“Dişi olan karadul örümceği, erkeğiyle çiftleştikten sonra onu bir güzel yermiş. Yediği erkek sayısı günde yirmiyi bulabilirmiş. Denilen odur ki erkek, sadece yavruları olsun diye kendini kurban edermiş.
Bir günde yirmi erkek! Ben bir tanesini bulmaya çalışırken maymun oldum, Allah’ın örümceği günde yirmi erkeği bulduğu gibi bir de mideye indiriyor!”
Çok sevgili Türk kızı, Bir önceki kitapta mevcudiyetimizin ve istikbalimizin yegâne temelinin bir koca bulmak OLMADIĞINI anlatmaya çalışmıştım hatırlarsan. O kitapta bana verilen tavsiyeleri hiç uyguladın mı bilmiyorum ama sonunda başıma neler geldiğini gördün.
Şunu hiç unutma: sen belli bir yaşa gelene kadar kimileri evlen diye baskı yaparken kimileri de evlenmeni engellemek için elinden geleni ardına koymayacak! Nikâh masasına oturana kadar atlatman gereken çok badire, dahili ve harici çok bedhahların olacak.
Tüm bunlara rağmen akıl sağlığını koruyabildiysen seni gönülden tebrik ediyorum; yüce bir insan, eşsiz bir varlıksın sen Türk kızı!
Kitabın ilk sayfaları…
I
İNCELDİĞİ YERDEN KOPSUN
“Kafamdan söküp attığım sual tekrar belirdi:
Niçin buralara geldim?”
“Hazır mısın Efsun?”
Beyaz bir köşkün bahçesindeyim. Başımı kaldırdığımda dev bir manolya ağacının dalındaki çiçeklerlegöz kırpışıyoruz. Ayaklarım çıplak. Çimlerin yeşilliği tüm vücuduma enerji veriyor. Hava şeker gibi.
Sinan karşımda. Altında beyaz kanvas bir pantolon, üzerinde krem rengi keten bir gömlek var. O gülümseyince ben de gülümsüyorum çünkü bazı insanların gülümsemesi bulaşıcıdır. Hafiflediğimi hissediyorum.
Malum, kaç zamandır kalbimin üzerinde biri oturuyordu. Sonunda kalktı şerefsiz.
“Hazırım Sinan.” % *
Bebek mavisi, uzun bir elbise var üzerimde. Saçlarım iki yandan örülmüş, arkada kavuşmuş.
“Nikâh memuru birazdan gelir.”
İnceldiği yerden kopsun dedim, koptu. Asansörden iner inmez Sinan’a yaşattığım tüm o saçmalığı arkamızda bırakıp kimselere haber vermeden Burgazada’ya geldik. Bildiğin evden kaçtım.
“Üzüldün mü sizinkilerden kimse yok diye?”
“Biri peşimden gelmeye kalksaydı eterle bayıltırdım.
Keşke hayatımızın geri kalanım burada geçirsek.”
“Nasıl istersek öyle yaşayacağız. Artık kimse karışamaz bize.”
Sinan, sol elimi elinin içine alıyor. “Kapa gözlerini.”
Avucumun içine bir şey koyuyor. Ne olduğunu anlamıyorum.
Avucum sımsıkı kapalı.
“Bak bana.”
Sinan’a bakıyorum. Ömrüm yettiğince bu içten gülen gözlere bakmak istiyorum. Elim hâlâ ellerinde.
Ne koydu acaba avucuma?
“Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, değil mi?”
Dört yaşında bir kız çocuğu gibi kıkırdayarak başımı evet anlamında sallıyorum. Avucumu açıp içine bakmamak için kendimi zorluyorum.
“Rüyada gibiyim Sinan. Hâlâ inanamıyorum.”
“Ben de. Bu arada dün çok acayip bir rüya gördüm.”
“Hayırdır?” Beni mi gördü acaba rüyasında? Gözlerim ellerimize kenetli.
“Rüyamda İzzet Altınmeşe’nin beniydim.”
Hiçbir şey anlamadığım için başımı yavaşça kaldırıyorum. Karşımda İzzet Altınmeşe duruyor. Beniylebirlikte.
