Eeyore, görmek denilen şey, hayal gücünü kullanarak objeleri algılamaktan başka bir şey değildir ki.Eeyore, senin göz sinirlerin düzgün çalışsaydı bile, hayvanları hayal etme isteğin olmadıktan sonra onları yine göremezdin.Burada karşımıza çıkan şeyler, günlük yaşantımızda görmeye alışık olduğumuz, onları algılamak için hayal gücümüzü azıcık bile çalıştırmamıza gerek olmayan şeyler değil Eeyore.
Mişima’nın, “Yaşayan en büyük Japon yazarlarından biri,” dediği Kenzaburo Oe, kitaba adını veren “Kurbanı Beslemek” adlı uzun öyküsünde en sıradan ve masum insanın nasıl bir canavara dönüşebileceğini, salt mimiklerle bile ırkçılığın nasıl usul usul beslenebileceğini anlatır.
Can Yayınları’nın geçmişte üç ayrı kitap olarak yayımladığı Kurbanı Beslemek, Delilikten Kurtar Bizi ve Gözyaşlarımı Sileceği Gün adlı bu üç uzun öyküsünde Oe, çağdaş dünyanın uğraştığı en sıkıcı insani sorunları yüksek bir edebî başarıyla anlatıyor. Özgün dilinden yeniden çevrilen bu üç uzun öykü bu kez bir arada yayımlanıyor.
KENZABURO OE, 1935 yılında Japonya’nın Şikoku Adası’nda doğdu. Tokyo Üniversitesi’nde Fransız edebiyatı eğitimi gördü. Eserlerinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında yetişen kuşağın hayal kırıklığını ve duygularını ifade etti. Güçlü toplumsal ve siyasal eleştirileriyle Japon edebiyatında kendine özgü bir yer edindi. 1957’de Kurbanı Beslemek, 1964’te Kişisel Bir Sorun, 1967’de Sessiz Çığlık, 1969’da Delilikten Kurtar Bizi, 1983’te Atarashii hito yo, mezameyo adlı eseri (Ayağa Kalk Genç Adam) yayımlandı. Çarpıcı romanları ona dünya edebiyatında da önemli bir yer kazandırdı; Oe, 1994 Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırıldı.
İçindekiler
Kurbanı Beslemek …………………………………………………….. 11
Delilikten Kurtar Bizi………………………………………………… 67
Gözyaşlarımı Sileceği Gün ……………………………………….. 119
KURBANI BESLEMEK
Kardeşimle birlikte, vadinin dibindeki geçici krematoryumun –sık çalılar kesilerek açılmış alanın hafifçe kazılmasıyla meydana getirilmiş bir ölü yakma yeriydi burası– yağ ve kül kokan yumuşak zeminini birer tahta parçası ile eşeliyorduk. Vadinin dibini akşam karanlığı ve ormanda bir pınardan fışkıran su kadar soğuk bir sis tabakası kaplamıştı; bizim yaşadığımız yer olan bayır tarafına, yani taş döşeli yolun çevrelediği küçük köyümüzün üzerine şarap kırmızısı bir ışık vuruyordu. Yerimden doğruldum, ağzım yırtılırcasına esnedim. Kardeşim de doğruldu ve küçük bir esnemenin ardından bana gülümsedi.
Kalkıştığımız “toplamacılık”tan vazgeçerek elimizdeki tahta parçalarını gür otların arasına fırlatıp köye çıkan patikayı yan yana yürümeye başladık. Krematoryuma, yakılan cesetlerden artakalan, göğsümüzü süsleyecek birer madalya gibi takabileceğimiz iyi durumdaki kemikleri toplamak için gelmiştik. Ne var ki köydeki di- ğer çocuklar bizden önce davrandıklarından elimiz boş dönüyorduk. Başka çarem yoktu: İlkokuldaki sınıf arkadaşlarımdan birini dövüp kemik parçalarını alacaktım elinden. Daha iki gün önce, o krematoryumda parlak alevler arasında bir kadın cesedinin küçük bir tepe gibi şişen çıplak karnını, son derece üzgün bir yüz ifadesiyle orada öylece uzanmış halini, kara kıyafetler içindeki bü- yüklerin ardından görmüştüm. O ânı hatırlayınca ürperdim, kardeşimin ince kolunu kavrayıp adımlarımı sıklaş- tırdım. Cesetten kalan koku, nasırlı parmaklarımızın arasında ezdiğimiz böceklerden çıkan sümüksü salgıdan yayılan koku gibi burnumun direğini kırıyordu.
Ölülerimizi köyde yakmak zorunda kalışımıza, yaz öncesinden başlayıp hâlâ devam eden yağmurlar neden olmuştu; ardı arkası kesilmeyen yağmurlarla oluşan su taşkınları artık günlük, sıradan bir olay haline gelmişti. Köyümüzden kente giden en kestirme yol olan asma köprü toprak kayması sonucu yıkılınca köy ilkokulunun ek binası kapatılmıştı. Posta işleri durmuştu ve yetişkinler ancak zorunlu hallerde, dağın sırtındaki dar ve tehlikeli patikadan geçerek kente varıyorlardı. Bu durumda, ölüleri kentteki krematoryuma taşımak söz konusu bile olamazdı.
