Rüya ya da kabus, deneyimimizi olduğu gibi ve uyanık yaşamak zorundayız. Bilimin en ince ayrıntısına kadar nüfuz ettiği, hem yekpare hem gerçek bir dünyada yaşıyoruz. Şu ya da bu tarafı tu Keza zihinlerimiz sonsuzlukları kolayca kavrayamıyor olabilir (zihinlerimizin bir ürünü olan matematik sonsuzlukları gayet güzel ele alır ya, her neyse) ama bu da bize sonsuzlukların bulunmadığını söylemez. Evrenimiz uzamsal ya da zamansal genişliği bakımından sonsuz olabilir. Ya da bir zamanlar Richard Feynman’ın söylediği üzere fizik yasaları, sonsuz sayıda katmanı olan bir soğana benzetilebilir, yeni ölçekleri araştırdığımızda yeni yasalar işlerlik kazanır.
Bilmiyoruz işte! “Neden hiçbir şey olmayacağına bir şey var?” sorusu, yıldızlar, galaksiler, insanlar ve kim bilir daha neleri içeren evrenimizin bir tasarım, niyet ya da amaç olmaksızın doğmuş olabileceği varsayımına karşı 2000 yılı aşkın bir süredir ileri sürülüyor. Bu soru genellikle felsefi ya da dini bir soru çerçevesine yerleştirilse de doğal dünya hakkındaki ilk ve en önemli sorudur, dolayısıyla bu soruyu çözmeye çalışmanın yeri de öncelikle bilimdir.
Bu kitabın yalın bir amacı var. Çeşitli görünümleriyle modern bilimin, neden hiçbir şey olmayacağına bir şeyin var olduğu sorusunu yanıtlayabileceğini ve yanıtladığını göstermek istiyorum. Biz bilim insanlarının (hayret verecek denli güzel deneysel gözlemlerin yanı sıra modern fiziğin temelindeki kuramlardan da) elde ettiği yanıtların hepsi, hiç yoktan bir şey elde etmenin bir problem olmadığını gösteriyor. Hatta, evrenin oluşması için hiç yoktan bir şey çıkması gerekmiş olabilir.
Bütün işaretler, evrenimizin bu şekilde ortaya çıkmış olabileceğini düşündürüyor. Burada, “olabileceği” sözcüğünü vurguladım, çünkü bu soruya kesin bir çözüm getirecek kadar fazla ampirik bilgiye hiç sahip olamayabiliriz. Fakat Hiç Yoktan Bir Evren olgusunun akla yatkın olması bile kesinlikle önemlidir, en azından benim için. Biraz daha ilerlemeden önce “hiçlik” mefhumu üzerine birkaç söz söylemek istiyorum, daha sonra üzerinde uzun uzadıya duracağım bir konu bu.
Çünkü bu meseleyi forumlarda tartışırken, hiçbir şeyin, bana karşı çıkan filozofları ve teologları, bir bilim insanı olarak benim “hiçlik”in ne olduğunu aslında hiç anlamamış olmam kadar üzmediğini öğrendim. (Burada teologların hiçlik uzmanları olduğunu söylememek için kendimi zor tutuyorum.) Onlar, “hiçlik”in benim tartıştığım şeylerin hiçbiri olmadığında ısrar ederler. Hiçlik, biraz bulanık ve kötü tanımlanmış bir anlamda “yok-varlık”tır.
Bu durum bana, yaratılışçılarla ilk tartışmaya başladığım zamanlarda “zeki tasarım”ın ne olduğunu tanımlama çabalarımı hatırlatıyor. Anlaşılan o ki “zeki tasarım”ın, ne olmadığı dışında açık bir tanımı yoktur. “Zeki tasarım” evrime karşı çıkışları birleştiren bir şemsiyedir yalnızca. Benzer şekilde, filozoflar da “hiçlik”i bugün bilim insanlarının “hiçlik”e getirdiği tanımların hiçbiri olarak tanımlarlar tekrar tekrar. Ama kanımca burada, teolojinin ve modern felsefenin bir bölümünün entelektüel iflası yatıyor. Çünkü “hiç”in, özellikle de “bir şeyin yokluğu” olarak tanımlanacaksa, en son zerresine kadar “bir şey” kadar fiziksel olduğuna kuşku yoktur.
