Charles Wenmoth, İngiltere’nin güneybatısında hem vaaz veriyor hem de demirci olarak çalışıyor. Olay 1870’li yıllarda geçiyor ve o zamanlar Wenmoth gibi vaizler haftanın her günü kendilerini işe ve ülkeyi bir uçtan diğer uca turlayıp değişik yerlerde vaaz vermeye adıyorlar. Wenmoth inançla yanıp tutuşuyor; fakat bu, içgüdüsel bir gnostisizm ile dengede duran bir inanç: Doğa ve etrafındaki dünyanın gerçekliğinden hoşnut. Dikkatini dağıtan tek şey civar kasabada oturan kör bir kız. Gittikçe kötüleşen durumuna rağmen inancını tüm ruhu ve kalbiyle koruyan bir kız.
“Kelimelere sığmayacak derecede mükemmel ve çok farklı bir ilk roman.. Hobbs, karakterlerinin ritimlerini tamamen yakalamışa benziyor.”
Laurence Phelan
“Okumamız birden hem sessizleşip hem de yavaşlıyor… Güven ve inançla kaplı bir dünyada buluyoruz kendimizi. Muhteşem bir kitap. Bunun gibi güzel tasarlanmış ve bitirilmiş bir romana çok ender rastlanır.”
Kirsty Gunn
“Wenmoth şaşırtıcı derecede güvenilir bir anlatıcı… O, doğanın hem kurtarıcı güçlerini hem de zalim kırsal yoksulluğun doğasını, yaptığı gözlemler aracılığı ile harika bir şekilde anlatan inançlı bir adam.”
Ian Marchant
***
Bir Şebat Günü(1) daha sonsuzluğa doğru yola çıktı. Melekler kanatlarının altına alıp götürdüler bir günü daha bizden. Zamanımız çalındı ve biz bunun farkında bile değiliz. Saatlerin boşa gidişinin. Gün, ışıltıyla yanıp sönüyor ve çok çabuk geçiyor.
Bugün bu kısa saatlerde, beni çok yorgun düşürüyor olsa da, işlerimi hallettim. Yarın da yapacak işlerim var. Öşür vergimi aldığım okula ve sınıfa gittim. Dinî makaleleri değiştirmek için aşağı Tideford’a indim ve sonra gün bitti. Yurdumuzun, vaat edilmiş olan verimden yoksun kaldığını hissediyorum. Bu yerde terk edilmişlikten başka bir şey göreli uzun zaman oldu. Kısıtlı maden ocaklarımız ve birbirinden gittikçe kopan bir toplumumuz var. Halk arasındaki uçurumlar iyice büyümeye başladı.
Tanrı’nın ıssız evlerine gittim ve ocağının söndüğünü gördüm. İnsanların mücevher diye taptıkları şeylerle insanlara duyurduğu sözcükleri duydum.
Zaman çok çabuk ilerliyor. Hayatımdan yirmi yedi yıl gitti ve en azından yirmisini kesinlikle hatırlıyor olmalıyım. Bu süre çok kısa; ama şimdiden ömrümün yarısı bitti ve gençlik bana o kadar uzakta kaldı ki çocuk olmak ne demek çoktan unuttum ve unutmak da en az keder kadar acı veriyor insana. Kaç gün geçti ki aradan? Olması gerektiği gibi geçmişte yaptığım hataları düzeltmediğimi biliyorum. Hastaları ziyaret etmedim ve görevlerimi yerine getirmedim. Ruhlar kurtarılmadı ve Baba evinden uzakta, soğukta tek başlarına bırakıldılar. Şimdiye kadar, zamanı hiç yönetemediğimi hissediyorum. Hiç özgür oldum mu? Bunca yıl, ayakta durabilmek için çalışmakla geçti hep. Yine de ne dünyada bir güvencem ne de başkalarıyla paylaşabilecek kadar çok malım var.
Ben cahil bir adam değilim. Okula gittim ve vaizler bana hem dinleme hem de okuma kabiliyetim olduğunu söylediler. Çok değişimler yaşadım hayatta; ama hiçbiri kalbimdeki değişim kadar etkilemedi beni. Bu ülkenin küçük bir kısmını gördüm, insanların birçok şey hakkında konuştuklarını duydum ve bütün saçmalıkların arasında belki yeni bir şeyler öğrenirim umuduyla sürekli dinledim. Fakat öğrenmek gelip geçici. Hiçbir işe yaramıyor. Kalıcı değilse ve ne bana ne de bir başkasına fayda sağlamayacaksa öğrenmek neye yarar ki? İtiraf etmeliyim ki çalışmaktan yıprandım. Ne huzur içinde dinlenebiliyor ne de işlerimi gönülden yapabiliyorum. Görevlerimi yerine getirmeden önce, neye yarayacaklarını düşünmek için her zaman duraklamam gerekiyormuş hissine kapılıyorum.
Son zamanlarda biraz daha yararlı işler yapabileceğim çeşitli iş kolları düşündüm: dinî makale dağıtıcılığı, hasta ziyaretçiliği, Pazar Okulu öğretmenliği, dinî ilke vaizliği. Bunların hepsini yaptım; ama hiçbir kazancım olmadı; çünkü bütün o zavallı ruhlar, başlarına kötü bir şeyin geleceğinin işaretini görmeden uykularından uyanmıyorlar.
