ÖFKELERİ SONSUZA DEK SÜRECEK MİYDİ?
YOKSA AŞK,
HER DÜĞÜMÜ ÇÖZECEK KADAR GÜÇLÜ MÜYDÜ?
Birbirine rakip iki köşe yazarı, gelecekte başlarına gelecekten habersiz bir şekilde gazetedeki köşelerinden birbirleriyle iddialaşmaktadır.
Örgü örme üzerine bir iddiaya tutuştuklarındaysa kaderin, hayatlarını değiştirecek ağları ilmek ilmek örmekte olduğundan habersizdirler.
Bu ateşli aşkla baştan çıkacak, serinin ikinci kitabını sabırsızlıkla bekleyeceksiniz!
“Bayıldım!”
Lorl Foster
***
1. Sıra
Keşke kadının poposu bu kadar şahane olmasaydı.
Şişman, sarkık ya da tahta gibi dümdüz olsaydı veya yürürken çirkin bir şekilde titreseydi adamın kadını yok sayması çok kolay olurdu.
Ama öyle değildi. Kusursuzdu. Pantolonla, etekle, her türlü giysiyle çok güzel görünen, sıkı, yuvarlak, müthiş bir popoydu. Yürürken de kesinlikle titremiyordu. Hayır, zarifçe salınıyordu. Hipnotizmacının elindeki saat gibi bir o yana, bir bu yana gidip geliyor, beğeni dolu, yırtıcı bakışları üzerine topluyor, mekândaki bütün erkeklerin sertleşmesine neden oluyordu.
Dylan Stone başını çevirip buz gibi birasından bir yudum aldı. The Penalty Box’ın pek çok televizyonunda gösterilen futbol maçıyla geç saatlere kadar kalan müşterilerin yükselen sesleri etrafı gürültüye boğuyordu. Ait olduğu yerdeydi, çevresindekiler kendi arkadaşlarıydı.
Tabii en büyük felaketi, başının püsküllü belası olan Ronnie Chasen hariç.
Gözünün önünden gitmeyen bir popoya sahip olmasının yanı sıra Ronnie, Dylan için büyük bir eğlence kaynağıydı. Rekabetçi damarı kilometrelerce uzunluktaydı ve Cleveland Herald’daki başyazarlık görevini Dylan kaptığından beri Ronnie iki ayda bir ona ayırdığı köşe yazılarıyla kendini hatırlatmayı sürdürüyordu.
Her şey Ronnie’nin, Herald’ın küçük rakiplerinden biri olan Cleveland Sentinel adlı gazetedeki haftalık köşesinde dile getirdiği şikâyetlerle başlamıştı. Bahsettiği kişinin, pantolonundaki fazlalık sayesinde işi aldığını söylediği yazarın kendisi olduğunu gayet iyi bilen Dylan, ertesi hafta kendi sütununda aynı sertlikte cevap verirken hiç vicdan azabı duymamıştı.
Dylan hatırladığı kadarıyla erkeklerin doğaları gereği bazı işler için daha uygun olduğunu, eğer bunu hazmedemiyorsa Ronnie’nin kendisine daha uygun bir iş yapması, mesela dantel örmesi veya bir mağazanın kozmetik reyonunda tezgâhtarlık yapması gerektiğini yazmıştı.
Ronnie’nin bu tavsiyeyi pek iyi karşılamaması şaşırtıcı değildi. Hemen ertesi hafta, bastırmayı başaramadığı bir öfkeyle Dylan’ın pantolonunun önünde Tanrı vergisi bir kabarıklık olmasının o fazlalığı nasıl kullanacağını bildiği anlamına gelmediğini, kendisinin daha taşaklı olduğuna dair iddiaya girebileceğini yazdı. Tam olarak bu kelimeleri kullanmadıysa da Dylan ana fikri anlamıştı.
Birasından bir yudum daha almak hafızasını biraz daha canlandırdı. Aralarındaki yarış işte o yazıdan sonra başlamıştı.
Dylan’ın cevabı, “Öyle mi? Seni bungee jumping yaparken görelim, kimin taşakları daha büyük o zaman konuşuruz?” anlamına gelen bir cümleydi.