Bu durumda bize bu niceliklerin ikisinin de fiziksel niteliğini kesin olarak anlama işi düşer. Bilim olmaksızın da herhangi bir tanım yalnızca kelimelerden ibarettir. Bir asır önce, “hiçlik” hiçbir gerçek maddi oluşumun bulunmadığı, bomboş uzaya atıfla tanımlanacak olsaydı bu durum pek tartışma doğurmayabilirdi. Ama geçen yüzyıl elde ettiğimiz sonuçlar bize boş uzayın varsaydığımız bozulmamış hiçlikten aslında epey uzak olduğunu öğretti, sonra da doğanın nasıl işlediğine dair daha fazla bilgi edindik.
Bugün dini eleştirmenler bana boş uzaydan hiçlik olarak değil, onu filozofun ya da teoloğun idealleştirilmiş “hiçlik”inden ayırmak için “kuantum boşluğu” olarak bahsedebileceğimi söylüyor. Peki, öyle olsun. Ama ya sonra “hiçlik”i uzay ve zamanın yokluğu olarak betimlemek istersek? Bu yeterli midir? Ben yine olabileceğini düşünmüştüm…
Bir keresinde. Ama, birazdan anlatacağım üzere uzay ve zamanın kendiliğinden belirebileceğini öğrendik, bu yüzden bugün bize bu “hiçlik”in bile aslında konumuz olan “hiçlik” olmadığı söyleniyor. Hiçlikten kaçmanın ilahi kudreti gerektirdiği söyleniyor. Bu meseleyi tartıştığım çeşitli insanlar, bir şeyi yaratma “potansiyeli” varsa, bu durumun gerçek bir hiçlik hali olmayacağını da ileri sürdüler.
Böyle bir potansiyel kazandıran doğa yasalarının olması da bizi “yok-varlık”ın asıl alanından uzaklaştırır kesinlikle. Ama doğa yasalarının belki de kendiliğinden doğduğunu savunacak olsam, ki böyle olabileceğini anlatmaya çalışacağım, bu da yeterince iyi sayılmaz, çünkü yasaların ortaya çıkabileceği sistem ne olursa olsun gerçek hiçlik olamaz.
Ta aşağıya kadar kaplumbağalar mı var? Hiç sanmam. Ama kaplumbağalar cazip, çünkü bilimin, oyun sahasında yaptığı değişiklikler insanları rahatsız ediyor. Elbette ki bilimin (eski, Sokratik devirlerde “doğa felsefesi” denirdi) amaçlarından biri de budur. Rahatlığın olmaması, yeni kavrayışların eşiğinde olduğumuz anlamına gelir. Zorlu “nasıl” sorularından kaçınmak için “Tanrı”ya başvurmak yalnızca entelektüel tembelliktir, orası kesin.
Nihayetinde yaratılış için bir potansiyel olmasaydı Tanrı hiçbir şey yaratamazdı. Tanrı doğanın dışında durduğu için, bu yüzden de varoluş “potansiyeli” varoluşun doğduğu hiçliğin bir parçası olmadığı için sonsuza dek potansiyel bir geriye uzanmanın söz konusu olamayacağını ileri sürme girişiminde bulunmak, semantik bir hokus-pokus olurdu. Buradaki asıl amacım, aslında bilimin, oyun sahasını değiştirdiğini, böylece hiçliğin niteliği hakkındaki bu soyut ve yararsız tartışmaların yerini evrenimizin aslında nasıl başlamış olabileceğini betimlemeye yönelik yararlı, işleyişe dönük çabaların almış olduğunu göstermektir.
