Roman (Yabancı)

KIRMIZI PAZARTESİ

 

Orjinal isim: Cronica de Una Muerte Anunciada

Türkçe (Orijinal Dili:İspanyolca)
111 s. — 3. Hamur– Ciltsiz — 13 x 20 cm
İstanbul, 2000
ISBN : 9789750721571

İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü

Kolombiya’nın en ünlü yazarlarından olan Gabriel García Márquez’in 1981’de basılan romanı Kırmızı Pazartesi, olabilecek ve çoğu kişinin bildiği, bunu engellemek için kimsenin oralı olmadığı bir namus cinayetinin romanı. Bu roman yayınlandıktan sonra hem dünyada hem de kendi ülkesi Kolombiya’da etki bırakmıştır. Yazarımız, çocukluk yıllarında olan bir cinayeti romanda konu ediyor. Kitaba başlar başlamaz başkahramanın yani Santiago Nasar’ın öldürüleceği hemen anlıyoruz. Kırmızı Pazartesi, sadece cinayetin yüzünü değil, yaşayanları da ve davranışlarını ve tutumlarını da çok iyi analiz ediyor. Sürükleyici ve toplumsal sorunlara dokunan çok iyi bir roman. Okumanızı tavsiye ediyorum. Okuyan arkadaşlar yorum yapabilirler.

Özet Kırmızı Pazartesi Gabriel Garcia Marquez (alıntıdır.)

Gabriel Garcia Marquez’in muhteşem eseri Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği bir namus cinayetinin öyküsünü anlatıyor. Kitabın ana karakteri Santiago Nasar, Pablo ve Pedro Vicario kardeşler tarafından göz göre göre öldürülmüştür.

Olaylar, Santiago’nun bir dostunun ağzından röportaj şeklinde anlatılmaktadır. Kitap, Angela Vicario ve Bayardo San Roman’ın düğünüyle başlar. Bayardo San Roman, bölgeye henüz yeni taşınmıştır. İlk geldiğinde yerli halka gizemli bir adam gibi görünür. Çünkü her konuda derin bilgiye sahiptir ve mesleğinin ne olduğu bilinmemektedir. Lakin çok zengin bir adam olduğu bilinmektedir. Bu tartışmalara son vermek isteyen Bayardo San Roman, ailesini de yanına aldırır ve herkese şehir şehir dolaşıp evlenecek birini aradığını söyler.

Bayardo, bir gün bir meyhanede otururken meydandan annesiyle beraber geçen Angela Vicario’yu görür ve orada bulunanlara onunla evleneceğini söyler. Onu ciddiye almazlar, çünkü Bayardo dut gibi sarhoştur. Lakin Angela’nın ailesiyle konuşur ve anlaşırlar. Bayardo San Roman oldukça zengin olduğundan, şölen gibi bir düğün merasimi tertip eder. Gecenin sonunda, Angela’yı da alarak düğün hediyeleri olan üstü açık bir arabayla evlerine doğru uzaklaşırlar.

Fakat, güzel başlayan evlilikleri yalnızca altı saat sürer. Çünkü Bayardo San Roman Angela’nın bakire olmadığını anladığında onu evine geri götürür. Angela’nın kardeşleri Pablo ve Pedro ona bunu kimin yaptığını sorduklarında, Santiago Nasar cevabını verir ama nerede, nasıl olduğu konusunda ağzını bıçak açmaz. Bunun üzerine Pablo ve Pedro ellerine en kaliteli kasap bıçaklarını alır ve Santiago’yu öldürmek üzere yola koyulurlar.