Ancak, kentle bağlantımızın tamamen kesilmesi, tarımla geçinen, eski bir yerleşim yeri olmasına karşın pek gelişememiş köyümüzde endişe uyandırmıyordu. Çünkü kentlilerin biz köylülerden pis hayvanlarmışız gibi iğrenmeleri bir yana, günlük ihtiyaçlarımızın tümü, dar vadiye bakan bayırdaki küçük yerleşim mekânımızda istif edilmiş durumdaydı. Ayrıca okulun daha yazın başında tatile girmiş olmasına çocuklar çok seviniyordu.
Tavşandudak, köyün girişindeki taş döşeli yolun ba- şında, göğsüne bastırdığı bir köpekle dikiliyordu. Karde- şimi omzundan tutup ona doğru çevirdim ve birlikte yaş- lı kayısı ağacının koyu gölgesinden geçerek Tavşandudak’ın kucakladığı köpeğe bakmaya koştuk.
Tavşandudak, “Bakın!” diyerek sarsınca, kollarının arasındaki köpek hırladı. “Baksanıza şuna!” Tavşandudak’ın kollarında kan ve köpek tüylerinin bulaştığı ısırık izleri vardı. Göğsündeki ve kalın kısa boynundaki ısırık izleri de tomurcuk gibi kabarmıştı. “Bakın,” dedi Tavşandudak, büyük bir ciddiyetle.
“Hani dağa, vahşi köpek yakalamaya beraber gidecektik!” dedim, çok şaşırmış ve kırılmıştım. “Sözünü tutmayıp tek başına gittin demek.” “Seni aradım,” dedi hemen Tavşandudak, “ama bulamadım.” “Isırmış seni,” dedim, bir kurt gibi vahşi bakışlı, burun delikleri öfkeyle şişip inen köpeğe parmaklarımın ucuyla usulca dokunarak. “İnine girdin mi peki?” “Evet, boğazımı ısıramasın diye boynuma bir deri kemer sararak girdim,” dedi Tavşandudak büyük bir gururla. Hayalimde o sahneyi canlandırdım; gün ışığı vuran erguvani bayırdaki taş döşeli yolda, boynunu deri kemerle sararak emniyete alan Tavşandudak, kucağında orasını burasını ısırıp duran köpek yavrusuyla, kurumuş ot ve dallarla dolu inin ağzından çıkıyordu. “Yeter ki seni boğazından yakalamasın,” dedi Tav- şandudak, kendine güvendiğini belli eden yüksek bir sesle. “Tabii, yuvada yalnızca yavrular kalıncaya dek beklemem gerekti.” “Köpekleri vadide koşarken görmüştüm,” dedi kardeşim heyecanla, “beşini birden.” “Yaa,” dedi Tavşandudak, “ne zamandı bu?” “Öğleden hemen sonraydı.” “Tamam işte, onlardan sonra da ben çıktım.” “Bu beyaz hayvan ne güzel böyle,” dedim hayranlı- ğımı ses tonuma yansıtmadan. “Bunun annesi bir kurtla çiftleşmiş,” dedi Tavşandudak; durumu muzırca ama gerçeği aktaran bir yerel ağızla açıklamıştı. “Müthiş,” dedi kardeşim sanki bir rüyadaymışçasına. “Bana iyice alıştı,” dedi Tavşandudak böbürlenerek, “bundan böyle vahşi dostlarının yanına dönmeyecektir.”
Kardeşimle ben susuyorduk. “Bakın, gördünüz mü?” dedi Tavşandudak, köpeği birden taş döşeli yola bırakarak. “Gördünüz mü?” Karde- şimle ben köpek yerine dar vadiyi örten gökyüzüne bakı- yorduk; inanılmaz büyüklükte bir uçak müthiş bir hızla üstümüzden geçmekteydi. Havayı yaran şiddetli ses dalgaları bizi de bir anlığına içine alınca bu sesin içinde, yağa yakalanmış böcekler gibi, kımıldayamamıştık.
“Düşman uçağı!” diye bağırdı Tavşandudak. “Düş- man burada!” Gökyüzüne bakarken avazımız çıktığı kadar haykırdık: “Düşman uçağııı…” Ama artık gökyüzünde batmakta olan güneşin kızıla çevirdiği bulutlar dışında hiçbir şey görünmüyordu. Bakışlarımızı Tavşandudak’ın taş döşeli yolda havlaya havlaya dans eder gibi koşan köpeğine çevirdik. Köpek, bir anda yoğun çalıların arasına girip gözden kayboldu. Tav- şandudak, köpeğin peşinden gitmek üzereyken öylece donup kaldı. Kardeşimle sake içmişiz de kanımız kaynamış gibi güldük. Tavşandudak da, sinirlendiği halde gülmesini engelleyemedi.
Tavşandudak’ın yanından ayrılıp alacakaranlıkta pusuya yatmış iri bir canavar gibi görünen ambara döndük. Babam, yarı karanlık, toprak zeminli mutfakta bizim için akşam yemeği hazırlıyordu. “Biz uçak gördük,” diye ba- ğırdı kardeşim sırtı bize dönük babama. “Kocaman bir düşman uçağı.” Babam arkasını bile dönmeden homurdanır gibi bir şeyler söyledi. Babamın ağır av tüfeğini temizlemek için toprak zeminli mutfağın ahşap duvarındaki yerinden aldım; kardeşimle kol kola girerek karanlık merdivenlerden yukarı çıktık.
“Köpeğin kaçışına üzüldüm,” dedim. “Uçak da kaçtı,” diye ekledi kardeşim.
Köyün merkezinde yer alan umumi ambarın üst katında, bir zamanlar ipekböceği yetiştiriciliği için…