Kocasının ölümünden sonra Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ile evlenen Kerra Hatun, yeni kocasının haremine yerleşir. Tabii sevgili kızı Kimya da onunladır. Kimya Hatun içine
düştüğü bu yeni dünyada bir yandan kendini bulmaya çalışırken, diğer yandan da Mevlânâ’nın özel yaşamına
şaşkınlıkla şahit olmaktadır…
İrfan ve tasavvuf dünyasının iki dev ismi Mevlânâ ve şems’in yaşamına dair birçok bilinmeyenin bilinmesine yardımcı olacağını umduğumuz bu romanın asıl kahramanları,
herhâlde kadın oldukları için tarih tarafından bir kenara itilmişlerdi. Yazar Saide Kuds, eski yazılar ve şems ile Mevlânâ’nın karşılaşma kayıtlarını derinlemesine inceledikten sonra hayatı bu her iki adama da bağlı olarak geçen genç bir kadının hikâyesinin unutulduğunu fark eder. Ve biyografik bir roman dili ile anlattığı Kimya Hatun’un yaşamını tozlu sayfaların arasından çekip gün ışığına çıkarır.
MEÇHULE DOĞRU
Rüzgâr, yelken direğine yaslanarak dizlerini sinesine çekmiş oturan yaşlı adamın ince uzun saçlarıyla oynuyordu. Uzak diyarların tozları, ökçelerindeki çatlaklara harçtan dolgu yapmıştı sanki. Bir zamanlar beyaz olduğu her hâlinden anlaşılan uzun gömleği, yağmur tanecikleri ve deli dalgaların tuzlu damlalarıyla sırılsıklam olmuş bedenine yapışıyordu. Geminin her sarsıntısı, vücudunu kükreyen dalgalara yem edebilirdi; fakat o bundan korkmuyordu. Olduğu her yerde nedenini bilmediği bir duyumsuzluk yaşıyordu. Solgun ve esrarlı gözlerini daha da uzaklara dikmişti Kaptanlar fırtınanın verdiği ürküntüyle güvertede hedefsiz bir şekilde sağa sola koşturuyor; keza korkunun etkisiyle diğerlerinin anlayıp anlamamasına aldırış etmeden kendi aralarında acayip bir dille konuşuyorlardı. Kimileri, geminin ıslak tabanına diz çökerek çözlerini göğe dikmiş; eğilip kalkarak özgün dualar okuyordu, Hiç kimse bahriyeli kaptanın öfkeli bağrışlarına aldırış etmiyordu, birkaç dakika sonra ölüm gelecek diye kimse kaptan filan dinlemiyordu. Geminin idaresi kaptanın elinden alınmıştı ve artık dümen, sadece Tanrı’nın elleri arasındaydı.
Henüz bahar mevsimi gelmemişti ve kimse o mevsimde böylesine yoğun bir yağış beklemiyordu; ama emrihak tıpkı bir ecel gibi inmişti tepelerine. Kaptanlar, bu acımasız denizlerde ansızın çıkan bu fırtınalardan kurtulamayacaklarını gayet iyi biliyorlardı. Herkes en kısa zamanda deli dalgalara yem olacağından ve okyanusun karanlık sularına gömüleceğinden emindi. Fakat yaşlı adam bundan korkmuyordu. Gemi okyanusun en karanlık noktasına saplanacak bile olsa o kendisinin ölmeyeceğini iyi biliyordu. Nasıl olsa bir yunus balığı gelip kendisini yutacaktı, sonra onu tekrar lanetli bir toprağa tükürecek ve orada çekmesi gereken neyse çekecekti. Ölüm onun için kurtuluştu; fakat henüz ölmemesi gerekiyordu. Belki de bir ölüydü ve içinde bulunduğu gemi onu almış, bir ömür toprağını öpme hasretiyle yanıp tutuştuğu bargâha götürüyordu. Bulmak için uzun emekler verip yıllarca doğu ve batıyı arşınladığı bir bargâha. Acaba bu perperişan adamı tekrar alıp bir zamanlar kendisiyle yakınlık kurmuş birinin yanına mı götürüyorlardı7 Kendisine yakın olduğu için bir gulyabaniye dönüşen birinin yanına… Fitne ateşinin mestane ve gururlu nefesini üzerine üfledikleri bir çıkmaza mı sürükleniyordu yoksa? Bak, kılıçlarını çekmiş o kalenden nasıl da zan zarı doğruyorlar!