O sabah, piskopos gemiyle yaşadıkları yerden geçecektir ve bu yüzden tüm yöre halkı çok heyecanlıdır. Santiago Nasar, en güzel giysilerini giyerek piskoposu karşılamaya gider. Pablo ve Pedro ise sabahın o saatinde açık olan tek yerde, Clotilde Armenta’nın meyhanesinde nasıl olsa oradan geçer fikriyle Santiago’yu beklemeye başlarlar. Aynı zamanda karşılaştıkları herkese Santiago’yu öldüreceklerini söylerler. Çünkü her ne kadar şereflerini kurtarmak için onu öldürmek zorunda olsalar bile, temiz kalpli olduklarından Santiago’yu öldürmek istememektedirler ve içten içe birilerinin onları durdurmasını istemektedirler. Fakat Santiago’yu öldüreceklerini Santiago dışında herkes öğrenmiş olsa bile çeşitli nedenlerle hiç kimse onu uyarmamıştır. Çünkü herkes bildiğinden nasıl olsa haberi vardır diye düşünürler.

Pablo ve Pedro Vicario’nun öldürmek üzere Santiago Nasar’ı beklediğini öğrenen belediye başkanı onları durdurmak için yanlarına gider ve bıçaklarını alarak evlerine gönderir. Fakat onlar yanlarına yeni bıçaklar alarak Clotilde Armenta’nın meyhanesine geri dönerler ve yeniden Santiago’yu beklemeye koyulurlar. Bu sırada Santiago Nasar ise yakın arkadaşı Cristo Bedoya ile beraber evine dönmektedir. Dönüş yolunda Cristo Bedoya’yla ayrılır ve yoluna devam eder. Meydanın köşesini döndüğünde nişanlısı onu evine çağırır. Olanları duyduğundan, Santiago’nun kendisine yazdığı mektupların bulunduğu kutuyu eline verir ve ona gitmesini söyleyip ağlayarak kendisini odasına kapatır. Hiçbir şeyden haberi olmayan Santiago, nişanlısının bu tavrı karşısında şaşırıp kalır. Nişanlısının babası ona Pablo ve Pedro’nun öldürmek için kendisini aradığını söylediğinde, donakalır ve evine doğru yürümeye başlar. Lakin onu gören Pablo ve Pedro ise peşine takılarak onu takip etmeye başlar. Santiago Nasar tam evinin ön kapısından içeri gireceği sırada, annesi Plâcida Linero Pablo ve Pedro’nun eve doğru koştuğunu görür ve kapıyı Santiago’nun yüzüne kapatır. Çünkü farklı bir yönden eve girmeye çalışan Santiago’yu fark etmemiştir. Pablo ve Pedro, Santiago’yu defalarca kez ölümcül yerlerinden bıçaklarlar. Santiago, arka kapıdan eve girer ve mutfağın ortasında yere yığılır.

Kırmızı Pazartesi, namus cinayetinin vahşetini gözler önüne seriyor. Okuyucu, kitabın ilk cümlesinden beri cinayetin işleneceğini bilmesine rağmen, son sayfaya kadar nasıl işlendiğini öğrenemiyor. Sıradan cinayet romanlarının aksine, merak konusu olan öğe cinayeti kimin işlediği değil, nasıl işlendiği oluyor. Bu muhteşem romanı, herkesin mutlaka okuması gerekiyor.

Yazar: Miraç Elif Kanbay

Kırmızı Pazartesi Tanıtımı

Dünya edebiyatının usta yazarlarından biri kabul edilen Kolombiya’lı yazar Gabriel Garcia Marquez’in en beğenilen romanlarından biri olan Kırmızı Pazartesi okurlarına farklı bir namus cinayetini anlatıyor.

Kırmızı Pazartesi romanında Santiago Nasar isimli karakterin iki kardeş tarafından öldürülmesi anlatılıyor fakat kitabı farklı kılan bu cinayetin tüm kasaba tarafından bilinmesi fakat kimsenin buna engel olamaması.

Angela Vicario ve Bayardo San Roman evlilik arifesinde bir çifttir. Bayardo San Roman varlıklı bir kişidir ve bu yüzden Angela’nın ailesi ve kasaba bu düğüne büyük önem vermektedir. Düğün hazırlıkları son hızla devam ederken bir gerçek ortaya çıkar. Damat evleneceği kadının bakire olmadığını öğrenir ve bunu gelinin iki kardeşine bildirir. Namus davasına dönen olayda Angela’dan zorla kim olduğu öğrenilmeye çalışılır ve o da Santiago Nasar ismini verir. Bunun üzerine iki kardeş adamı öldürmek için planlar yapar ve bundan herkesin haberi olur.