Şebat Günü’nde bile, sadece günlük işlerini yapıp diledikleri gibi dinleniyorlar. Bugün kasabada yürürken, kiliseye fazla uzak olmayan bir kuyudan su çeken bir adama rastladım. Eminim çok susamıştı; ama asıl ruhunun susuzluğunu görmezden geldi. Kuyu, onun ruhundan hem daha fazla dolu hem de daha fazla ferahlatıcıydı. Acınası bir durum bu. Onlara bu yaşamda sunulmuş olan özgürlüğü kötüye kullanıyorlar ve Tanrı onlar için acı çektiği hâlde, yüzlerini ona döndürmüyorlar. Yorucu çalışmalardan sonra dinlemek için yer arıyorlar; ama Tanrı’ nın onlara önerdiği huzuru görmezden geliyorlar. Onlar, sadece kendilerine ait eşyaların anlamsızlığıyla mutlu oluyorlar. Şebat Günü’nü önemsemiyor ve ellerinde tuttukları şeye aldırmıyorlar. Ama bir zaman sonra hayal güçleri onları yanıltacak ve gün gelecek, inanç sahibi olmanın ne anlama geldiğini artık hatırlamayacaklar. Şebat Günü’nü önemsemeyip Tanrı’larını unutabilecekleri rahat, yeni bir dünyada yaşadıklarını sanıyorlar. Fakat rahat ve yeni bir dünya diye bir şey yok.
Bu ülkede, Cennet’in dünyaya daha yakın bir yerde bulunduğu zamanların var olduğunu biliyorum. Çok uzun zaman önce değildi. Babamın zamanında bile kilise, ayyaşları ayık, ahlaksızları ahlaklı yapıp, aileleri Tanrı’ nın yanında tutacak kadar güçlüydü. Tanrı’nın evinin yeniden inşa edilip güçlü hâle getirildiğini görmeyi hasretle bekliyorum.
Bu hafta birçok kez bu özlem ateşi, çalıştığım anlarda bile yakıp kavurdu beni. İnsanlar etrafa küfürler savurup talihsizliklerine yanarken, Tanrı’nın çektiği acıyı duyumsadım. Fakat insanlar bir türlü uykularından uyanıp kendilerini affettirmeye çalışmıyorlar. Birbirlerine karşı savaşmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Yanlış yollar onlara doğru gibi geliyor. Neden kalplerini Tanrı’ya veremiyorlar?
Çünkü zamanımız çok az. Son, hızla yaklaşıyor. Sadece bu hafta bile ne kadar çok kişi göçüp gitti. Hazırlıklı ya da hazırlıksız gidiyor hepsi. Bu kasabada birçok kişinin öldüğünü gördüm. Çocuklar, aileleri; kadınlar, kocaları için ağladılar ve bilge adamların sözleri tekrarlandı: “İnsan sonsuz evine gidiyor ve yas tutanlar da sokaklara dökülüyor.” Ölüm, her zaman yakınımızda. Bunun hatırlatılmasına ihtiyacım yok. Ölümün yakın dostum olduğunu hissediyorum. Hayatın ne kadar kısa olduğunu biliyorum. Cennette sonsuzluğa ereceğiz; ancak dünyadaki yerimiz gelip geçici.
Hasta ziyaretine gidip Bay Blackmore’u gördüm. Artık çok güçsüz ve kendisi de kurtuluşunun yakın olduğunu söylüyor. Tanrı’nın onu yanına çağırması için bekliyor. Hasta yatağında yatan; ama İsa’ya çok yakın olan bir kadını daha ziyaret etmiştim. Bir insanı bu denli inanç dolu görmek beni çok mutlu etmişti. Tanrı’ya yeterince şükredemiyormuş gibiydi. Bence bazen hastalanmak yararımıza olabilir. Bize ders verip, Tanrı’mızın, geldiğini haber veren sesini duymamızı sağlayabilir. “HAZIRLA KENDİNİ,” diyor Tanrı. Sesini duyuyorum ve bu ses ruhumu titretiyor.
Fakat hazır olmadığımı biliyorum. Çünkü zamanımı hep boşa harcadım. İşe yarar şeyler için kullanmadım. O da parmaklarımın arasından kayıp gitti ve ben de bu değerli kaybımın keskin bilinciyle yüz yüze geldim. Günahlarımı sayacak zamanım bile yok. Sahip olmam gereken umudu içimde hissetmiyorum ve yaptığım işler beni rahatlatmıyor. Aylak bir çocuk gibi geciktim.
Fakat yine de her yer kapkaranlık değil. Galiba Tanrı’nın sevdiği bir kuluyum. Ne bir hastalığım var, ne de putlara tapmak gibi yanlış inançlarım. Kurtuluşumun saatleri akıp gitse de Tanrı’nın merhametine sahibim; çünkü beni bu yere getirdi ve kendisini tüm kalbimle tanıyıp inanmama ve bizi bekleyen cennet mutluluğunu biraz olsun tatmama izin verdi.
Bu yüzden daha çok çaba sarf edip arta kalan zamanımı iyi değerlendirmeliyim. Geri kalan günleri izleyip, Tanrı işini nasıl yapıyormuş bir bir işaretleyeceğim. O, yere düşüp benim için ağlarken, ben zamanı yere yatırıp onu orada tutmak için üzerine kazık dikeceğim. Daha ben isimlerini bile öğrenmeden ölüp gidenleri hatırlayıp onlar için dua edeceğim ve görevimi yerine getireceğim. Sonra belki biraz olsun tatmin olabilir ve işlerimi daha istekli bir şekilde, acı, keder, vicdan azabı çekmeden ve evde kalmış olmayı dilemeden yapabilirim.
…
—————————————————————————————-
1- Yahudilerce ve bazı Hıristiyanlarca dinlenme ve ibadet günü olarak kabul edilen Cumartesi günü.