Bunun şimdimiz ve geleceğimiz açısından olası sonuçlarını da açıklayacağım. Bu durum çok önemli bir gerçeği yansıtıyor. İş evrenimizin nasıl evrildiğini anlamaya geldiğinde din ve teoloji çoğunlukla konuyla alakasız olmuşlardır. Genellikle, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, hiçlikle ilgili sorulara terimin tanımına dair ampirik kanıtlara dayanan bir tanım sunmaksızın odaklanarak suları bulandırmışlardır. Evrenimizin kökenini henüz tam anlamıyla anlayamamış olsak da bu bakımdan işlerin değişeceği beklentisine kapılmak için bir gerekçe yoktur.
Dahası, nihayetinde aynı durumun, insanın ahlaki ve manevi değerleri gibi, artık dinin kendi alanı olarak değerlendirdiği alanlara dair kavrayışımız açısından da geçerli olmasını bekliyorum. Bilim doğayı kavrayışımızın ilerlemesinde etkili olmuştur, çünkü bilimsel ethos üç kilit ilkeye dayanır: (1) Kanıtların peşinden götürdükleri yere git; (2) Bir teorin varsa, doğru olduğunu kanıtlamaya çalışmak kadar yanlış olduğunu da kanıtlamaya istekli olman gerekir; (3) Hakikati nihai olarak belirleyen şey deneydir, insanın a priori inançlarının verdiği rahatlık da değildir, kuramsal modellerinde gördüğü güzellik ve zarafet de.
Burada betimleyeceğim deneylerin sonuçları yalnızca güncel değil, aynı zamanda beklenmedik sonuçlardır. Bilimin, evrenimizin evrimini betimlerken dokuduğu kilim insan elinden çıkma açıklayıcı görüntüler ya da hayal ürünü hikayelerden çok daha zengin, çok daha büyüleyicidir. Doğa insanın hayal gücünün üretebileceklerini çok çok geride bırakan sürprizler yapar. Geçen yirmi yıl içinde kozmoloji, parçacık kuramı ve kütleçekim alanlarında heyecan verici bir dizi gelişme evrene bakışımızı tamamen değiştirmiş, evrenin geleceği kadar kökenleriyle ilgili anlayışımız açısından da şaşırtıcı ve derin sonuçlar doğurmuştur.
Bu yüzden de kelime oyununu hoşgörün, ama “hiçbir şey” hakkında yazmak bu kadar ilginç olmazdı. Bu kitabın asıl esin kaynağı, mitleri dağıtma ya da inançlara saldırma arzusundan çok benim bilgiyi ve evrenimizin çok şaşırtıcı, çok büyüleyici olduğunun anlaşılmasını kutlama arzum. Arayışımız bizi genişleyen evrenimizin en uzak köşelerine doğru, Büyük Patlama’nın ilk anlarından uzak geleceğe uzanan baş döndürücü bir yolculuğa çıkaracak, geçen yüzyıl fizik alanında yapılan herhalde en büyük keşfi de içerecek.
Aslında, bu kitabı şimdi yazmamın ardındaki itici güç, evren hakkındaki derinlikli bir keşif. Son otuz yıl boyunca benim de bilimsel araştırmalarımın itici gücü olmuş bir sorudan kaynaklanan bu keşif, evrendeki enerjinin çoğunun boş uzayın tamamına gizemli, bugün açıklanamayan bir biçimde yayıldığını söyleyen şaşırtıcı bir sonuca varmıştı. Bu keşfin modern kozmolojinin oyun sahasını değiştirmiş olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz.
Öncelikle şu var ki bu keşif evrenimizin tam da hiçlikten doğduğu görüşüne dikkat çekici bir biçimde yeni bir destek vermiştir. Ayrıca bizi de hem nihayetinde doğa yasalarının gerçekten temel yasalar olup olmadığı sorusu hem evrenin evrimini yöneten süreçler hakkında bir dizi varsayımı yeniden düşünmeye teşvik etmiştir. Bu varsayımların her biri, neden hiçbir şey olmayacağına bir şeyin var olduğu sorusunu, benim de betimlemeyi umduğum üzere, artık tümüyle basitleştirmiş değilse bile bu sorunun daha az zorlayıcıymış gibi görünmesine yol açmıştır.
Bu kitabın doğuşu doğrudan Ekim 2009’a, Los Angeles’ta aynı başlıkla bir konferans verdiğim tarihe uzanıyor. Beni çok şaşırtan bir şey olmuş, bu konferansın Richard Dawkins Foundation tarafından YouTube’da yayınlanan videosu o tarihten bugüne dek 850.000 kez görüntülenerek neredeyse sansasyonel bir etki yaratmış, videonun çeşitli bölümleri de defalarca kopyalanarak hem ateist hem teist cemaatlerce tartışmalarda kullanılmıştı.
Bu konuya besbelli ki ilgi duyulduğundan, konferansımın ardından internette ve çeşitli iletişim ortamlarında yayınlanan bazı kafa karıştırıcı yorumların üstüne, orada ifade ettiğim fikirleri bu kitapta enine boyuna ele alma çabasına değeceğini düşündüm. Kitapta o zaman sunduğum argümanlara yenilerini ekleme fırsatı da bulabilirdim. Argümanlarım neredeyse tamamen, enerjinin ve uzayın geometrisinin keşfiyle ilgili, son dönemde kozmoloji alanında gerçekleşen, evrenimizin tablosunu değiştiren devrimlere odaklanıyor.
Bu kitabın ilk üçte ikisinde de bunları tartışıyorum. Araya giren dönemde, argümanımı oluşturan fikirler ve onlardan önceki birçok gelişme hakkında çok daha fazla düşündüm, bunları başkalarıyla tartıştım, bu tartışmalar onlarda bulaşıcı bir tür şevk doğurdu; parçacık fiziğinde, özellikle evrenimizin kökeni ve niteliğiyle ilgili gelişmelerin etkisini daha derinlemesine inceledim. Son olarak da argümanlarımın bir kısmını onlara şiddetle karşı çıkanlara açtım, bunu yapmakla da argümanlarımı daha fazla geliştirmemi sağlayan bazı kavrayışlara vardım.
Nihayetinde burada betimlediğim fikirlerimi somutlaştırmaya çalışırken fizik alanında çalışan, en fazla düşünce üreten meslektaşlarımın bazılarıyla yaptığım tartışmalardan muazzam yarar sağladım. Alan Guth ve Frank Wilczek’e benimle kapsamlı tartışmalara girmelerinden, yazışmalarından, zihnimdeki bazı kafa karışıklıklarını çözmeye ve bazı durumlarda kendi yorumlarımı güçlendirmeme yardımlarından dolayı özellikle teşekkür etmek istiyorum.
Free Press, Simon and Schuster’da Leslie Meredith ve Dominick Anfuso’nun bu konuda bir kitap yayınlanması olasılığına duydukları ilgiden cesaret alarak, tanıdığım en okumuş ve parlak bireylerden biri olmasının yanı sıra konferansımda sunduğum bazı argümanları bilim ve din üzerine ilgi çekici bir dizi tartışmada kullanmış olduğu için dostum Christopher Hitchens’ı aradım.
Önsözü yazmaya ondan daha uygun biri aklıma gelmemişti, Christopher da sağlık durumunun bozuk olmasına rağmen cömertçe ve cesurca bunu kabul etti. Bu dostça ve güven verici davranışı için ona ebediyen minnettar olacağım. Bu zenginlikten ötürü mahçubum ama, sonra da belagatli ve parlak fikirlerle dolu dostum, tanınmış bilim insanı ve yazar Richard Dawkins bir sonsöz yazmayı kabul etti, böylece de zar atılmış oldu. Christopher’a, Richard’a, yukarıda adını andığım herkese destekleri, yüreklendirici tavırları, beni bir kez daha bilgisayarımın başına dönüp yazmaya teşvik ettikleri için teşekkürlerimi sunuyorum.