İki kardeş öldürme amacı ile Santiago’yu aradığını herkese duyurur. Fakat kimse onları tam anlamı ile ciddiye almaz, biraz alanlar da Santiago’yu bulamadıkları için, daha doğrusu bulmak için fazla çaba harcamadıkları için Santiago’nun bundan haberi olmaz.

Sonunda iki kardeş Santiago’yu nişanlısın evinde bulur ve evden ayrılırken onu öldürürler. Bunun üzerinde kasabada skandal patlar. İki kardeş cezaevine konulur. Damat kasabadan kaçar.

****

ön okuma

Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı. Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş, ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı. “Rüyasında hep ağaçlar görürdü,” demişti bana annesi Plâcida Linero, o uğursuz pazartesinin ayrıntılarını aradan 27 yıl geçtikten sonra anımsarken. “Bir hafta önce de rüyasında, badem ağaçlarının arasından uçarken dalların hiçbirine çarpmadan geçip giden yaldızlı kâğıttan yapılma bir uçağın içinde tek başına oturduğunu görmüştü.” Başkalarının rüyalarını, yemekten önce aç karnına anlatmaları koşuluyla, doğru yorumlamakta üstüne yoktu kadının, ama ne oğlunun gördüğü o iki rüyada herhangi bir uğursuzluk belirtisi fark etmişti, ne de ölümünden önceki sabahlarda kendisine anlatmış olduğu daha başka ağaçlı rüyalarında.

Santiago Nasar, kendisi de bu rüyasını kötüye yormamıştı. Üstünü başını çıkarmadan yatıp çok az uyumuş, kötü bir gece geçirmişti; sabahleyin başında ağrı, damağında bakır pasıyla uyanmış, bunları gece yarısından sonraya kadar sürmüş olan düğün eğlencesinin doğal sonucu diye yorumlamıştı. Dahası var: Saat 6.05’te evinden çıktığından başlayıp bir saat sonrasında tıpkı bir domuz gibi boğazlanana kadar geçen sürede rastladığı pek çok kişi, onu biraz uyku mahmurluğu içinde, ama keyifli olarak anımsıyordu; hepsine de, pek önemsemez bir tavırla, o günün güzel bir gün olduğu yorumunu yapmıştı. Bunların hiçbiri onun havadan söz edip etmediğinden pek emin değildi. Pek çok kişi, o dönemlerde güzel bir şubat günü beklenebileceği gibi, muz bahçelerinin içinden geçip gelen bir meltemin estiği pırıl pırıl bir sabah olduğu anısında birleşiyordu. Ama çoğunluk, bulanık, kapalı bir gökyüzünün altında durgun sulardan yükselen ağır bir kokunun duyulduğu kasvetli bir hava olduğu, o felaket ânında, tıpkı Santiago Nasar’ın rüyasındaki o ormanda gördüğüne benzer ince bir yağmurun çiselediği konusunda söz birliği ediyordu. Bense düğün eğlencesinin ertesinde Maria Alejandrina Cervantes’in o muhteşem koynunda, telaşla çalman çan seslerinin şamatasıyla daha yeni uyanmış, kendime gelmeye çalışıyor, çanları piskoposun şerefine çalıyorlar sanıyordum.

Santiago Nasar, beyaz ketenden bir pantolonla gömlek giymişti, her ikisi de kolalı değildi, bir önceki gündüğün için giydiklerinin eşiydi. Sayılı günlerde hep böyle giyinirdi. Piskopos gelecek olmasaydı, babasından miras kalan, pek başarılı olmasa da sağduyuyla yönettiği sığır çiftliği Kutsal Çehre’ye her pazartesi giderken giydiği haki renkli giysisiyle binici çizmelerini giyerdi. Araziye çıktığında belinde bir de 357 Magnum taşırdı; dediğine bakılırsa bu yivli silahın kaplamalı kurşunları bir atı bile ortadan ikiye bölebilirdi. Keklik mevsiminde eğitilmiş şahinleriyle birlikte öteki gereçlerini de yanında götürürdü. Dahası: Dolabında bir Mannlicher-Schönauer tüfeği, bir 300 Holland Magnum’u, çift ayarlı dürbünü olan bir 22 Hornet’i, bir de otomatik Winchester’i vardı. Her zaman, tıpkı babası gibi, yastık kılıfının arasına sakladığı silahıylabirlikte uyurdu, ama o gün evden çıkmadan önce mermilerini içinden çıkarmış, boş silahı komodinin çekmecesine koymuştu. “Onu hiç dolu bırakmazdı,”