Önce sağıma, sonra soluma, en son da yukarı bakıp derin bir nefes alıyorum. Şaka mı bu?
“İzzet Bey?”
“Efendim?”
Adam gayet sakin cevap verdi. Aklıma mukayyet
olmalıyım. Panikle elimi, elinden çekiyorum.
“Siz nereden çıktınız? Sinan nerede?”
“Tel koptu Efsun.”
“Hangi tel?”
OSBO
Zaman, namlunun ucundan rasgele havaya atılmış bir kurşun gibi ilerler. Zamanı durduramayız, geriye alamayız. Çok küçüğüz onun karşısında. Bu yüzden hızlı düşünmemiz, hızlı karar vermemiz, hızlı seç memiz, kırdıysak hızlı telafi etmemiz, istenmiyorsak hızlıca gitmemiz gerekir kendi iyiliğimiz için. Ne yazık
ki zamanı oyalama lüksümüz yok. Kendimize karşı dürüst olalım. Verdiğim hiçbir karar için pişman değilim desek bile, derinlerde bir yerlerde içimizi kurt gibi kemiren pişmanlıklarımız yok mudur? Her şey başka türlü olabilirdi, diye düşünmemiş miyizdir hiç?
Pişmanlık, ‘Bu kıyafeti nasıl giymişim, ya bu saçlar, bu kaşlar ne?’ dediğimiz on dört yaşımızın ergenlik fotoğrafı gibidir. Kim en çirkin halini fotoğraf çerçevesinin içine koyup salonun baş köşesine yerleştirir? Çerçevelerin içinde hep güzel, mutlu yüzlerimiz vardır. Diğer fotoğraflara arada sırada bakarızj anı
larımız canlanır, gülümseriz ve gerisingeri kutuya kaldırırız. Pişmanlık da böyle bir şeydir, aslında hep
orada olan fakat gözümüzün önünde durmasını hiç istemediğimiz bir şey. Pişmanlık, zamanın gerçekliğiyle aşık atmaktan acizdir. Bizim gibi. Keskin bir ağrı hissediyorum başımın tam arkasında.
Kulağımda bip, bip diye bir ses. Gözlerim jaluzi gibi hafifçe aralanıyor. Görüş: bulanık. Sol elime bakıyorum. Hâlâ sımsıkı kapalı. Açıyorum. Boş. Bir sürü iğne saplanmış koluma.
“Tel koptu Efsun.”
Anneannemin sesi bu.
Kelimeler dilimin ucundan yuvarlanarak düşüyor.
“Neredeyim ben?”
Dört bir yanımda fısıltılar başlıyor.
“Ben dedim hafıza kaybı bizim ailede irsi diye.”
“Aman Türesin, senin hafızan gün içinde sadece on dakika yerine geliyor. Ne irsisi? Kız kafasını vurmuş.”
Anneannem benden söz ediyor. Nereye vurdum ki kafamı?
“Anneannesinin kuzusu… Sinan’la bindiğiniz asansörün teli kopmuş.”
Altı çift göz bana bakıyor: annem, anneannem,onun ikiz kardeşleri Üresin, Türesin ve kardeşlerim Ceren’le Tuğçe. Anneannemin verdiği bu bilgi, suratıma bir tokat gibi çarpıp beni kendime getiriyor.
Sinan’a evlenme teklifi ettiğim asansörden söz ediyorlar.
Tel koptu da biz yere mi çakıldık? İnceldiği
yerden kopsun derken bunu kastetmemiştim! Ah be İstanbul, bir sabah da öperek uyandır.
“Efsun bu kaç?”
Türesin, parmaklarını üç yapmış, gözüme sokuyor. Üresin de kenardan bana sufle veriyor “Beş, beş” diye.
İnsanın kendine geleceği varsa da gelemez. Peki Sinan nerede? Ona ne oldu? Yaşıyor, değil mi?
Allahım, çocuğu manyak ettim zaten, bir öldürmem eksikti. Can havliyle yerimden doğrulmaya çalışıp kolumdaki kabloları çıkarmaya yeltenirken bizimkiler üzerime atlıyor. Dayanamayıp soruyorum. “Sinan’a bir şey olmadı, değil mi?”