Büyük şeylerin büyüsüne aldanan gözler için, küçük şeyler, önemsenmeye değmez şeylerdir. Büyüklüklere ayarlanan bir göz, küçük şeyleri görmezden gelir. Oysa tüm büyüklükler, küçük şeyler üzerinde temellenir. Koskoca gökdelenler küçük kum taneleri üzerine kurulurlar. Uçsuz bucaksız kâinatın tuğlası ise, görmeye hiçbir mikroskobun güç yetiremediği atomlardır.
Bu bakımdan, `küçük şeyler`de takınılan bir ciddiyet ve duyarlılık, büyük şeylere de aksedecek bir duyarlılık ve tutarlılığın muştusunu verir. Aynı şekilde, küçük şeylere ilişkin bir dikkatsizlik, büyük arızaların habercisidir.
Küçük Şeyler, eksenine işte bu gerçeği alıyor… Ve bizi, `sıradan` görüp geçtiğimiz `küçük şeyler`de büyük gerçeklerin izini sürebileceğimiz bir dikkat ve şuur iklimine yöneltiyor.
Yaşlı adam, sahilden birşeyler alıp okyanusa
fırlatan gence yaklaştı ve seslendi:
“Ne yapıyorsun böyle?”
“Okyanusa denizyıldızı atıyorum.”
“Neden atıyorsun?”
“Güneş yükseldi, sular çekildi,
onları suya atmazsam ölecekler.”
“Kilometrelerce sahil denizyıldızı dolu,”
dedi yaşlı adanı.
“Hiçbir şey farketmez.”
Genç adam yerden bir denizyıldızı daha alıp
denize doğru fırlattı ve şöyle dedi:
“Bunun için farketti.”
LAUREN EISELEY
Sunuş
BÜYÜK ŞEYLERİN CAZİBESİ, bize ‘küçük şeyler’in önemini çoğu kez unutturur. ‘Nisyan’la kardeş olan insan, onları ya hepten unutur; yahut ayrıntı der, geçiştirir. Halbuki, şeytan da, melek de ayrıntıda gizlidir. Koca kâinatın Allah’ın mülkü olduğunu kabul eden nice insan, Kur’ân’ın açık beyanıyla, o kâinat içindeki ‘küçük şeyler’i Rabbine vermediği için şirk derelerine düşer. Bir çorabın ucundaki küçük bir kaçığın gün gelip o nesneyi çorap olmaktan çıkarması gibi, gün gelir, ‘küçük şeyler’de yaşanan gafletler bizi büyük uçurumların eşiğine getirir.
Bu bakımdan, Rabbimiz, ‘küçük şeyler’in büyüklüğüne dair uyarıda bulunur bize. Sivrisineği veya ondan da küçük birşeyi delil getirmekten haya etmediğini bildirir. Hem, zerre kadar haynn, zerre kadar şerrin dahi hesabının tutulduğunu da bildirir. Kİ, çoklan şerliler dünyasına ‘küçük şerler’le adım atmışlardır.
Öte yandan, küçücük bir çiçekteki sanat, koskoca Güneşte görülen sanattan daha aşağı değildir.
Aslında, küçük şey yoktur zaten. Şu kâinatta herşey herşeye bakar; dolayısıyla her bir şey herşey kadar değerlidir. Koca kâinat küçücük zerre tuğlaları üzerine bina edilir. İnsan apartmanı, gözle görülemeyen hücre tuğlalarından yapılmıştır. Ve, o koca binayı alaşağı eden, çoğu kez, küçücük mikroplar yahut virüslerdir. Hem, küçük bir vidası koptuğu yahut incecik bir teli yandığı için âtıl kalan nice makine vardır.
Kısacası, küçük şeyler, sonuçları itibarıyla hiç de ‘küçük’ değildir. Gündelik hayatta küçük ve sıradan deyip geçtiğimiz şeyler, işte bu yüzden, belki de hayatımızın en kritik olayları ve konulandır.
Elinizdeki küçük kitabın kısacık yazıları, işte bu gerçekten hareketle doğmuş bulunuyor. Eksenine, dünyanın fani yüzündeki sözümona ‘büyük’ meseleleri değil, şu dünyadaki tercihine göre ebedî bir cennete veya cehenneme muhatap olacak ‘küçük dünya’ların zahiren ‘küçük’ meselelerini alıyor.
Bu kitabın, küçüklüğüne karşılık Samed âyinesi olabilen kalblerde bir ma’kes bulacağını ümit ediyor; bilvesile bu ‘küçük’ kitaba emeği geçen nice gönüle ve akla binlerce teşekkür ediyorum.
Elbette, bizi böylesi duyarlı kalbler ve uyanık dimağlar ile muhatap eden Rabbı Rahîm’e hadsiz şükür; ve O’nun Resuli Ekrem’ine salât ve selâm görevini unutmadan…
METİN KARABAŞOĞLU İstanbul, 1997
birinci bölüm Tersinden Denemeler
‘Lokman Hekim’e, ‘Hikmeti kimden öğrendin?’ diye
sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: ‘Körlerden
öğrendim. Çünkü onlar değneklerimle bir yeri
yoklamadan adım atmazlar.’”
ŞEYH SÂDİİ ŞİRÂZÎ
Telifler telef olmasın
BİRKAÇ YIL ÖNCE, ABD’de ilginç bir dava yaşandı. Bir telif davası. Davacı ünlü hiciv yazarı Art Buchwald’du. Bir film şirketini mahkemeye vermişti. Gerekçesi, çekilen bir filmin onun fikri olmasıydı. Meğer bir yazısında, “Şöyle şöyle bir film olsa” demişmiş. Bir film şirketi bu parlak düşünceyi havada kapıp film yapmış. Ama, yazara telif parası vermemiş. “Düşünce benim. Hakkımı isterim” diyormuş yazar.
Sonuçta, mahkeme yazarı haklı gördü. Şirket, yüklü bir tazminat ödemeye mahkum oldu. Senaryoyu başkası yazmış da olsa, ‘düşünme’nin bedeli olmalıydı!
O sıralar bir Amerikan gazetesinde okuduğumuz bu haberi birkaç arkadaşla paylaşırken, onların “Bu kadarı da pes doğrusu” dediğini hatırlıyorum. Bence de ‘pes’ti.
Ne ki, “Bu kadarı pes de, ne kadarı değil” sorusuyla bakınca, bizim halimiz de pek iç açıcı görünmüyor. Gerçi, şu ana kadar, bir ‘düşüncemi çalmışlar’ davasına dalmış değiliz belki. Fakat bizler de pekâlâ ‘telif,’ ‘patent’ ve ‘ihtira beratı’ peşine düşebilmekteyiz.
Sözgelimi, vaktiyle güzel bir cümlecik söylemiş olalım. Bir arkadaşımız onu bir diğerine aktarmış olsun. O da gelip, “Filancadan şu sözü duydum. Seninle de paylaşmak istedim” diye, bize anlatsın. Hemen atılırız: “Onunla konuşmuştuk da, kendisine ben söylemiştim.”
Yahut, yanımızda bir kişi “çok ileri görüşlü, çok ince fikirli bir insan’ diye övülüyor olsun. Şayet üzerinde azıcık emeğimiz var gibiyse, bir fırsatını bulup deriz: “Zamanında yardımlınız dokunmuştu. Gelir, bana danışırdı.” Dahası da var: “O mu? Elimde büyüdü sayılır. Az emeğim geçmedi. Meselâ bir gün…”
Örnekleri, kendi hayatlarımızdan alacağımız bir dizi vak’ayla uzatmak mümkün. Lâkin, bu kadarı bile, Art Buchwald kadar azıtmasak bite, bizim de bir ‘telif hakkı’ derdi taşıdığımızı ele vermeye yetiyor.
Böylesi telif davaları peşinde iken, sanırım, kimi ciddî soruları da atlıyoruz. “Ona bu aklı ben vermiştim” diyoruz. Peki, bize bu aklı kim verdi? “O söz benim” diyoruz. Peki, o sözü akleden kalbi, o sözü söyleyen dili, gırtlağı, ses tellerini, o sözü çevremize ileten hava zerrelerini biz mi yarattık? Yoksa sahipsiz idiler de, sokaktan mı aldık?
Keza, küçük bir yazının altına dahi imza atmayı unutmuyoruz. Küçük bir resmin kenarında bile ressamın imzası bulunuyor. Küçük bile olsa, yayınlanan bir fotoğrafın kenarına, fotoğrafçının isminin yazılması isteniyor. Peki, beklenmedik bir anda, bu yazının ilhamı nereden ve kimden geldi? Ressama ilham kaynağı olan, fotoğrafçının ise kameraya aktardığı kâinat manzaraları hangi ressama ait? Bir yazara, ressama veya fotoğrafçıya aklı, kalbi, hayali, elleri, boyayı, mürekkebi sunan kim?
Farkına varmadan, gün be gün, telif davaları peşinde koşuyoruz aslında.
Sahiden, birinin yazdığı bir yazıyı başka biri niye sahiplensin ki? Birinin aklına gelen bir fikri, başka birinin, benim aklıma geldi diye sahiplenmeye gerçekten ne hakkı olabilir? Ne var ki, biz ‘verilmiş’ şeyleri, bir resmi, bir yazıyı, bir yemeği, bir sözü, bir evi bile ‘ben’lenirken, eşsiz bir kitap ve benzersiz bir tablo hükmündeki kâinat, parça parça, Kâtibinden ve Sâniinden başkasına isnad ediliyor. Sözümona kendi ‘telifimizin derdine düşmüşken, beraberce, Asıl Müellifin mülkünü çalıyoruz.
Bunca hırsızlamaya rağmen, aleyhimize bir telif davası açılmış da değil. Belki o yüzden, bu hırsızlığımızı sorgulamayı bile akıl edemiyoruz. Bunu akıl edemediğimiz için de. Asıl Müellifin ‘telif hakkı’ olarak istediği hamd ve şükre bir türlü yanaşmıyoruz.
Ancak, şu ana dek aleyhimize bir telif davası açılmamış olması, hiçbir zaman açılmayacağı anlamına gelmiyor. Bilakis, bize hep doğru haberler getiren Muhbiri Sâdık (a.s.m.), Mahşer Günü açılacak kapsamlı bir ‘telif davası’nı haber veriyor. Telif bedellerini Rabbinize şu dünyada ödemediği için o gün aleyhine dava açılanlardan olmayın diyor.
Gerçekten, o büyük günde, eşsiz bir telif davası açılacak. Hepimize sorulacak: Sona verileni O’nun ikramı mı bildin, kendine mi mal ettin?
O gün, yaptığımız tüm ‘aparma’ların, tüm hırsızlıkların tazminatı olarak cehennemin yolunu tutmak istemiyorsak, şimdiden dikkat! Üstelik, hiç olmazsa şu andan sonra O’nun ikram ettiğini O’ndan bilir; geçmiş hırsızlamalar için ise ‘istiğfar’ tazminatı ödersek, O, cennette çok daha fazlasını vereceğini müjdeliyor…