demişti annesi bana. Bunu ben de biliyordum, ayrıca silahlarını bir yerde tuttuğunu, mermileriyse apayrı bir yere sakladığını da biliyordum, hani hiç kimse, o silahları evin içindeyken, rastlantı olarak bile olsa, doldurma hevesine kapılmasın diye. Babası tarafından akıllıca konulmuş bir kuraldı bu, geçmişte bir sabah hizmetçi kızlardan biri kılıfını çıkarmak için yastığı silkelediğinde tabancanın yere çarpıp patlamasıyla kurşunun odadaki dolabı parçalayıp salonun duvarını aşarak savaş patlamışçasına bir gümbürtü içinde komşu evin yemek odasından geçip meydanın ta öte yanındaki kilisenin ana mihrabında duran insan büyüklüğündeki alçıdan bir aziz heykelini un ufak ettiğinden beri. O zamanlar küçücük bir çocuk olan Santiago Nasar, bu talihsizlikten alınan dersi hiçbir zaman unutmamıştı.

Annesinin gözünün önünde oğlundan kalan son hayal, yatak odasının içinden şöyle bir geçmesi olmuştu. Banyodaki ecza dolabında el yordamıyla aspirin bulmaya çalışırken annesini uykusundan uyandırmış, kadın da ışığı açınca, elinde bir bardak suyla, kapıda durduğunugörmüştü; sonsuza dek unutamayacağı bir görüntüydü bu. Santiago Nasar işte o sırada anlatmıştı gördüğü rüyayı, ama annesi ağaçları hiç önemsememişti.

“Kuşlarla ilgili tüm rüyalar hayırlıdır,” demişti ona.

Anıların kırık aynasını ortalığa saçılmış incecik onca parçadan bir araya getirme çabasıyla bu unutulmuş kasabaya geri döndüğümde, yaşlılığının son demlerinde onu bulduğum aynı hamakta yine aynı biçimde yatarken bakıp görmüştü o sabah oğlunu. Günün yalın aydınlığında bedeninin çizgileri zar zor seçilebiliyordu, oğlunun yatak odasına son uğradığında kendisine bıraktığı geçmek bilmez baş ağrısına karşı kullandığı şifalı yapraklar vardı şakaklarında. Yan yatmış, doğrulmaya çalışırken hamağın baş kısmındaki agave elyaflarından yapılma iplere tutunmuştu, odanın alacakaranlığında cinayetin işlendiği sabah beni şaşırtmış olan aynı vaftizhane kokusu vardı.

Kapının eşiğinde görünür görünmez beni Santiago Nasar’ınhayaliyle karıştırdı. “İşte tam orada duruyordu,” dedi bana. “Yalnızca duru suyla yıkanmış beyaz keten giysisi vardı üstünde, çünkü teni öyle narindi ki, kolanın hışırtısına hiç dayanamazdı.” Oğlunun geri döndüğü sanrısı geçip gidene kadar uzunca bir süre hamakta öylece oturdu, çayırteresi tohumları çiğneyip durdu. Sonra da içini çekti:

“O benim hayatımın erkeğiydi,” dedi.

Anasının belleğindeki gibi gördüm ben de Santiago Nasar’ı. Ocak ayının son haftası 21 yaşını bitirmişti, inceuzundu, soluk benizliydi, Araplarınki gibi gözkapaklarıyla kıvırcık saçlarını babasından almıştı.

