Her şey korkuyla başladı. Ve yine korkuyla sona erecek.
“Gerçekten etkileyici bir yazar.”
– The Guardian
“Grange güçlü bir kalem. Onu seviyorum.”
– Anita Brookner, The Spectator
“Eleştirilere, mantığa, gerçeğe meydan okuyan bir kitap…”
– The Washington Post
“Paris’te sokak sokak, cadde cadde yaşanan bir kedi-fare oyunu… İstanbul’a kadar süren ve Nemrut Dağı’nda sona eren bir kaçma-kovalamaca… Jean-Christophe Grance’ye yaraşır bir kitap.”
– Le Monde
Seri cinayetlere, uyuşturucu kaçakçılığı, Strasbourg-Saint-Denis’deki küçük Türkiye, Fransız polisindeki iç hesaplaşmalar, tıbbın karanlık amaçlara alet edilmesi.
Paris’i kana boyayan Türk mafyası. Kızıl Nehirler’in, Taş Meclisi’nin ve Leyleklerin Uçuşu’nun yazarı Grange’den yine çarpıcı, yine soluk soluğa bir roman.
Priscilla’ya
Kırmızı
Anıta Heymes gitgide kendini nihaisi/, hissediyordu. Iteney en ufak bir tehlike içermiyordu, ama o anda beyninin içinin okunabilecek olması onu derinden etkiliyordu.
Mavi.
Yan karanlık bir odanın lam ortasına yerleştirilmiş inox bir masanın üzerine uzanmıştı, kafası, beyaz ve yuvarlak bir makinenin ortasındaki deliğin içine yerleştirilmişti. Yüzünün tam karşısında, başının üzerine hafif eğik bir konumda tespit edilmiş bir ayna vardı, aynanın üzerinde, bir projeksiyon makinesinden yansıyan küçük küçük kareler görülüyordu. Tek yapması gereken, aynanın üzerinde beliren renkleri yüksek sesle söylemekti.
San.
Sol koluna bağlı serum yavaş yavaş vücuduna akıyordu. Dr Eric Ackermann ona, bunun radyoaktif bir izotop çözeltisi olduğunu, beynin içindeki kan akışının yerini saptamakta kullanıldığını açıklamıştı.
Farklı renkler birbiri ardına aynada beliriyordu. Yeşil. Turuncu. Pembe… Sonra ayna karardı.
Arına hareketsiz yatıyordu, sanki bir kinlin içimdeymişçesine kolları vücudunun iki yanındaydı. Sol tarafında, birkaç metre uzakta, Eric Ackermann ile kocası Laurent’ın durduğu camlı kabininin su yeşili ışığını görüyordu. İki adamı, monitörlerin karşısında, nöronlarının aktivitesini dikkatle takip ederken hayal ediyordu. Kendini gözetlenmiş, yağmalanmış, özel hayatının tüm gizli yanlarına tecavüz edilmiş gibi hissediyordu.
Kulağına takılı küçük alıcıdan Ackermann’ın sesini duydu:
Çok güzel Arma Şimdi kareler hareket etmeye başlayacak.
için sadece onların hareket yönlerini belirleyeceksin, iler seferinde tek bir kelimeyle: sağ. sol. yukarı, aşağı…
Sonra geometrik şekiller yer değiştirmeye başladı, küçük balıklardan oluşan bir sürü gibi esnek ve akışkandı, alacalı, karışık renkli bir mozaiği andırıyordu. Aıuıa kulağına bağlı mikrofona konuşlu:
Sağ.
Kareler, çerçevenin üst kenarına doğru yükseldi.
Yukarı.
Bu uygulama birkaç dakika sürdü. Yavaş, tekdüze bir sesle konuşuyordu, kendini uyuşmuş hissediyordu; aynanın ısısı uyuşukluğunu daha da arınıyordu. Her an uykuya dalabilirdi, buna daha fazla engel olamazdı.
Çok iyi, dedi Ackermann. Sana bu kez, farklı biçimlerde anlatılmış bir hikâye sunacağını. Bu versiyonları çok dikkatle dinle.
Peki ne söylemem gerekiyor?
Hiçbir şey. Sadece dinlemen yeterli.
Birkaç saniye sonra, kulaklıktan bir kadın sesi duyuldu. Yabancı bir dilde konuşuyordu; seslerin kulağa geliş düzenine bakılırsa, bir Asya ya da Doğu dili olabilirdi.
Kısa bir sessizlik oldu. Hikâye yeniden başladı, bu kez Fransızca olarak. Ama sözdizimi bozuktu: mastar halinde fiiller, uyumsuz tanımlıklar, uygulanmayan ulamalar.