Eğer birisi, onun o tuhaf gözlerine bakabilecek gücü kendisinde bulsaydı, o gözlerin nasıl da yalvardığını mutlaka görürdü. Rüzgâra daha hızlı esmesi ve onu alıp daha uzaklara götürmesi için âdeta yalvarıyordu. Daha fazla bekleyecek takati yoktu. Cananını el üstünde götürmüşler, onu ise yalnız başına bırakmışlardı. Öyleyse uzaklara, çok uzaklara gitmeliydi… Sonsuz bir meçhule gidebilirdi mesela… Yaşamı boyunca ben “fırtınakuşuyum” der ve bilinmez okyanuslara doğru uçardı. Bir süreliğine bir kara parçasına yaslanmıştı. Her zamankinden daha fazla gitmeyi kafasına koymuştu ve her zamankinden daha uzaklara uçmayı arzuluyordu. Bu sefer arkada bırakacağı her şeyle vedalaşmak istiyordu. Kaçmak istiyordu. Pençelerini aşırı derecede sıktığı için o beyazım gerdanı kınlan fırtınakuşu, yaban ellerden zarif bedeninin sıcaklığını unutmalarını istiyordu… Aniden irkildi. Gökyüzü kükrüyordu. Ufuktaki kara bulutlar da gittikçe yaklaşıyordu. Dalgalar, bulutlar ve gökyüzü bir olmuştu. Kıyamet sahnesiydi sanki.
Rüzgâr, kelebek kanadı gibi, kırılmış geminin etrafında uluyordu. Fakat nafile. Zira gemi, insanı yutan o fırtınanın bile boğamayacağı esrarengiz bir yolcu taşıyordu. Onu boğmanın tadına varmak mümkün değildi. Rüzgâr öfkeden kükrüyor, geminin güvertesini kırbaçlıyordu ve verip veriştirerek yaşlı adamı kendiyle beraber götürüyordu. Öyle ki artık hiç kimse hiçbir zaman onun nerede olduğunu bilemeyecekti. Bugün bile nereye gittiğini kimse öğrenemedi. Adalet dergâhına mı? Olabilir ama belki de bilinmezlere, düşüncenin bile varamayacağı uzaklara ve adalet kavramının ayrı mefhum taşıdığı bir meçhule gitti… Kim bilir?
KERRA HATUN
Yasemin güllerinin ağır hevengi, bahar esintisinin ahengi ile sevgililer gibi fısıldaşıyordu. Bahçenin büyük kapısını mermer köşke bağlayan taşlık yolun iki tarafında yer alan beyaz, eflatun ve erguvani yaseminler bir bahar havasında en güzel giysilerini giyinip yolun iki tarafına dizilmiş saray zenneleri gibiydiler. Gören, yoldan haşmetli bir padişah geçecek sanırdı. Yolun iki tarafındaki beyaz taşlıkları güzelce yıkamışlardı. Güller üzerindeki şebnem tanecikleri binlerce güneş yansıtıyordu. Her tarafta ıtır ve amber kokusu, iç ağcı bir yenilik ve ter ü taze bir hava hissediliyordu. Bu ev, babamın talihsiz ölümünden sonra ilk kez bu kadar yaşanabilir bir hâl almıştı. Annem o gün koyu renkli matem giysilerini çıkarmıştı. Başına gece mavisi, üzeri gümüş renklerle yıldızlar bezenmiş yaldızlı bir ipek şal almıştı. Şal gerçekten de annemin güzelliğine güzellik katmıştı. Misafirimiz olacak şehrin en büyük âlimi için bu denli alımlı süslenmesi benim bile gözümden kaçmamıştı. Annem benim gözümde her zaman için Tanrı’nın yarattığı en güzel kadındı. Fakat o gün bir başka güzeldi. Heyecanlıydı. Parlak gözleri ve yanaklarında açan güller heyecanını ele veriyordu. Bahçedeki ağar, yapraklan dahi hanımefendinin yaşama dönen bu hâlini görünce sevinçten bülbül olup şakımışlardı. Bir mucize gerçekleşiyordu sanki.