Kadının bir an bile mutluluk getirmemiş bir mantık evliliğinde sahip olduğu tek çocuğuydu o. Çocuk, babasınınyanında mutlu olmuştu, ta ki üç yıl önce babası ansızın ölene kadar. Öldürüldüğü o pazartesi gününe kadar da, tek başına kalan anasınınyanında babasına benzemeyi sürdürmüştü.

İçgüdüsünü anasından almıştı. Babasından da çok küçük yaştan başlayarak ateşli silahları kullanmayı, at sevgisini, yüksekten uçan av kuşlarını eğitmeyiöğrenmişti, ayrıca cesaretli olma sanatını da, ihtiyatlı olmanın yollarını da babası öğretmişti ona. Baba-oğul, aralarında Arapça konuşurlardı, ama kendini dışlanmış hissetmesin diye Plâcida Linero’nun yanında konuşmazlardı hiç. Kasabaya silahlı olarak indikleri hiç görülmemişti, eğitilmiş şahinlerini kasabaya bir tek kez götürmüşlerdi, o da yardım amaçlı bir panayırda yırtıcı kuş yetiştiriciliği konusunda bir gösteri yapmak içindi. Babasının ölümü üzerine, ailenin çiftlik işlerini üstlenebilmek için liseyi bitirdiğinde okulu bırakmak zorunda kalmıştı.

Santiago Nasar kendi doğası gereği neşeliydi, barışçıldı, açık yürekliydi.

Onu öldürecekleri gün, annesi oğlunu beyazlar giymiş görünce günlerini şaşırdığını sanmıştı. “O günün pazartesi olduğunu hatırlattım ona,” dedi bana. Ama oğlu, olur ki piskoposun yüzüğünü öpme fırsatını bulur diye böyle şık giyindiğini söylemişti. Annesiyse en küçük birilgi belirtisi göstermemişti. “Piskopos, gemiden inmeyecektir bile,” demişti ona. “Her zamanki gibi görev gereği hayır dua edecek, geldiği gibi dönüp gidecektir. Bu kasabadan nefret eder o.”

Santiago Nasar da öyle olacağını biliyordu, ama kilisenin debdebesi karşı konulmaz derecede büyülüyordu onu. “Tıpkı sinema gibi,” demişti bir defasında bana. Oysa piskoposun gelişinin annesini tek ilgilendiren yanı, oğlunun yağmur altında ıslanabilecek olmasıydı, çünkü uykusunun arasında aksırdığını duymuştu. Yanına şemsiyesini almasını tembih etmiş, ama oğlu ona eliyle bir veda işareti yaptıktan sonra odadan çıkıp gitmişti. Bu onu son görüşü olmuştu.

Aşçı kadın Victoria Guzmân, ne o gün, ne de tüm şubat ayı boyunca yağmur yağmadığından emindi. “Tam tersine,” dedi bana, ölmeden kısa bir süre önce ziyaretine gittiğimde, “güneş ağustostakinden daha erken ısıtıyordu ortalığı.” Santiago Nasar mutfağa girdiğinde o, çevresi soluk 5

soluğa köpeklerle sarılı olarak, öğle yemeği için üç tane tavşanı parçalamaya çalışıyordu. “Sabahları hep kötü bir gece geçirmiş gibi bir suratla kalkardı,” diye anımsıyordu Victoria Guzmân, içinde hiçbir sevgi duymadan. Daha yeni gelişip serpilmeye başlamış olan kızı Divina Flor, bir önceki geceden kalma sersemliği üstünden atabilsin diye, her pazartesi yaptığı gibi, içine bol miktarda şekerkamışı alkolü katılmış koca bir fincan kopkoyu kahve getirmişti ona. O koskoca mutfak, ateşin çıtırtılarıve tüneklerinde uyuyan tavuklarıyla, ağır ağır soluk alır gibiydi.

Santiago Nasar, bir aspirin daha çiğnemiş, ocağın üzerinde tavşanların içini temizlemekte olan iki kadından bakışlarını ayırmadan, derin derin düşünerek, oturup kahvesini yavaş yavaş yudumlamayakoyulmuştu.