Anna bu bozuk ve biçmişiz dili çözmeye çalıştı, ama hikâyenin başka bir versiyonu başlamıştı bile. Bu kez cümlelerin içinde anlamsız, kelimeler dikkat çekiyordu… Bütün bunlar ne demek oluyordu? Birden derin bir sessizlik oldu, içinde bulunduğu silindir biraz daha karanlığa gömüldü.
Bir süre sonra, doktor yeniden konuştu:
Bir sonraki test. Her ülke adından sonra, bana o ülkenin başkentini söyleyeceksin.
Anna, anladığına dair bir işaret yapmak isledi, ama ilk ülkenin ismi kulağında çınladı:
İsveç. Düşünmeden cevap verdi:
Stockholm.
Venezuela.
Caracas.
Yeni Zelanda. Auckland. Hayır! Wellington.
Senegal.
Dakar.
Her başkent on ufak bir zorlama olmadan, kolaylıkla aklına geliyordu. Cevapları refleks olarak ağzından çıkıyordu, ama sonuçlan memnundu; demek belleğini tamamen kaybetmemişti. Acaba Ackermann ile Laurent monitörlerde ne görüyordu? Beyninin hangi bölgeleri harekete geriyordu?
Son test. diye uyardı nörolog. Birazdan karşında, aynada bazı yüzler belirecek. Yüksek sesle kim olduklarım söyleyeceksin, mümkün olduğunca çabuk tabii.
Bir yerlerde, basit bir uyarının bile bir kelime, bir hareket, görsel bir ayrıntı fobi mekanizmasını harekele1 gerildiğini okumuştu; psikiyatrlar bunu, uyarı kaygısı olarak adlandırıyordu. Uyan: terim kusursuzdu. Kendi durumuna gelince sadece “yüz” kelimesi bile kaygı duymasına yetiyordu. Birden boğulacak gibi oldu, midesi ağırlaştı. kolları ve bacakları uyuştu, yutkunmakta zorlanıyordu…
Aynada, siyah beyaz bir kadın portresi belirdi. Kıvırcık sarı saçlar, kalın dudaklar, dudağın üstünde ben. Çok kolay:
Marilyn Monroe.
Bu Fotoğrafın ardından bir gravür belirdi. Karamsar bakışlar, karemsi bir çene. dalgalı saclar:
Beethoven.
Yuvarlak, bir şekerleme kutusu gibi düz ve parlak bir surat, iki çekik göz.
Mao Zedong.
Anna. bu yüzleri bu kadar çabuk tanımış olmaktan şaşkındı. Başka yüzler birbirini izledi: Michael Jackson, Mona Lisa, Albert Einstein… Bir büyülü fenerden yansıyan parlak görüntüleri seyrediyormuş gibi bir izlenime kapılmıştı. Tereddüt etmeden cevap veriyordu. Kaygısı ve heyecanı çoktan azalmış, hatta yok olmuştu.
Ama birden, aynada beliren bir portre onu güç dununa düşürdü; bu, kırklı yaşlarda, ama hâlâ genç görünen, fırlak gözlü bir adamdı. Sarı saçları ve kaşları, onun belli belirsiz yeniyetme havasını daha da güçlendiriyordu.
Bir elektrik dalgası gibi. içini bir korku kapladı; vücudu acıyla gerildi. Bu yüz hatları ona yabancı gelmiyordu, ama ne bir isim ne dJohn Lennon.
Sonra avnaya Che Guevara nın resmi yansıdı. Anna yalvaran bir sesle konuştu:
Eric, dur.
Ama geçil (öreni devanı ediyordu. Van Gogh’un birotoportresi, parlak ve canlı renkler. Anna mikrofonun sapını kavradı:
Eric, Lütfen.
Görüntü İni kez değişmedi. Anna. aynadan renklerin ve ısının (enine yansıdığını hissediyordu. Kısa bir sessizlikten sonra Ackermann sordu:
Nevar?N’oldu?
U adam, tanımadığım adam: kimdi o?
Eric cevap vermedi. David Bowien’nin biri başka, diğeri başka renkteki gözleri aynada Litresi i. Anna hallice doğruldu ve bu kez daha güçlü bir sesle konuştu:
Eric. sana bir soru sordum: kiudio?
Ayna karardı. Bir saniye sonra Amıa’mn gözleri karanlığa alıştı. Dikdörtgen aynada kendi aksini gördü: soluk, kemikli. Bir ölü yüzü.
Sonunda, doktor. Anna’nın sorusunu cevapladı:
O, Laurent’dı. Anna Laurent Heynıes, kocan.
…