Babam öleli yıllar olmuştu. Onun ölümünden sonra mermer hamamın yaşlı tellalı Neneci teyze her ay evimize yani anneme görücü gelmişti. Her ay başka birisi için annemi görmeye gelirdi. Her seferinde de annemim hayır cevabıyla karşılaşır ve buruk bir yüz ifadesiyle evden ayrılırdı. Evden her ayrıldığında da, “Bir daha adımımı atmam bu eve” derdi; ama birkaç gün sonra gelmeden de edemezdi ve o bildik hikâye tekrar eder dururdu. Nihayet Neneci’nın, “Kızım, senin bahtın kapanmış” diyerek üzerinde ısrarla durduğu düğüm çözüldü ve annem herkesin garip bakışları arasında, Konya’nın değerli âliminin evlilik teklifine evet diyerek eve görücü gelmesini kabul etti. Onun gururlu ve yepelek biri olduğunu söylüyorlardı. Aynı zamanda da Konya’nın ileri gelen ailelerinden birine mensup, sade yaşayan mutaassıp bir âlim olduğunu da… Her ne özelliği olursa olsun, biz onu annemle evlenmek isteyen diğer adaylar arasında ayrıcalıklı biri olarak görmüyorduk.
Babamın sütannesi, annemin her zamanki sırdaşı iran asıllı dadımın belleğime kazıdığı öğütlerden olsa gerek, sürekli annemin tekrar evlenmesini istiyordum. Dadımın ardı arkası kesilmeyen hatırlatmaları kulağımdan eksik olmazdı: “Hanım eğer evlenmezse kısa zamanda su yüzü görmemiş gül gibi solup gidecek.” Ben ise annemin solup gitmesini istemiyordum. O benim her şeyimdi. Ölümünün korkusundan olsa gerek ta küçüklüğümden beri ona yakışan birini bulabilir miyiz, diye düşünmüş ama onunla hayat arkadaşı olmaya layık kimseyi görememiştim. Zaten bu dünya denilen yerde, güzel bahçemizden, büyük ve aydınlık evimizden, mermer hamamdan ve babamı gömdükleri mezarlıktan başka bir yer de görmemiştim. Bütün bu yerleri seviyordum çünkü onlar benim güzel dünyamdılar. Halta hafta sonlan hep beraber, elimizde gül demetleri, tatlı ve mumlarla gittiğimiz babamın mezarını bile seviyordum. Çok iyi hatırlıyorum; babam henüz hayattayken güze! bahçemizin büyük kapısı hiçbir zaman kapanmazdı. Her saat evimizin o tozlu yolunda, şehirden fayton veya atlarla gelen saygın birileri mutlaka görünürdü. Gelecek misafirleri ağırlamak için yirmi dört saat soframız yerde olurdu. Sürekli evde ziyafetler verirdik ve bu ziyafetlere genelde Bağdat, Şam ve Konya’dan davetliler katılırdı. Sultan ve Emirler aileleriyle beraber gelirlerdi. Annem ise o varlıklı konukların arasında parlak seher yıldızı gibi dolaşır, hepsine tek tek içtenlikle “Hoş geldiniz” derdi. Sen ise, annemin beni karşısındakilere tanıtması sayesinde, alışılmış dışı övülmelerin verdiği gururu yaşardım. Öteden beri kendine özgü yegâne üslubuyla şehrin diğer kadınlarından farklıydı annem.
Evimizin, içerisinde gizemli harem daireleri bulunmayan, civardaki sayılı evlerden biri, belki de tek ev olduğunu çok uzun süre sonra öğrenebildim, Annemin benliğinden süzülen saadetin nedeni, o koca evde yaşanan karşılıklı aşktı. Bu karşılıklı aşkla babam, annemin aşk tuzağına takılmıştı anlaşılan. Annem aslen Alehga Rumlarından olan Akdeşan Türklerinin reisinin kızıydı. Rum geleneğine has birtakım kültürel öğeleri vesvese yoluyla da olsa korumuşlardı. Babam ise Pers asıllı bir Müslüman’dı. Evlilikleri, babamın ölene kadar annemin üzerine kuma getirmeyeceğine ve ona gözü gibi bakacağına; hakeza şehirdeki diğer şehzadeler gibi evinin bir köşesine harem adında bir oda yaptırıp kadınları içerisinde hapseden ve başkalarıyla görüşme gibi en tabii haklarını ellerinden alan diğerleri gibi olmayacağına, kısacası sevgili eşinin Özgürlüğüne karışmayacağına dair söz vermesiyle gerçekleşmişti. Gerçekten de ölene kadar verdiği söze sadık kaldı. Şehzadeydi; ama aşkının kölesi baki kalmıştı. Özgür kalması annemin en temel hakkıydı; çünkü o zamanının en güzel, en nazik ve en müşfik kadınıydı. Kelimenin tam anlamıyla eşsizdi.
…