Ronnie’nin bunu yapmasını beklemiyordu, ama birkaç hafta sonra kadının siyah beyaz fotoğrafı karşısındaydı. Sadece ayağına bağlı bir lastikle köprüden baş aşağı sarkıyordu. Gözlerini öyle sıkı yummuştu ki, Dylan o gözlerin bir daha açılabilmesine şaşırdı. Amerika Birleşik Devletleri nüfusunun yarısını sağır edebilecek bir çığlık atıyor gibi görünüyordu.
Ama hakkını vermek lazımdı, Ronnie bu işi becermişti.
İlk bungee jumping deneyimini anlattığı köşe yazısının sonunda Ronnie Dylan’a, erkekliğini ispat etmek için paraşütle atlamasını söyleyerek meydan okumuştu.
Dylan’ın yüksekten nasıl nefret ettiğini bilse sevinçten çıldırırdı herhalde. Ama Dylan ne Ronnie’nin ne de okurlarının kendisinin bir korkak olduğunu düşünmelerine izin verecek değildi. Yiğitliğe leke sürdürmek yerine bir uçaktan atlamayı tercih etmişti. Atlayış sırasında korkudan altına yapacaktı neredeyse, ama sonraki hafta paraşütlü fotoğrafını gördüğünde Ronnie’nin yüzünün alacağı şekli hayal etmek, birkaç gün hayaları korkudan büzülmüş halde dolaşmaya değmişti.
O günden sonra birbirlerine çılgın, tuhaf ve tehlikeli şeyler yaptırmayı sürdürdüler.
Ronnie bir hayır işi için düzenlenen buz hokeyi maçında, kadın olduğunu kimseye söylemeden kalecilik yaptı.
Dylan bacaklarına ağda yaptırdı.
Ronnie maratona katıldı.
Dylan bir dağa tırmandı.
Ronnie rafting yaptı.
Son olarak Ronnie, Dylan’ın Cleveland’ın kenar mahallerinden birindeki motosikletçilerin takıldığı berbat, salaş bara, üzerinde parlak pembe bir Hawaii gömleği ve altın rengi bisikletçi şortuyla gidip kadınların sevdiği Pembe Külot adlı alevli kokteylden ısmarlamasını istedi. Bardan çıktığında Dylan’ın bir gözü morarmış, kaburgaları ezilmişti. Ama yine de kendini şanslı sayıyordu, en azından içerideki Cehennem Zebanileri çetesinin sakallı, deri kıyafetli, temizlikten bihaber üyeleri ona göz koyup bütün gece motosikletlerinin arkasında gezmeye zorlamamışlardı.
Bu iyiliğin karşılığında Dylan, Ronnie’ye meydan okuyup dövme yaptırmasını istedi. Neresine ne dövmesi yaptırmasını istediğini belirtmemişti, ama onun sayesinde kadının bedeninde artık Çince bir sembol vardı.
Bu düşünce aklına yine Ronnie’nin mükemmel, yuvarlak poposunu getirdi, çünkü dövmenin orada olduğunu düşünüyordu.
Emin olamazdı tabii, o haftaki yazısıyla beraber basılan dövme fotoğrafı çok yakından çekilmişti ve vücudunun neresinde olduğuna dair bir ipucu vermiyordu. Normal giysilerle görünmeyen bir yerde olduğundan emindi, çünkü son zamanlarda inatla o dövmeyi görmeye çalışmıştı. Ronnie de dövmesinin “çok mahrem bir yerde” olduğunu yazdığı için poposunda olduğuna inanmayı tercih ediyordu.
Kadın poposunda onun damgasını taşıyordu ve bu düşünce Dylan’ın çok hoşuna gidiyordu.
Köşedeki masadan yükselen kadın kahkahaları dikkatini çekti. Başını hafifçe çevirip orada oturan kadınlara baktı. Dylan’ın arkadaşları barın bir köşesine asılmış olan dev televizyondaki maça kendilerini kaptırmışlardı ve ne onunla ne de etraflarındaki başka bir şeyle ilgileniyorlardı.
Ronnie’nin arkası ona dönüktü, bir çağlayanı andıran kestane rengi dalgalı saçları neredeyse kalçalarına kadar iniyordu.
Dylan kadınlarda uzun saçı severdi, ama ne yazık ki karşısındaki can düşmanıydı.
Ronnie Chasen onun yanındayken çekilmez bir tipti, ama Dylan ilk kez onun yumuşak bir yanı olup olmadığını merak etti.
Kadınlar bir kez daha gülünce, erkeklerin kusurlarıyla dalga geçip eğlendiklerinden şüphelendi. İki ya da daha fazla kadın bir araya gelip önlerine bir sürahi margarita alınca böyle yapmazlar mıydı?
Kadınların hepsini tanımıyordu, ama Dylan’ın arkadaşlarıyla yaşadıkları ilişkiler nedeniyle bazılarına aşinalığı vardı.
Ronnie onun can düşmanıydı.
Masadaki kadınlardan biri olan Grace Fisher, Cleveland için Oprah Winfrey ile Martha Stewart’ın karışımıydı. Kablolu televizyonda yayınlanan, heyecanlı ve duygusal aile dramlarından kirpi şeklinde pasta yapımına kadar her konuyu ele aldığı bir sohbet programı yapıyordu. Becerikliliği ve kimsenin ona bir kusur bulamaması nedeniyle adı “Müthiş Grace”e çıkmıştı.
Grace, Dylan’ın Cleveland’ın profesyonel hokey takımı Rockets’ta oynayan arkadaşı Zack’le beraberdi. İkisi bir hayır işi için düzenlenen hokey maçında tanışmışlardı. Zack’in vurduğu pak seyircilerin önündeki koruyucu camı aşıp Grace’in kafasına çarpmıştı. Pansuman ve takım doktorunun muayenesi tamamlanınca Zack buzda süzülmeye devam etmiş, Grace’i tavlamayı da başarmıştı. Zack’in meslek hayatının en utanç verici anlarından birine dönüşebilecek bir olay, nasıl tanıştıkları sorusunun cevabı haline gelmişti. Dylan bu hikâyeyi binlerce kez dinlemişti.
Aynı masada oturan Jenna Marshall, Dylan’ın arkadaşı olan sivil polis Gage Marshall’ın eski karısıydı. Jenna muhtemelen evlenmeden önceki soyadı olan Langan’ı kullanmaya başlamıştı, ama Dylan Gage’in bundan hoşlanmadığını biliyordu.
Diğer kadınlarla ise sadece her hafta grup halinde aynı bara geldikleri için göz aşinalığı vardı.
The Penalty Box’ın tam bir spor barı olduğu, genelde hokey severleri ve özellikle de Rockets taraftarlarını ağırladığı düşünülürse sürekli buraya gelmeleri garipti aslında. The Box’ın televizyonlarında her zaman bir spor kanalı açık olurdu, hatta bazen birden fazla kanalı aynı anda açarlardı. Duvarlar hokeyle ilgili ıvır zıvırla kaplıydı, pek kadınları cezbeden bir dekorasyon değildi bu.
Ama Zack ile Grace’in ilişkisi durumu değiştirmişti. Grace Zack’in arkadaşlarını görmek için uğramaya, Zack’le daha çok zaman geçirmeye, hokeyin inceliklerini öğrenmeye başlamıştı. Sonra kadınların sayısı hızla üreyen tavşanlar gibi artmış, arkadaki koca bir masa onlarla dolmuştu. Artık barmen fıçıdan bira çekmek veya küçük kadehlere sert içkiler doldurmak yerine renkli kadın içkileri hazırlamak zorundaydı.
Dylan’a kalırsa bu utanç verici bir durumdu. Ayrıca bütün dünyadan kaçıp sığınabildiği tek östrojensiz mekânda habire Ronnie’yi karşısında görmek de hoşuna gitmiyordu.
Dylan bira şişesini kafasına dikip son damlaları da içerken Ronnie ayağa kalkıp bara doğru yürüdü, elinde masadan aldığı boş sürahi vardı. Anlaşılan ikisinin de içkilerini tazelemeleri gerekiyordu.
Sandalyenin ayaklarını yere sürterek kalkıp aynı tarafa yöneldi. Barda yan yana gelip kollarını çizik maun yüzeye yasladılar.
“Selam Chasen? Dövmen nasıl? Ağrı, şişlik falan var mı?”
Ronnie karşısındakini utandırmayı amaçlayan bakışlarını ona dikti, kirpiklerini kahverengi gözlerini yarı yarıya örtecek şekilde kırpıştırdı. “Stone, sana nasıl anlatsam bilmiyorum. Kıçımda senin gibi bir bela varken, o bölgede başka bir şey hissetmem pek mümkün değil.”
İşte! Demek ki haklıydı. Dövme gerçekten de poposundaydı. Şimdi geriye tam olarak hangi noktada olduğunu bulmak kalmıştı. Sağ tarafta mıydı, yoksa solda mı? Yukarıda, beline yakın bir yerde miydi, yoksa aşağıdaki yumuşak bölgede mi?
“Seni bu kadar etkilediğime sevindim.”
Barmen onlara doğru gelirken Ronnie bir şeyler mırıldandı, Dylan ise pis pis gülerek karşılık verdi.
Elindeki boş plastik sürahiyi uzatarak, “Bize biraz daha margarita lazım,” dedi barmen Turk’e.
Turk kafasını kazıtmış, uzun boylu bir zenciydi. Bir kulağında üç, diğerinde ise iki gümüş halka takılıydı. Dar beyaz tişörtünün yakasından ve kollarından taşan bir dizi dövme, Ronnie’ninkinin aksine, rahatlıkla görülebiliyordu. Turk barın sahibi olmasa da açık olduğu her an oradaydı. Cüssesi dev bir ağacı andırdığı için fazla kavgacı müşterilere karşı fedailik görevini üstlenmeye de itiraz etmiyordu.
Turk dolu sürahiyle yanlarına geldiğinde Dylan tezgâha biraz para koyup, “Bana da bir bira,” dedi. Barmen ona buz gibi bir şişe uzatıp parayı aldıktan sonra uzaklaşırken sert, ifadesiz yüzünde hiçbir değişiklik olmamıştı. “Sana bir şey söyleyeyim,” dedi Dylan. Elinde tazelenmiş içkiyle masasına dönmek üzere olan Ronnie’yi durdurdu. “Dövmeyi yaptırmanı beklemiyordum. Görünüşün konusunda o kadar tutucusun ki o mükemmel cildini kocaman, çirkin, kalıcı bir dövmeyle bozacağını tahmin etmezdim.”
“Ne yani?” dedi Ronnie, koyu renkli kaşlarından biri havaya kalkmış, dudaklarının köşeleri mutsuz bir ifadeyle aşağı inmişti. “Tırsacağımı mı sanmıştın?”
Üzerinde, dizinin epey üzerinde biten parlak kırmızı bir etek ve onun takımı olan bir ceket vardı. Ismarlama dikilmiş ceketin içindeki beyaz ipek bluzun yakası dik ve iri göğüslerinin üzerinde V şeklinde açılıyor, dekoltesini cömertçe sergiliyordu.
Dylan’ın, Ronnie’nin göğüslerine dövme yaptırmadığından emin olmasının nedeni işte bu tip giysilerdi. Eğer oralarda bir yerde herhangi bir şey olsaydı, o ana kadar fark etmemesi mümkün değildi.
Cevap vermeden önce birasının kapağını açıp büyük bir yudum aldı, gözleri Ronnie’nin dolgun ve biçimli dudaklarında durdu. “Öyle de diyebiliriz.”
“Beni kaçırmak için bir dövmeden çok daha fazlası lazım Stone. Senin yaptığın her şeyi ben fazlasıyla yaparım, unuttun galiba.”
Başını yana eğip uzun, koyu renk saçlarını omzunun birine döktü. Kahretsin, kadınlar bunu nasıl yapabiliyorlardı? Neden yapıyorlardı? Böyle yapmakla bir erkeğin beynindeki kanın her damlasını doğruca pantolonun içine gönderdiklerinin farkında değiller miydi?
Biraz zor olsa da dikkatini yeniden kadının yüzüne vermeyi başardı. Parmaklarını kendi koyu sarı saçlarının arasından geçirerek küçümseyici bir ifadeyle konuştu. “Ya tabii, ayakta işeyerek adını yaz toprağa da görelim.”
“Çok naziksin,” dedi Ronnie buz kadar keskin ve soğuk bir sesle. “Hiç kabalık etmiyorsun bakıyorum.”
“Bak tatlım, fark etmedin herhalde, burası milletin maç seyretmeye geldiği bir bar. Kabalıktan kaçmak istiyorsan sokağın aşağısında sıkıcı tiplerin takıldığı bir kafe var, oraya git.”
“Tavsiyen için sağ ol, ama ben iyiyim burada. Birkaç içkiden sonra daha iyi düşünürüm ve şu an sana bir dahaki sefere nasıl meydan okuyacağımı düşünüyorum.”
Birasından bir yudum daha alan Dylan’ın bakışları kadının boynuna, nabzının atışına takıldı. Teni göründüğü kadar yumuşak mıydı acaba? Şimdi eğilip tam o noktaya dilini değdirse, Ronnie’nin ruh hali gibi acımtrak bir tat mı alırdı, yoksa kadınlara yaraşır, şeker gibi bir tat mı?
Birasından bir yudum daha içip hayal gücünü ve hormonlarını kontrol altına almaya çalıştı. “Ne istersen söyle yavrum.”
Ronnie dudaklarını yalayarak Dylan’ın ateşini on derece daha yükseltti.
“Şimdiden pes edip yaşayacağın utançtan kurtulmak istemez misin?”
“Hayatta olmaz, çok eğleniyorum.”
“Ben de öyle.”
“Güzel.”
“Şahane.”
“Çok iyi.”
“Çok iyi.”
Ronnie topuklarını yere sertçe vurarak uzaklaşırken sıkı, kalp şeklindeki poposu iki yana ahenkle sallanıyordu.
“Bu heriften nasıl nefret ediyorum anlatamam,” dedi tükürür gibi. Elinde açık yeşil margarita sürahisiyle arkadaşlarının olduğu masaya dönmüştü.
Bu cümleyi içinden gelerek söylemişti. Peki, neden her tartışmalarından sonra garip bir canlılık hissediyordu? O anda bile vücuduna pompalanan adrenalinin ve beyninde kaynayan öfkenin etkisiyle neredeyse gidip ikinci raundu başlatmak geliyordu içinden.
“Hangi adam?” diye sordu arkadaşlarından biri, bir yandan da sanki onu rahatsız eden adam bir spot ışığının altında kendini belli edecekmiş gibi bara doğru bakıyordu.
“Hangisi olabilir sence?” diye sordu Grace. Sarışın ve güzel bir kadındı, serinkanlılığın bir sembolü gibiydi. Saçının bir teli bile bozulmaz, hiçbir duygusu kontrolsüzce dışarı yansımazdı. Sadece çok yakın dostları keskin zekâsından ve sivri dilinden haberdardı. “Ronnie bir yıldır kimden şikâyet edip duruyor? Kibirli öküz Dylan Stone tabii ki.”
“Adını kısaca öküz koysak olmaz mı?” diye sordu Ronnie.
Kadehini ağzına kadar doldurup kendini beceriksiz bir hareketle sandalyesine bıraktı.
“Bir türlü anlamıyorum,” dedi Grace. “Başka herkese karşı naziksin, herkesle iyi anlaşırsın, ama Dylan Stone’un on kilometre yakınında tükürükler saçan bir cadıya dönüşüyorsun.”
Herkesin kadehini doldurmayı bitiren Ronnie gözlerini kıstı ve sürahiyi kenara bıraktı. “İntikam acıdır, karşınızda gördüğünüz şey de intikamın ete kemiğe bürünmüş hali.”
“Bu sefer ne yaptı?” diye sordu ufak tefek, kısa saçlı Jenna.
“Dövmem acıyor mu diye sordu.”
“Acıyor mu peki?”
“Tabii ki acıyor,”diye homurdandı Ronnie. Tekilalı, köpüklü, lezzetli ve güç veren içkisinden büyük bir yudum aldı. “Feci zonkluyor ve bütün gün kıyafetlerime değip duruyor.”
“Dövmenin anlamını ona söyledin mi peki?” diye sordu diğer kızlardan biri. Gruptakilerin hepsi güldü, çünkü anlamını biliyorlardı. Ronnie dövmesini yaptırdıktan sonraki ilk örgü toplantılarında bu küçük sırrı onlarla paylaşmıştı.
“Asla söylemem, meraktan çatlasın.”
“O herifin canı cehenneme zaten, değil mi?” diye dalga geçti Grace.
Ronnie’nin yüzüne kendini beğenmiş, şeytanca bir gülümseme yayıldı. Uzanıp sol kalçasının üst tarafındaki bir noktaya hafifçe vurdu. Acısı artmıştı, ama gözünü bile kırpmadı. “Aynen öyle.”
“Şimdi meydan okuma sırası sende. Bu sefer ne yaptıracaksın Dylan’a?”
“Bilmiyorum. Henüz yeterince tehlikeli veya utanç verici bir şey gelmedi aklıma.” Kaşları çatıldı. “Erkeklerin kadınlardan daha cesur ve başarılı olduğunda ısrar ediyor. İçimden