Victoria Guzmân yaşma rağmen hiç bozulmamıştı. Henüz biraz kaba saba olan kızıysa, hormonlarının coşkusundan soluk soluğa görünüyordu.

Santiago Nasar, boş fincanı elinden almaya geldiğinde kızı bileğinden yakalamıştı.

“Artık evcilleştirilecek yaştasın,” demişti ona.

Victoria Guzmân da elindeki kanlı bıçağı göstermişti ona.

“Çek elini kızımdan, beyaz adam!” diye buyurmuştu ciddi bir tavırla.

“Ben hayatta oldukça sen o pınardan içemezsin.”

Tam yeniyetmelik yaşlarındayken İbrahim Nasar baştan çıkarmıştı Victoria Guzmân’ı. Çiftliğin ahırlarında yıllarca gizli gizli sevişmiştikızla, sevgisi tükenince de hizmet etsin diye onu alıp evine götürmüştü. Kadının daha sonraki kocasından olan kızı Divina Flor, kaderinin Santiago Nasar’ın kaçamaklar yaptığı yatağına girmek olduğunu biliyor, bu düşünce onu şimdiden kaygılandırıyordu. “Öyle bir adam bir daha anasının karnından doğmamıştır,” dedi bana, o tombul, porsumuş haliyle, çevresi başka başka aşkların meyveleri olan bir sürü çocukla sarih olarak. “Hık demiş babasınınburnundan düşmüştü,” diye karşılık verdi Victoria Guzmân da. “Cenabet herifin biriydi.” Ama tavşanlardan birinin iç organlarını kökünden söküp dumanı tüten işkembeyle bağırsakları köpeklerin önüne attığında Santiago Nasar’rınasıl dehşete kapıldığını hatırlayınca bir an korkuyla ürpermeden edememişti.

“Bu kadar acımasız olma,” demişti ona Santiago Nasar. “Onu bir insan olarak düşünsene.”

Savunmasız hayvanları öldürmeye alışmış bir adamın birdenbire böyle dehşete kapılabileceğini anlaması Victoria Guzmân’ın neredeyse yirmi yılını almıştı. “Yüce Tanrım!” diye bağırdı korku içinde. “Demek içine doğmuş!” Yine de cinayet sabahı içinde geçmişten kalma öyle çok hınç vardı ki, sırf Santiago Nasar’ın kahvaltısını berbat etmek için köpekleri öteki tavşanların iç organlarıyla beslemeyi sürdürmüştü. İşte tam o sırada piskoposu getiren geminin tüyler ürpertici düdük sesleriyle tüm kasaba uykusundan uyanmıştı.

Ev, duvarları kaba saba kalaslardan yapılmış, iki katlı eski bir ambardı, çatısı iki yana da eğimli çinkodandı, üstünde limandaki artıkları gözleyen akbabalar bekleşirdi. Irmağın adamakıllı işe yaradığı zamanlarda yapılmıştı, o zamanlar denizde işleyen mavnalar, hatta bazı açık deniz gemileri, haliçteki bataklıkların arasından buralara kadar sokulmayı göze alırdı. İbrahim Nasar, iç savaşların ardından oraya son gelen Araplarla birlikte çıkageldiğinde, ırmak yer değiştirdiğinden gemiler artık gelmez, bu ambar da kullanılmaz olmuştu. İbrahim Nasar, hiçbir zaman açamadığı bir ithal mallar dükkânı açmak üzere burayı pek ucuza satın almış, ancak evleneceği zaman onu içinde yaşanacak bir eve dönüştürmüştü. Zemin kata her işe yarayan bir salon, dip kısmına da dört hayvan konulabilecek bir ahır, hizmetçi odaları, pencerelerinden sularının pis kokusunun her saat içeri girdiği limana bakan bir çiftlik evi mutfağı yapmıştı. Salonda dokunmadığı tek şey, bir batık gemiden kurtarılmış olan sarmal merdiven olmuştu.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Küçük Yalanlar Yüksek Topuklar

Editor

Altı Kişi Yazarını Arıyor Oyunu ve Luigi Pirandello

Editor

Veroponen Hikayeleri 1 – Okyanus

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası