Roman (Yerli)

Korkunç Yıllar

korkunc yillar 5edbb50c6303e“Kocaları sürülen, yavrularının karınları düşman süngüleriyle deşilen kadınların talihi! Ak sakallarından tutulup sürüklenen ihtiyarların talihi! Cephelerde, bize söven, yüzümüze tüküren düşmanlarımızın menfaatleri için, kanlarını sebil eden gençlerimizin talihi!.. Bu gece rüyama gene Şişkof girecek. Gene beni mezarlara götürüp ölen askerlerin üniformalarını gösterecek. “Sen, sen Sadık Turan, sırtında düşman üniforması Rusya’ya karşı harb ettin” diyecek! Gene soğuk terler döküp sabahı kim bilir nasıl edeceğim. Düşman üniforması… Düşmanım kim? Siz değil misiniz Şişkof! Yalanla dolanla memleketimi istilâ ettiniz. Himayenize girmekle topraklarımız, malımız, mülkümüz, dinimiz korunacak diye, sizden öncekiler söz verdiler. Teslim olduk. O millet, yurdunu her şeyden çok sevdiğinden teslim oldu. Silâhlarımızı bıraktık. Ya siz?.. Memlekelimize girdiğiniz günden beri o toprak kan içinde. Minarelerimizi devirdiniz. Su kemerlerimizi, çeşmelerimizi, heykellerimizi, mermer saraylarımızı atlarınıza ahır yaptınız. Müezzinlerimiz, ezan okumak üzere minarelere çıktıkları vakit, sarhoş askerleriniz, eğlenmek için, kalblerine nişan alma talimi yaptılar…”

***

Giriş

– Benim adım Sadık… Sadık Turan. Senin?
– Cengiz, dedim.

Adı gibi geniş ve manalı bir şahsiyeti vardı. Yüzünde, geçmişin derin izleri okunuyordu. Yine geçmiş yıllardan kalma bir acılık seziliyordu gözlerinde. Geniş omuzlarıyla erkek göğsü çok ağır bir hayat yükünü taşımış hissini veriyordu insana. Sokak kapısı önüne atılmış iskemlede, başını ellerinin arasına almış, için için ağlıyor gibiydi. Gidip yanına oturdum. Önümüzden geçip gidenlerin adımlarını seyrederken bir şeyler düşünüyor, bir şeyler hatırlıyormuş gibi bir hali vardı. Derdini söyletebilirsem belki biraz ferahlar diye düşündüm. Yaklaşarak çok sakin bir sesle:

– Sadık bey, dedim, beraber askerlik yaptığınız bizim köylü Ahmet’i hatırlıyor musun?

Başını kaldırmadı:

– Rahmetli Ahmet’i mi? Hatırlamaz olur muyum hiç? Pervomaysk civarında bir yere gömdük onu. Yarası çok ağırdı, kurtulamadı.

Söylettim. Harbin facialarını uzun uzun anlattı. Kendinden, ailesinden söz açtı. Benimle alâkalandı. İşlerimi sordu…

Akşam oluyordu. Batının kızıllaşmış ufkundan kaçıp Roma damlarına sığınmış kara gölgeler yavaş yavaş sokaklara iniyordu. Elini uzattı:

– Yarın sabah bana gelirsen daha da meraklı şeyler anlatırım.

Elini sıktım, geleceğimi söyledim, ayrıldık. Otele döndüm. Sessiz ve kasvetli odamın lâmbasını yaktım. Masanın üstünde duran Türk şiirleri antolojisini alarak yatağa uzandım. Kitabı açtım. Sayfaları yavaş yavaş çevirirken bir şiirin son mısraına gözlerim takıldı: “Türküm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi”. Kitabı ve kitapla birlikte gözlerimi kapayarak Sadık’ı düşündüm. Dünyasından bezmiş, insanlardan yitmiş Sadık gözlerimin önünde belirirken, bu yenilmiş adam bundan böyle ne yapabilir, diyordum içimden. Ya ben, ben ne olacağım? Bizler hepimiz, bu savaştan nasılsa sağ çıkan bizler, hepimiz ne olacaktık, ne yapabilirdik? Ne olacaktı sonumuz bizim?

Ertesi gün evine gittim. Kapıyı belki seksen, belki yüz yaşlarında bir kadın açtı.

Benden bir şey gizliyormuş gibi, buruşuk yüzü güldü.

– Bon giorno senyorina, dedim.
– Bon giorno, dedi. Sonra arkasında sakladığı bit paketi uzatarak:

– Senyore Sadık size şu paketi bıraktı, dedi.
– Kendisi nerde?
– Gitti, bir daha da gelmeyecek.

Bir müddet hiç ses çıkarmadan bakıştık. Sonra elimi uzatıp paketi aldım.

– Gracia senyorina… Arrivederci.
– Prego, prego… Arrivederci senyore.

Kapı kapandı. İçimde, ihtiyar kadının sözleri yankılanıp duruyordu: “Gitti, bir daha da gelmiyecek.” Oradan epey uzaklaşınca paketi çözdüm. İçinden dört tane defter çıktı. Birinci defterin ilk sayfasını açtım. İri iri harflerle “Hâtıralar” yazılmıştı; altında, Sadık Turan imzası vardı. Sayfalara göz gezdirdim. Bir yerde, şu satırlarla sarsıldım: “Allahım, var mısın? Nerdesin? Mahvoluyoruz biz… Mahvoluyoruz, mahvoluyoruz…” Defterleri koltuğumun altına sıkıştırarak, yaşlı ve yorgun bir insanın adımlariyle, otelimin yolunu tuttum. Ertesi günü, Sadık’ı her yerde aradım ama izine bile raslamadım. Nereye gitmişti, ne olmuştu, öğrenemedim…

Aradan yedi yıl geçmişti. Londra’da bulunuyordum. Dışarda, şehrin rutubetli ve kasvetli evleri kararmakta, odama yine dertli bir akşam dolmaktaydı.

Elinde bir mektupla karım içeri girerek:

– Sana bir mektup var, dedi.

Zarfı açtım. Mektup harpten sonra Arjantin’de yerleşmiş bulunan, arkadaşım, Polonya Tatarı, Mirza Sabirski’dendi. Mirza Sabirski, kendi hayatından uzun uzadıya bahsettikten sonra mektubunu şöyle bitiriyordu: Uruguay’dan aldığım bir habere göre, orada ağır orman işlerinde çalışan Sadık Turan adlı bir Kırım Tatarı Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Tanıdığım bildiğim değilse de el diyarında da olsa toprağı bol olsun.

Mektup ellerimden kayıp düştü. Oturduğum koltukta, kollarım iki yanıma sarktı. Boğazıma bir yumru tıkandı. Boğuluyor, konuşamıyordum. Yavaş yavaş açıldım, bu sefer birden boşanan gözyaşları arasında Sadık’ı andım. Hey gidi dünya!.. Kader onu nerelerden alıp nerelere atmıştı. İşte hatıraları önümde, için için ağlayarak tekrar okuyorum.

1

… Yurdumdan, son olarak 1942 yılının sonbaharında ayrıldım. Bu ayrılık çok acı oldu. Yurduma bir daha dönemiyeceğimi hissediyordum. İstasyonda anam, babam, kardeşlerim, hısım akraba toplanmıştı… Kompartıman penceresinden onlara bakarken hayatımın acı tatlı günlerini düşünüyordum. Bu onları sonuncu görüşümdü. Annem, sağ elini bana doğru kaldırmış, sol eliyle, omuzlarından aşağı sarkan atkısının ucunu tutarak gözlerinin yaşını siliyordu. Tren son bir düdük daha çaldı, sonra lokomotifin bağrından fışkıran kara bir duman aramıza girerek bizi birbirimizden ayırdı. Kompartımanın penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım, baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allahım, Allahım diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursam olayım, ben yaşadıkça sen de bizimle beraber olacaksın…

*
* *

Akşam oluyordu. Biz, köyün civarındaki bir kayanın üzerinde bir direk dikip yelken açmış, kaptanlık oynuyorduk. Uzaklardan annemin sesini işittim. Küçük kardeşime:

– Haydi Bekir, annemiz geliyor, akşam oldu, dediysem de, en inatçımız olan Bekir, aldırmadan, oyuna devam ediyordu. On, on beş dakika sonra, karşı tepede annem göründü.

– Sizi gidi… Sonra, tövbe Yarabbi, tövbe Yaresülallah, diye mırıldandı. Bu akşam yemek yerine bir âlâ sopa yiyeceksiniz benden. Haydin bakayım eve, yumurcaklar…

Bekir’in sopa ziyafetinden pek hoşlanmamış olacaktı ki, hemen kayadan fırladı, ben de arkasından koştum. Annemiz, arkamızdan:

– Biriniz sığırı ahıra sokun, öbürünüz babanıza su götürün, diye bağırdı.

Bekir, sığırı almak için karşı mahalleye yönelerek, çobanlara gitti, ben de evimizden güğümleri alarak, fırıncı Muharrem’in çeşmesine gitmek üzere mezarlığı geçtim. Çeşmeye yaklaşmıştım ki, iki yüz metre kadar ilerde Kooperatifin önünde kapalı, siyah bir kamyon gördüm. Yolda rasladığım süngülü askerler, içime garip bir korku doldurmuştu. Güğümleri çeşmeden, acele acele doldurdum. Babam tarladan dönmeden önce evde olmalıydım. Her akşam sofrada soğuk su bulundurmak âdetimizdi. Kardeşim Bekir, sığırla keçileri ahıra götürdü. Annem evi sildi süpürdü, yemeği hazırladı, sofrayı kurdu. Şimdi babamızı bekliyoruz. Yaz akşamı açık pencerelerden odalara yürekler acısı bir sessizlik dağıtıyor. Annem tedirgin görünüyor, ikide bir kapıya bakıyor. Küçüklerin ellerinde kaşıklar, hepimiz babayı bekliyoruz. Peki iyi hatırlıyorum, çok acıkmıştım, elimi ekmek tabağına uzattım. Bir lokma ekmek koparıp ağzıma götürdüm. Annem bana sert sert baktı, ama ses çıkarmadı. İşte tam o sırada, pencereden, biri sanki odanın sessizliğini bozmaktan korkar gibi alçak sesle:

– Teyze… A, teyze, dedi

Annem sordu:

– Kimsin sen? Ne var? Ne istiyorsun?
– Uzaktan söyleyemem. Yakına gel, teyze.

Annem kalktı, pencereye doğru yürüdü. Bir iki dakika sonra pencerenin gerisinde konuşan kaybolmuştu. Annemse olduğu yerde, taş gibi donup kalmıştı. Konuşmuyor, kımıldamıyordu. Çocuk kalbimde ilk defa duyduğum acı bir korkuyla yanına yaklaştım:

– Ne olmuş anne? Babamız nerede? Niçin gelmiyor?
– Babanız gelmiyecek. Babanız, milisler mapusa götürmüşler… Gelmi… dedi demedi, kirpiklerinin arasında dolmuş gözyaşları, birden, yanaklarından aşağı boşanıverdi.

Deminki bir lokma ekmek içimde zehir olmuştu. Titreyen dudakları, yaşlar süzülen yanakları, gözümün önünden hiç gitmez. “Gelmiyecek, gelmiyecek” demekten başka bir şey yapamıyordu. Yavaş yavaş yere çöktü. Birimiz boynuna, birimiz eteklerine sarılmış, yaşlı gözlerine bakıyorduk. Evin erkeğini alıp gitmişlerdi. Geride bir sürü çocukla yüreği paramparça bir ana kalmıştı.

Toprak damlı evciklerin arasındaki, kırmızı teneke damlı, etrafına taş duvar çekilmiş, şirin mektep binasını çok iyi hatırlıyorum. Biz çocuklar, bu binanın eşiğinden atladığımız dakikadan itibaren, evlerimizdeki hayatın acısını unutur, baharda yeşil yapraklı ağaçların dalları arasında cıvıldaşan kuşlar gibi gülüp oynar, neşelenirdik. Öğretmenimiz Safiye, uzun boylu, beyaz ve ince yüzlü, sarışın, çok merhametli, iyi kalpliliği yüzüne ruhani bir güzellik veren bir kadındı. Ona karşı temiz ve yürekten bir sevgi beslerdim. Fakat bir sabah, öğretmenimiz Safiye bambaşka olmuştu. O gün sınıfa girdiği zaman hepimiz yine her zamanki gibi onu ayağa kalkarak selâmladık. Ama o kimseye bakmıyor, yüzü hiç gülmüyordu. Yanıma geldi, bir müddet sessiz durduktan sonra:

– Sadık, dedi.

Ayağa kalktım. Sınıfın açık penceresinden bahçeye bakarak, sözüne devam etti:

– Bugünden sonra senin mektebe gelmen yasak edildi. Çünkü… Anladın mı Sadık?
– Anladım, dedim ve öğretmenimiz Safiye’nin de mektep gibi içimden koparılıp alındığını hissettim. Kitaplarımı topladım, sınıftan çıktım. Artık mektep bana korku veren bir yer olmuştu. Halamın evine gittiğim zamanlar, mektebin yanından gideceğim yerde bahçelerin içinden, derelerden dolaşıyordum. Mektepten atılışımdan iki hafta sonra Muharrem çeşmesinden döndüğüm bir akşam, arkamdan bir kadın sesi duydum:

– Sadık! Dur, kardeşim, dur, diyordu.

Durdum. Seslenen öğretmenimiz Safiye’ydi. İçimi bir titreme aldı. Aklımdan güğümleri bırakıp kaçmak geldi. Ama birbirimize o kadar yakındık ki, yüzümde onun ılık nefesini duyuyordum.

– Bir dakika… Güğümleri yere bırak, Sadık.

Dediğini yaptım. Avucumun içine bir deste kâğıt para
sıkıştırdı:

– Bunu annene ver, Sadık. Ama kaybetme sakın.

Gitti. Bir daha da öğretmenimiz Safiye’yi görmedim.
İki ay sonra köye gene Kazaklar geldiler. Giderken, köyün yarı ahalisini de beraberlerinde götürdüler. Öğretmen Safiye de o götürülenler arasındaydı.

O yıl kış birden bastırmıştı. Dışarda acı, zehir gibi bir soğuk vardı; kar yağmıştı, saçaklarından buzlar sarkan evler, garip ve devamlı bir sessizlik içindeydi. Yalnız deniz, kudurmuş gibi, dalgalarını kayalara vuruyordu. Sessiz evlerdeki sönmüş ocak başlarında kadınlar, gelinler için için ağlşarak sabahı bekliyorlardı. Köye bir haber gelmişti: Mahpuslar Yalta’dan Akmesçit’e götürülecekmiş. O akşam ben geç yattım. Dışarda kar fırtınası durmadan uluyordu. Küçük kardeşlerim uyuyorlardı. Annem ocak başında beyaz mendili gözlerinde, ağlıyordu. Ben yatakta, Tanrı’ya, “Babacığımı ver” diye yalvarıyordum.

Sabahleyin rüzgâr kesildi. Annem, ocağın başından kalktı ve eski şalına sarınarak evimizin yanından geçen Akmesçit yoluna çıktı. Biz, çocuklar da onun peşinden gittik. Şallı kadınlar, eski püskü, yamalı elbiseler içinde, değnek gibi ince kolcukları ayazda morarmış çocuklar şosede kamyonları bekliyorlardı. Acı kış soğuğunda bütün gün bekledik. Akşama yakın, şosenin ortasından doğru biri koşa koşa gelerek:

– Geliyorlar, diye bağırdı.

“Geliyorlar” kelimesi, bir ses dalgası halinde, dudaktan dudağa, ağızdan ağıza, kalpten kalbe yayıldı. Sonra dualar, ağlamalar, boğuk sesler, çığlıklar… Daha demin sessizce duran Hacı Mustafa’nın karısı, şosenin ortasında boylu boyunca uzanmış, saçlarını yolarak, başını yerlere vura vura haykırdı:

– Mustafam! Mustafaml Ne suç işledik? Neydi kabahatimiz, Allahım…

Genç kadınlar koşup onu kenara çektiler. Kamyonlar uzaklardan göründü. Zincirli tekerlekleri buz tutmuş şosede gıcırdayarak yaklaşıyorlardı. Şimdi, Hacı Mustafa’nın karısının sesine başka sesler, başka çığlıklar karışıyordu:

– Hüseyinim…. Ahmedim… Evlâdım… Ne kabahatimiz vardı… İmdat!..

Önümüzden geçip giden kamyonlardaki mahpuslar arasında babamı araştırdım. Göremedim. Hep birbirlerine benziyorlardı. Hepsi sakallı, hepsi zayıf ve korkunç insanlardı. Yalnız içlerinden birinin, önümüzden geçerken, annemin adını söylediğini işittim:

– Ağlama Fatma! Ağlama! Dua et! Dua et!

Babamdı galiba… O sesi duyan annem, yumruklarını göğsüne vurarak boğula boğula ağlıyordu.

Gittiler. Geride kalanlar, yamalı esvapları, paçavralara sarılmış ayaklariyle yolun karlarını süpüre süpüre öksüz kalmış evlerine, sönmüş ocaklarına doğru yollandılar…

Babamın serbest bırakıldığını arabacılardan duyduk. Fakat köye dönmedi. Biz de iki ay sonra köyden çıkıp Akmesçit’e göç ettik. 1939 yılının kışında, askere gitmeden önce, köyümüze uğradım. Evimize Voronejli bir Rus ailesi yerleşmişti. Evin önündeki meşeler devrilmiş, ahşap balkon merdiven kesilmişti. Eşik tahtasını kütük yerine kullanıyorlardı. Bahçemizi bakımsız, berbat bir halde buldum.

Babam hapishaneden çıktıktan sonra iki hafta, işsiz, sokaklarda dolaşmış. Açlıktan şişmeğe başlamış. Bir gün, çarşıda, taşlar üstünde yattığını gören bir Müslüman, ona acımış da evine götürüp yedirmiş, giydirmiş. Kendi evine kalabalık ailesi ancak sığabildiğinden, babama, evine bitişik bir kümeste yer verebilmiş. Adamcağızla beraber kümesin damını teneke kaplamışlar, pencere açmışlar, içini temizlemişler. Sonra bize geliniz diye mektup yazdılar. Gittik. Bu evimize girmezden önce, eşikte, annemle babam, oturup birbirlerinin ellerini tuıarak uzun uzun ağladılar… Babam iş buldu. Ben, bütün yaz çarşıda su sattım, yaz gelince kabak çekirdeği satmaya başladım. Geçim zordu. Fakat biz çok bir şey istemiyorduk. Akşam bir lokma, sabah bir lokma ekmek, bir bardak su, bazan kuru peksimet çorbası bize yetiyordu. Şikâyet etmiyorduk. Kimden kime şikâyet edecektik? Aç olan, ekmeksiz, evsiz olan yalnız biz miydik? Allaha şükür yazı geçirdik… Fakat bu senenin kışı bizim için bir felâket oldu. Azgın rüzgârlar damın tenekelerini söküp attı. Yakacağımız kalmadı. Ne odun, ne kömür. Komşumuz Mehmet ağa son tezeğini getirdi. Bütün gün yakıp tükettik de küçüğe bir kâse su bile ısıtamadık. Mehmet ağa girip çıkıp hatırımızı soruyordu, fakat:

– Allah yardımcınız olsun,
demekten başka ne yapabilirdi? Bir gün kardeşim Bekir’le kömür hırsızlığına gittim. Arabadan kömür aşırırken Bekir yakalandı. Ben kaçtım. Üç beş arabacı, Bekir’e dayak attılar. Yüzü kıpkırmızı oldu. İnsanlar meğer ne hainmiş Allahım! Bir avuç kömür için on yaşında bir çocuk böyle döğülür mü? Bekir’in yaralı başı anamın kolları arasında, babam duvara doğru dönmüş, ikisi de ağlıyorlar; küçükler, boyunlarını bükerek, sessizce, bir anneme, bir babama bakıyorlardı. Kışla, açlıkla, bizi esir eden, evimizden, yurdumuzdan atan silâhlı düşmanlarımızla savaşmağa mecalimiz yoktu. Allah yardımcımız olsun diyerek katlanmaktan başka ne gelirdi elimizden.

Nisan başlarında küçüklerin ikisi birden hastalandı. Esmacığı nisanın sonunda gömdük. Tam iki hafta sonra küçük, melek yüzlü, kıvırcık saçlı Sabriciği de götürüp kardeşi Esma’nın yanına bıraktık. Artık ailede iki evlât kalmıştı: Bekir’le ben. On altı yaşındaydım. Annem mutlaka benı Ayvasıl’a yollamak istiyordu. Muhtar Sabri’nin kızı on dört yaşındaymış. Ailesi kızı bana vermek istemiş. Fakat ben de kız da çok küçükmüşüz. Annem işi tezleştirmek istiyordu. Babam buna karşıydı. Bana büyük umutlar bağlamıştı, beni okutmak istiyordu. Geceleri ben uyuduktan sonra:

– Sadık’ı köye göndermem. O, kolhoz için doğmadı, diye annemle münakaşa ederdi. Fakat bahar gelince annem fikrini değiştirdi. Ben şehirde bir yantıkçının yanında çalışmağa başladım, babam da kendine iş buldu; mayısın başında, dayım Mansur köyden bir çuval un getirdi. Bu suretle vaziyetimiz düzelmiş oldu.

Sıcak bir yaz akşamıydı. Ben işimden eve dönüyordum. Kendimi mesut hissediyordum. Kantar sokağının başında babamla karşılaştım. Babam:

– Gel, Sadık, sokağın öbür tarafına geçelim, o taraf daha tenha… Bir şey söyliyeceğim sana, dedi “ve elini omuzuma koyarak yanımda yürümeğe başladı. Çardak kahve önünde bir an durdu, gözlerimin içine baktı. Bu akşam sırtı biraz daha kamburlaşmış gibiydi, fakat gözleri sevinç ve iftiharla parlıyordu.

– Ne var baba? dedim.
– Mühim bir iş. Ama ben anlatmadan önce senin razı olman şart.

Gülerek devam etti:

– Razı oluyor musun?

Ben de gülerek:

– Oluyorum baba, dedim.
– Senin bu yantıkçılığın nasıl gidiyor?
– Fena değil baba… Fazıl usta lokantanın sahibiyle konuşacağım diyor; benim aylığımı elli rubleden altmış rubleye çıkarmasını isteyeceğini söylüyor. Fena adam değil… Geçen gün yarım çuval un sattı. Paranın yarısını bana verdi.
– Ben öyle para istemem,
– Ben de kabul etmek istemedim, zorla avucuma sıkıştırdı. Hükümet malı diyor. Mademki hükümet işçi ve köylü hükümeti, mal da işçi ve köylünündür, diye felsefe yürütüyor.
– Neyse… Ben senin bu yantıkçılıktan vazgeçmeni istiyorum.
– Ciddi mi söylüyorsun baba?
– Ciddi söylüyorum.
– Ama ayda altmış ruble bu, şaka mı?..
– Evet, evet.
– Yani o un parası içinse…
– Hayır Sadık, başka şey var!
– Başka ne yapabilirim ben? Elimden ne gelir? Yantıkçılık, kömür anbarlarında arabalara kürekle kömür atmaktan daha iyi değil mi?
– İyi elbet. Fakat dünyada yantıkçılıktan daha iyi işler de var.

Babam sustu, yüzüme baktı ve dudaklarının ucunda beliren bir gülümsemeyle bir an gözleri yaşarıp parladı:

– Ben senin okumanı istiyorum, Sadık, dedi. Okuyup adam olmanı istiyorum. Sana ihtiyacım olduğunu biliyorum; fakat sana muhtaç olan yalnız ben değilim… Bütün millet sana, senin gibi gençlere bakıyor. Bütün milletin sizlere ihtiyacı var…

Gene sustu. Gene yüzüme baktı. Üzerime alacağım mesuliyetin büyüklüğünü kavrıyordum. Heyecan içindeydim. Yürüdük. Babam, sözüne devam etti:

– Başımızdan geçenler, başkalarının da başına geldi; felâkete milletçe uğradık Sadık, Bu milleti sizin gibi gençler kurtarmazsa kim kurtaracak? Bütün umudumuz sizlerde… Bilirim, sen okumağa çok heveslisin. Köy mektebinde birinciydin… Safiye hanım, bana kaç defa, ”Sadık’ı okutun” demişti. Ama ne yapayım, başımızdan bu son iki sene neler geçti. Şimdi Allaha şükür, kendimde kuvvet hissediyorum.
– Peki, baba, beni mektebe alırlar mı?
– Alırlar. Ben, Kayabaşı orta mektebine gittim, konuştum. Müdürü, Yaltalı Niyazi efendidir. Eskilerdendir… Açık konuştum. Benim mapusta yattığımı söyledim. Siz bunlardan kimseye bahsetmeyin, dedi. Sadık’ı ise ders yılı başında bana yollayın, kendim imtihan ederim, iyiyse yedinci sınıfa alırım, dedi. Sen reddetme sakın Sadık. Niyazi efendi de, düşüncelerimin doğruluğunu, milletin okumuş gençlere ihtiyacı olduğunu tasdik etti.

Durdu:

– Ee, sen ne dersin?

Sustum. O hep gözlerimin içine bakıyordu. Zavallı babacığım! Dünyanın bütün yükünü, bütün acısını ve eziyetini omuzlarına almağa razı görünüyor, yalnız benim kabul etmemi bekliyordu. Sabahtan gece yarılarına kadar çalışacak, yemeyip içmeyip bana yedirecek, tek ben adam olayım diye, her şeye katlanacak… Bunu o akşam, gözlerinde okuyordum.

1937 yılının yazı Kayabaşı mektebi, Karayım sokağında, üç katlı, yüksek, beyaz, temiz, mükemmel bir binaya taşındı. Sınıfımız pencerelerinden, Tokal camisinin etrafındaki bütün damların sırlarını kendinde saklar gibi, göğe yükselen nazlı minaresi görünürdü. Sebebini bilmiyorum, fakat sınıf arkadaşlarımın arasında, en çok bu minareden hoşlanan bendim galiba. Bazan, ders sırasında, minareye bakar, dalardım; bazan hocamın sualini bile duymazdım, o zaman, yanımda oturan Süleyman, dirseğiyle dürterdi beni. Minareye baktıkça içime iman dolardı. Hayat, onun etrafında, evlerdeydi. Derslerimiz de dine karşı olmasına, mektepte dinsizliği, komünizm ideallerini öğrenmemize rağmen ben ruhumla o minarenin bir parçasıydım. Her evden, her damdan, her eşikten, her kalpten, gözle görülmez bağlar uzanıp bütün insanları, bütün hayatı, bütün varlığı o minareye bağlıyor gibi gelirdi bana. Mektepte son senemdi. İmtihanlar yaklaşıyordu, imtihanı başarıyla verirsek, Süleyman’la beraber Akmesçit Tıp Enstitüsüne girmeğe karar vermiştik. Daha doğrusu, bu kararı Süleyman’a ben zorla kabul ettirmiştim. O, subay mektebine girmek istiyordu, fakat benim samimi arkadaşlığım Süleyman’ın bu isteğini yendi. Çok iyi hatırlarım, bir cebir dersindeydik. Zil çaldı, sıralar takırdadı, öğrenciler koridora doğru yürüdüler. Yavaş yavaş, sınıf boşaldı. İçeride yalnız ben kaldım. Pencerenin yanında, derin bir sessizlik içinde, Tokal camisinin minaresine bakıyordum. Yanımda, bir ses:

– Sadık, dedi.

Döndüm. Arkadaşım Süleyman’dı.

– Ne var dışarıda, kime bakıyorsun?
– Hiç kimseye… Güneş öyle yakıcı ki, sokaklarda insan bile yok.
– Var, dedi.
– Nerede?
– Tokal camisinin minaresinde.
– Tokal camisinin kapıları mıhlanalı kaç ay oluyor?..
– İyi bak, dedi.

Uzakta, bahçenin yeşillikleri arasından, göğe sivri bir iğne gibi uzanan, Tokal camisinin minaresine baktım. Süleyman haklıydı. Minarede iki kişi vardı. Üç beş dakika sonra ikisi de gözden kayboldular. Süleyman’a dönerek:

– Akmesçit minarelerinde ilk defa insan görüyorum, dedim. Köylerde hâlâ ezan okunur, ama Akmesçit…

Sözümü bitirmeden Süleyman kalın sesiyle:

– Korkma; onlar minareye ezan okumak için çıkmadılar… dedi.
– Ya ne için?
– Camiyi yıkacaklar…

“Yıkacaklar” sözü, kalbime bıçak gibi saplandı. Bütün vücudum titriyordu. İçime, kalbime böyle ansızın dolan bu korkudan kurtulmak ister gibi arkamı pencereye çevirdim.

– Hadi be… Hiç cami yıkılır mı?..
– Yıkılır ya. Bu sabah ben mektebe gelirken onlar minareye zincir bağlıyorlardı. Caminin bahçesinde bir de makine vardı.
– Kimler zincir bağlıyorlardı?
– Ruslar…

Süleyman, hep camiye bakıyordu. Ben, neden bilmem, 1932 yılının kışında evimizin önünden geçen mahpusları görür ve babamın kamyondan, “Dua et, dua et” deyişini duyar gibi oluyordum. Yanı başımda Süleyman’ın bağırışı beni dalgınlığımdan uyandırdı:

– Bak Sadık! Minare devriliyor!…

Baktım. Minare şöyle bir sallandı. Beni yaşatan bir şeydi bu sallanan… Titreyen ellerimle, Süleyman’ı yakaladım. O beni anlamıyordu. Bana bakmıyordu bile. Gözleri minarede, olanı hoş bulmuş bir çocuk heyecanıyla bağırıyordu:

– Devriliyor! Devriliyor!

Bir daha baktım. Tokal camisinin minaresi gözümden kayboldu. Minareyle birlikte bahçenin güzelliği de söndü, Yeşilliklerin arasından göğe, renksiz bir duman yükseliyordu. Ben bütün benliğimle hâlâ demin içimde sallanan o şeyin esiriydim. Minare yıkıldı gitti, ben ne yıkılabiliyor, ne da ayakta durabiliyordum. Kaçıyordum, kaçıyordum. Nereye? Niçin? Bilmiyorum. Hayat benim için mânâsız bir kelimeydi. Sınıf, Süleyman, dışarda evler, insanlar, mektep benim için birer hiçti. Minare devrildi, minareyle birlikte, içimde beni yaşatan bir şey de yerle bir oldu. Sınıftan nasıl çıktığımı bilmiyorum, merdivenleri nasıl indiğimi hatırlamıyorum. En çok hatırladığım, şehrin sokaklarında, alnımdan, yanaklarımdan terler aka aka koşmamdır. Evimize girer girmez annemin ayaklarına sarıldım. Annem, zavallı annem, ne olduğunu bilmiyordu. Durmadan gözlerimden öperek:

– Söyle yavrum, söyle, diye ağlıyordu.

Ben hiçbir şey söyliyemiyordum, ağlayamıyordum bile. Ertesi gün babam beni dokrora götürdü. Hasta değildim. Doktor, gülerek, göğsümü, omuzlarımı tuttu: ….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Şehrazat

Editor

Dağınık Yatak

Editor

Mine

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası