama geldiğini size kısaca anlatmak istiyorum: Aradığımı buldum – inanç ve umudun ancak aydınlıkta yaşayabilen zehirli yılanlarına karşı bağışıklık kazandım, bugün irademi ortaya koyduğumda ve iskandille gölün dibine dokunduğumda, yüreğimin altüst oluşundan anladım bunu. Önemsiz bir dışsal olay içyüzünü gösterdi.”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Luzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi 2 – Tamer Korugan

Editor

Emrah Alpat, Tunca Arslan, Erol Bilbilik, Haluk Hepkon, Karin Liebhart – Zeitgeist Ne Anlatıyor

Editor

Edgar Allan Poe – Bir Mumya ile Küçük Bir Hasbihal

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası